Archive for Mart, 2011

‘çoğunluk’tan yola çıkarak fütursuzca sayıklamalar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : truffaut..)

 

 

 

 

‘çoğunluk’tan yola çıkarak fütursuzca sayıklamalar..

‘iş yerim kadıköy’ün en büyük sinemasının karşısında.. aynı sokakta.. kapısından sinemanın içine girebilmem için aradaki beş metrelik yolu on – on iki adımda geçmem yeterli.. ama en son ne zaman sinemaya gittiğimi sorarsanız size iki seneden fazla diyeceğim ve beni kınayıp güzelce yuhlayacaksınız eminim.. günde ortalama iki üç film izleyen birisiyim ben.. sinema benim hayatım.. hayattaki hayallerim ve umutlarım sadece sinemayla ilgili diyeceğim ama ‘o en büyük hayale’ haksızlık edeceğim..

ama o büyük hayalim dışındaki tüm hayallerim gerçekten sinemayla ilgili.. bunlar dışındaki her şey yaşandı bitti.. çiğneyip geçtiler öbür hayallerimi , umutlarımı.. hem de vahşice , utanmazca ezdiler geçtiler kahkahalar atarak..

hayatımın en zor günlerini geçirdiğim yıllardan birinde ‘mirza’ ağam ‘truffaut’dan bahsetti.. ilk anlattığı filmi ‘jules ve jim’di.. o zamanlar böyle imkanımız yoktu ‘mirza’yla ikimizin.. istediğimiz her filme ulaşamazdık , bulamazdık hemen.. bu yüzden  birbirimize anlatırdık izlediğimiz filmleri.. onun izlemediklerini ben , benim izlemediklerimi o anlatırdı bana..  anlatırken birbirimize filmleri , izlemeden hayallerimizde canlandırırdık sahneleri.. izlemediğimiz filmler bizi heyecanlandırır , duygulandırırdı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

işte mirza ‘jules ve jim’i ilk anlattığında nasıl etkilenmiştim anlatamam.. ‘mirza’dan ayrıldıktan sonra eve gittim , yatağıma uzanıp saatlerce köprü sahnesini hayal ettim değişik şekillerde..

düşünün oyuncuları tanımıyorum , bilmiyorum ama ben sahneleri , planları kafamda canlandırıyorum..

 

 

 

 

 

 

 

 

sonra yıllar geçti imkanlar çoğaldı , ben yavaş yavaş truffaut külliyatını topladım.. ve o deryadan ilk ‘jules ve jim’i izledim..

hayallerimde yüzlerce defa canlandırdığım filmle karşılaşmak ne müthiş bir duyguydu.. ve köprü sahnesi geldiğinde ‘catherine’ adlı karakteri oynayan ‘jeanne moreau’ kendisine aşık iki erkeğin gözleri önünde kendisini koşarak köprünün korkuluklarından attığında kalbim duracak sandım.. izlemeyenler için devamını anlatmayayım.. ama o sahnede ben gözlerimde yaşlarla mirza’ya ulaşmak istedim.. mirza o sırada yurt dışındaydı.. keşke onunla izleyebilseydim bu sahneyi.. aklıma mirza’nın kulaklarıma eğilerek sessizce atlama anını söyleyişi geldi.. duygulandım yine..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinema , müzik ufkumun gelişmesinde ‘mirza’nın ve hayatımın direği kardeşim ‘fran(sı)z’ın büyük katkısı var.. onlar olmasaydı bu kadar geniş bakamazdım , bu kadar özgür ve pervasız olmazdım bu alanlarda.. yüreklerine sağlık..

neyse işte ‘sinema’ hayatımın tam ortasına böyle oturdu.. ama ben sinemayı sinemada doğru dürüst izlemedim.. izleyemiyorum da.. o kalabalık , saçma sapan koltuklarda izleyemiyorum.. arkamda en duygusal sahnelerde bile çatur çutur mısır patlağı yiyip en acıklı yerde kahkahalar atan insanları boğazlamak geliyor içimden çünkü.. başımdan geçen bir olaydır , reis çelik üstadın çektiği fakat ne yazık ki kötü bir film olan deniz gezmişlerle ilgili filmi ben kadıköy’ün ufak salonlarından birinde tesadüf eseri deniz gezmiş’in babasıyla birlikte izlemiştim.. o kadar kötü bir film olmasına rağmen ve bu filmden önce filme karşı tavır koyan ‘deniz’in babası idam sahnesinde gözyaşlarına boğularak salondan çıkarılırken bazı mahlukatlar anlamadığım şekilde gülüyorlardı.. tiksindim.. sinema salonları beni darlandırıyor , boğuyor.. belki bir gün barışırım sinema salonlarıyla..

neyse işte son yıların en iyi yerli yapımlarından olan ‘çoğunluk’u ben yine sinemada izleyememiştim.. iki üç ay önce dvdsi çıkınca aldım evde izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’ hakkında abuk sabuk yazanlar , konuşanlar olmuştu.. filmi izledikten sonra üzüldüm , tüm böyle yazıp konuşanlar sinirlerimi bozdular.. nasıl böyle pervasızca ahkam kesip bir filmi eleştirip , yok sayabilirler anlamıyorum..

bildiğim tek şey korktuklarıdır.. korktular çünkü kendilerine yöneltilmiş aynada kendilerini gördüler..

o filmdekiler biziz aslında , hepimiziz.. en solcuyum ya da entelektüelim ya da aydınım ya da ilericiyim , liberalim , özgürlükçüyüm veya en iyi benim , en iyi insanım ben diyen de , hepimiz hepimiz işte o filmdeydik , hepimiz.. en gericisinden en ilericisine bizdik o filmdekiler.. o aile bizim ailemizdi..

‘çoğunluk’ , türkiye’deki toplumu , katmanlarını ve aile kurumunu en güzel yansıtan , en iyi tahlil eden filmdir türkiye sinemasında yapılmış.. bu benim görüşüm.. beğenen beğenir beğenmeyen kendi görüşünü söyler..

aile kurumunun çöküşünü çok güzel göstermiş ve yansıtmış.. aile kurumunun tıpkı torna tezgahı diye nitelediğim ‘okullara’ , ‘hazırlama okulu’ olduğunu söylerdim ben hep..

aile kurumu aynı zamanda ‘faşizmi’ tekrar tekrar üreten bir kurumdur.. dağıtılması , yok edilmesi gerek çünkü düzeltilemeyecek kadar bitmiş  , çökmüş durumda artık..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’u izlemeye başladığımda suratıma önce bir şamar indi , sonra filmin sonuna kadar beni dövdü , hırpaladı film.. film bittiğinde ağladım..

ben politik sinemanın , politik filmlerin içinde yattım kalktım , en saçma sapan politik filmleri bile sonuna kadar dayandım izledim.. en keskinini de gülümseyerek izledim.. ama ben türkiye sinemasında bu kadar politik bir film izlememiştim.. toplum , birey , aile tahlili en üst düzeydeydi.. ve bunu bağırmadan , çağırmadan , slogan atmadan çok net bir şekilde usulca anlatıyordu yönetmen seren yüce ilk uzun metrajlı filmi olan ‘çoğunluk’ta..

filmin yönetmeninin röportajlarını okudum değişik dergilerde.. çok ilginç tespitleri var gerçekten.. düşüncelerini , kafasındaki hikayeyi çok iyi yansıtmış anladığım kadarıyla..

gerçekten çok başarılı bir yapım.. yabancılaşmayı ve faşizmi  ,  özellikle türkiye’deki aile yapısı bakımından insanların içine yavaş yavaş faşizmin nasıl zerk edildiğini ve aile kurumunun nasıl saçma sapan ve tehlikeli bir kurum olduğunu çok güzel anlatıyor..

faşist bireylerin yetiştiği ve iddia ediyorum hepimizin içine bir şekilde faşist (bu faşizmi sadece milliyetçilik bazında almıyorum , her türlü faşizmi kastediyorum) tohumları bırakan yapı aile kurumudur..

hep yazılarımda alıntı yaparım ingeborg bachman’dan ‘faşizm’le ilgili.. çok güzel tespitler yapar faşizm konusunda : ‘faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar’ der.. iste seren yüce bir şekilde bunun kökenine inmiş.. ‘aile kurumuna..’

yanlış anlaşılmasın ben kendi ailemi , babamı , annemi , kardeşimi çok seviyorum.. en değerli varlıklarım.. başkalarının da ailelerine duydukları sevgiye saygı duyuyorum.. benim karşı çıktığım ‘aile’ denen yapı..

‘çoğunluk’ta seren çok  iyi bir iş çıkarmış.. kendisini ne kadar kutlasak , övsek az.. filmin başrol oyuncusu ‘bartu’ on numara bir oyunculuk çıkarmış.. settar ustaya zaten diyecek yok.. döktürmüş yine.. ama settar ustanın üzerine yapıştı kaldı bu faşist-gerici baba tiplemesi.. ‘ayrılık’ filminden sonra bir de bu , sevdi galiba bu tiplemeyi.. gülüyorum.. eminim o da gülüyordur..

neyse böylelikle uzun zamandır bahsetmek istediğim ama bir türlü bahsedemediğim ‘çoğunluk’tan böylece bahsetmiş oldum bir iki cümle de olsa.. hala ‘çoğunluk’u izlemeyenleriniz yüreğiniz varsa ‘aynaya’ bakabilmek için hemen izleyim derim..

bitirirken bugün arayıp soran tüm dostlara , kardeşlerime çok teşekkür ederim..

öncelikle gece 00.01’de yeni günün ilk saniyelerinde uyumayıp o  anı bekleyip doğum günümü ilk kutlayan canom ‘ümo’ya , binlerce kilometre ötede olmasına rağmen hep yanımda olan ve benim her şeyim ‘kardeşime’ , reis’e , ciğerim’e , gürselime , halo’ya , abidin dayıya , memo’ya , sarıya , ters’e , bana sabahtan beri bin kere dinlediğim ve mekandaki herkesin beğendiği bir şarkıyı hediye eden ‘lucy in thea sky’a , ‘bulut’a , aramıza bugün ilk yazısıyla yeni katılan ‘‘ibn-i zerâbî’ye (aramıza katılan yeni aylak olarak kendisine hoş geldin diyorum) ve ayrıca özür dileyerek şu anda isimlerini hatırlayamadığım beni bugün unutmayan herkese çok teşekkür ediyorum.. iyi ki varsınız..

son olarak güzel bir haber de canımız ‘nazmi kırık’ abimizden vereyim : ‘mina helin..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘mina helin’ , ‘güneşimiz’ ve ‘roza lavin’imizden ‘en genç aylaklık bayrağını’ devraldı.. nazmi abimizin ‘mina helin’ adlı bebeği dünyaya merhaba dedi.. nazmi abimize , eşine ve ‘mina helin’e bir ömür boyu sağlık mutluluk diliyorum..

ayrıca unuttuğumuz sanılmasın.. dereler durmaz akar , aşar tüm engelleri mahirce ve denizlere ulaşır.. selam olsun dünyanın en güzel insanlarına.. onları unutmadık unutmayacağız.. ritsos’un şiirinden bir bölümle onları anıyoruz :

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘onlar el sıkıştıklarında , bütün insanlık için parlar güneş..

onlar gülümsediklerinde , küçük bir kırlangıç fırlar gür sakallarından..

onlar uyuduklarında , on iki yıldız düşer boş ceplerinden..

onlar öldüklerinde , onların bayrakları ve davullarıyla yokuşu tırmanır hayat..’

yannis ritsos (yunanlıların öyküsü şiirinden..)

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

Güvenli ve derin soluk alamıyorum…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Güvenli ve derin soluk alamıyorum… zaten çoktan her şeyin tadı değişti… ne uykularımın ne de uykusuzluklarımın tadı yok..

Kırık vazoyu anımsatan sabahlarımsa en sevdiğim vakitler… en azından birkaç dakika da olsa kendi soluğumda boğulabiliyorum..

Sonrası sevgili ece-l-im’in soluğu…

Kalbimde kocaman bir UÇUK… bir yere yığılıp kalmaktan korkuyorum.. kimselerle konuşamıyorum bir tek BABOŞ’um..

Onun cümleleri , ara sıra arayıp da dinlettiği şarkıları , izlediği ve tavsiye ettiği filmleri , gülüşü ,sarılışı.. öyle insan ki..

Benim her gece yatmadan öperek , sevip sarmaladığım delikanlı kışıma bahar gibi geliyor , baboşum..

Kırık kalplere iyi gelen dostlar hep olmalı..

Hafta sonu , yine bana çok iyi gelen dostlarımdan Sevgi Ablam onurlandırdı evimi..

Birkaç dakikanın bile hesabını yapıp sevdikleriyle daha çok vakit geçirmek için kendini hırpalayan tek bünye benim sanırdım..

Değilmişim , o  kocaman yeşil gözlerinden uykular akmaya başlayıp , gözleri bir japon gözüne dönüşse de , bitişlere , gidişlere karşı fazlasıyla direndi..

Poşetleri dahi uğur böceği resimli olan armağanlar getirmiş bizlere..

Belleğim yaş itibari ile eskisi kadar taze olmadığından biraz düşünmek zorunda kaldım bu uğur böceği sempatisini.. ve hatırladım… ki hatırlamasam da sevgi ablam anı mahalline çoktan gitti ve anlatmaya başladı..

O uğur böceklerini çok sevdiğini söylemiş bana , bundan tam 10 yıl evvel..

Bense hemen reddetmişim… şekilcisin demişim.. neden hiçbir faydası olmayan uğur böceğine bu bağlılık..

Üstelik bir de sorumluluk yükleyip dilek bağlıyorsunuz kanatlarına demişim…

Neden hamamböceği sevilmez deyip hamamböceklerine dair birçok sempatik gelebilecek özellikten bahsetmişim..

Duyanların hamamböceklerini yaşatma ve koruma derneği kurucusu olup dernek başkanı olma gayretim var sanacakları kadar abartmışım olayı.. ki ben bir Akdeniz akşamı koluna konan hamamböceği yüzünden yerinden fırlayıp kolbastı yapmış bir bünyeyim , korkarım çok…

O kadar çok üstüne gitmişim ki sonrasında karşımda duran o kocaman gözlerin havuz problemlerini aratmayacak hızda 1/3 nün dolduğunu  görmüşüm.. (en dayanamadığım eylem de budur…) ağlamak… belki de ben çok çabuk ağladığımdandır… yolda gördüğüm herhangi bir yaşlı teyze bile sus tesisatı kurabilir gözlerimde..

halen 50 kez izlememe rağmen hep sonunun değişeceği umudu taşır hem de çok başarılı ağlarım  ‘selvi boylum al yazmalım’da..

sevgi ablamın ağlaması çok fena üzmüş beni… ne aldığım zeki müren kaseti ne de dilime yapıştırdığım özürler hafifletmemiş vicdanımı.. çareyi kendimi bağlara bahçelere sürgün etmekte bulmuşum… hava o kadar sıcakmış ki güneşle sarmaş dolaş geziyormuşçasına…

ama ben sıcağa rağmen ,

ama ben korkaklıklarıma rağmen ,

ama ben bacaklarımın cılızlığına rağmen ,

ve en kötüsü hemen acıkıyor olmama rağmen ,

bir küçük kavanoz uğur böceği toplamışım sevgi ablama.. hiçbir uğur böceğinin yaşam hakkını elinden almadan üstelik..

birçok dilek dilemiş sevgi ablam..

çocuklardan daha şen gezmiş tüm gün..

uğur böceğine sevdamız bundanmış…

hangi hikayede olursak olalım yokuşun sonu dostlara çıkar…

gülüşünüzle ve dostlarınızla kalın…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Yabancı” Olunması Gereken Bir Şeydir (*)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Yabancı” Olunması Gereken Bir Şeydir (*)

 

Başlıktaki iddialı girişten ben bile korktum; ancak yazmam ve akıtmam lazım zehrimi. Ammawelakin ancak böyle sağaltıyorum, her ne varsa sistemin gelip bana dayadığı/dayattığı. Başka türlü olmuyor, tüm o gülüşler, afilli düşler, görünürdeki sırt sıvazlamalar vs. sırasında, sistemin ikinci örtük eli, ruhumun içine zerk ediyor, beni bana, beni doğama yabancılaştıran tüm kabullerini. Hadi ailemi affediyorum, farkında olmadan bana yükledikleri özgül aile ideolojisinden ötürü, ancak böyle bir rahim bağım olmayanlara, sıla-i rahim eylemeyeceğim, kimse de eyletemez beni bu yaştan sonra. O sebepten, canınız cehenneme, siz sistem sevici zombiler, rahatınız yerinde, hiç bozmayın keyfinizi. İyice yerleşin sosyal sınıflarınıza, Babil kulelerinizde oturup, her yemekten sonra, dişlerinizin arasına sıkışan et parçalarını temizlerken, zihinlerinizdeki Tanrı fikrine bıyık altından sırıtın, “Nassı ama bak oldum görüyor musun? Ben artık altın oldum, iktidar oldum, sömüren oldum….Boşver bunları, sen oldum sen!”

Evet ya sizler büyük put sevicilersiniz ve acıktığınızda, kana susadığınızda ilk onları yersiniz. Eee öyle olacak tabi, az bedel ödemediniz sisteme biat ederken ve ödemektesiniz hala biatinizin sürdürülebilirliğini garantilemek için. Dostum Baudrillard, o da gitti  zaten kim kaldı ki geriye sağlam gerçeklik eleştirisi yapan?, artık diyordu günümüzde geldiğimiz noktada ne merkez sağ ne merkez sol ne de sosyal demokrasi hiçbiri yok, şimdi artık sadece sistem var. Evet sadece kendisini onaylatmış, geçirdiğimiz onca yabancılaşma sancılı/sürecinden sonra, kendisini bizde bizzat içimizde yerleştirmiş, içkinleştirmiş olan sistem. Helal olsun, nihayet oldu işte, “Altın Buzağı” artık hepimizin tanrısı olduğuna ikna oldu. Ki anasını satayım, Musa da yok ortalarda, hane çıksın gelsin, çekildiği inzivadan da, parmağını sallayıp bizleri Hakk’a çağırsın. Ki ben olayım hane, Musa simülasyonu yapayım kendimden desem o da olmaz ki! Bir kere etik değil; çünkü Rabb bana seslenmedi ki Tur-i Sina’da: “Ey Musa, benim ben Allah, Alemlerin Rabbi!” diye.

Gecenin yarısı, kafamın içindeki volkan çoktan patladı ki, onun eteklerinde de hani o yanardağın ben vardım. Welhasılıkelam patlamanın hem öznesi hem de nesnesiydim. Artık bu, birinci tekil şahıs olarak bahsettiğim ben kimsem? Çünkü geçti artık, kendimi tanıdığımı sandığım/kendim zannettiğim dönem. Şimdi artık (Açıkça ard arda seyredip tamamladığım Alien serisinin bende yardığı çağrışımların da etkisi var bunda), ben kendi içinden çıkan “Alien”ıyla kafa kafaya verenim (Bu arada Sigourney Weaver’ın duruş-bakış-dehası tarafımdan gerçek anlamda onaylanmıştır.). Onu, yane şu ünlü yabancılaşma (tüm o resmi ya da egemen ideoloji, kültür, gelenek, eğitim, din, aile vs. dalgaları) süreci ile içime zerkettiğiniz o yalancı-beni, ellerimle kazıyorum bedenimden. Beni bir koza olarak kullanıp atmasına, tamamen ele geçirmesine iznim yok; en azından bu kadarına. Allah’ın bana biçtiği bir sarp yokuş var, eywallah!!! O “Ol” emrinde ya da kovulurken benim ilk prototipim cennetten -Ki aslında her gün her an hikaye kendini tekrar ediyor. Ben burada Adem’in Havva ile yediği elmaya dair bahsi okurken-yazarken bile, hem Adem-Havva hem de ben bilmem kaçıncı defa kovuluyoruz cennetten- pasiftim ve olan bitenin sadece nesnesi’dim. Ancak şimdiiii, kendini Allah veya Allah’ın yargı organı ya da herhangi bir iktidarın odağı sanan kütlesel kitle, bu Alien terli…

Neyse dağınık-sistematik düşünce biçimi olmayan birinci tekil şahıs, ne diyordu? Evet, Alien’ın kendisini bir koza gibi kullanmasına izin vermeyecekti/vermiyordu. Onların yabancılaşma denen şu süreçle, içine attığı her ne zıkkım var ise, bu bağlamda, bu habitusa göre bir şeye dönüştü. Ha ha ha… Evet kendiniz yarattınız bu alienı ( şu noktadan itibaren sözcük küçük harfle yazılacak, çağrışımı cuk oturduğu için de İngilizce olarak kalacak.). Evdeki hesap, bu öznede çarşıya uymadı ya da hem zehir hem de panzehir.

Haaaa ne demiştim, yukarıda bir yerlerde kulelerinizden bahsederken, işte tam oraya tehdit içeren bir boşluk bıraktım. Şimdi onu doldurma anı: alienım da bana benziyor benim alter-egom o, size karşı ürettiğim biyolojik silahım. O yüzden eğer, birinci tekil şahsın tanımladığı anlamda iyiyseniz, sorun yok, o zaman yolunuza çıkmayan derviş olurum. Yok eğer aksi’seniz, korkun; çünkü sizi alien-laştırmaya geleceğim!!! 

‘İbn-i Zerâbî’

(*) Yabancı burada İngilizcedeki Alien sözcüğünün karşılığında kullanılmıştır. Çeviri biraz komik oldu ama, John Lennon’ın da söylediği “Working-class hero” şarkısında böyle bir dize var: “… working class hero is something to be…” (işçi sınıfı kahramanı olunması gereken/ olunan bir şeydir.). Benim yabancım da (Metnin tamamında alien olarak geçecektir.), bir anlamda şarkıdaki işçi sınıfından çıkan kahramana benziyor: öyle doğulmuyor, olunuyor.

(Fotoğraf : Blackhawk..)

Nice Yıllara Aga …

Bugün benim için çok anlamlı ve özel bir gün . Sevgili abim , kadim dostum , aylakadamiz ‘ ın bugünlere gelmesindeki tek insan . Kendisi her ne kadar bunu kabul etmese de , gerçeği en azından ben biliyorum o olmasaydı bugün bu site sadece isim olarak 3-4 kişinin girdiği bir site olurdu . O bu site için yüreğini koydu ortağa . En azından bu yolda beni yalnız bırakmadı o’na ne kadar teşekkür etsem azdır .

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ben aslına bakarsanız kalemi çok güçlü biri değilim pek beceremem yazı yazmayı . Ama içimden gelenleri yazıyorum işte . “Crockett” bugün bir yılı daha devirdi hayatından . Ve önümüzde güzel yıllar bizi bekliyor . İyi ki varsın , iyi ki senin gibi bir dostum var . İyi ki doğdun .

Sitede yazmaya başlayan , “lucy in the sky” , “ters” , “bulut” hoşgeldiniz diyorum aramıza ve  ailemize . Size de tek tek teşekkür ediyorum bu yolculukta yanımızda olduğunuz için . Ama teşekkürlerin Kralını Ece Temelkuran ‘ a gönderiyorum . Sitenin hitlerini maksimuma çıkarttı   habertürk ‘ teki yazısı  ile . İyi ki varsınız Ece hanım . Konu biraz dağıldı , dediğim gibi yazı yazmasını pek beceremem , duygularımı yazıya döktüğümde bunu pek belli edemiyorum ama herkesin “Crockett” gibi bir dostu olmalı bu hayatta .

İyi ki doğdun iyi ki varsın aga . Mutlu yıllara , güzel yıllara , gözlerindeki o gülüş hiç bitmemesi dileğiyle …

Blackhawk yada Crockett ‘ in deyimi ile Reis … 

 

karşındaki senin yansımandan başkası değil.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

karşındaki senin yansımandan başkası değil. 

Bir vakit önce yazmıştım bu yazıyı. Bir gece pıt diye çıkıvermişti içimden, nefes almadan, dönüp düzeltmeden, ikinci kez okumadan, şurası şöyle olsa nasıl olur diye düşünmeden, provasız alabildiğine gelişine vurduğum bir hikaye. Bugün yine yolumu kesti. Başucu kitabı gibi bir başucu yazısı. Ne yazmayı bitirebileceğim bir gün, ne de okumayı. Dönüp dönüp baktığım, hatırladığım, yokladığım, içimin terazisine koyup “bakıyım ne kadar yol almışım” diye tarttığım. Belki bir gün hayat izin verir, gerisini getiririm.

Karanlık basmaya yüz tutmuş, bomboş bir evin içinde “biz ne yapıyoruz?” diye soruyor kendine. Kendi sandığı besbelli “o”, “o” ise kendinden başkası değil. Hemen cevap geliyor: “Yüzümüzü hayata dönüyoruz.” Derin bir nefes alıp önce, sonra büyükçene bir yudum alıyor şarabından. “Elektrik yok, su yok, oturacak bir tabure dahi yok” diyor bu sefer. Karşıdan gelen cevap bir akbaba gibi pike yapıyor çürümeye yüz tutmuş kalp etine: “Bundan milyonlarca yıl önce, ne elektrik vardı, ne su, madam. Ama aşk vardı yine de.” Bu sefer şarap kesmiyor, bir sigara yakıyor. Derin bir nefes çekiyor, öksürüyor. “İyileşmeyen bir yaram gibisin. Kronik bir enfeksiyon gibi ta şuramda. İyileşti sanıp, sırtımı dönüyorum, belki unutursam kendiliğinden kapanır diye. Lakin nafile… Ne zaman yüzümü dönsem göğe, çat, zihnimin kapılarına dayanıyor, var gücüyle.”

Zil çalıyor. Kalkıyor yerinden, hali hazırda yarıladığı şişenin şimdi boş olan yerini bir zaman dolduran kırmızılık, artık damarlarında dolaşıyor. Ona edeceği kırmızı sözler tasarlıyor, kapıya kadarki birkaç adımda. Tüm dünyevi konforsuzluklara inat, ağırlamak için ilk misafirini kapıyı açıyor. Karşısındaki kendinden başkası değil. Ruhu “o”nun suretinde, “o” nun bedeninde, “o”nun gözlerinden bakıyor. Ayna gibi bir şey. Bir vakit önce ettiği, “Korkma, karşındaki senin yansımandan başkası değil” diye bir cümle geçiyor aklından. Yansımasına sarılıyor. Sarılıp, öylece kalıyor. 30 yıllık bir hasret bu. “Seni özlemişim” diyor. “30 yıldır görüşmedik. Nerelerdeydin?” Çantasından iki şişe daha çıkarıyor. “Gece belli ki uzun olacak” diyor. “Bir sürü hikaye biriktirdim sana.”

İki bedende tek ruh, yan yana oturup yere; sözcüklerin dünyasında geziniyorlar sabaha dek. Ağızlarından çıkan kendi sözleri, kulaklarına çalınan da. “İki” olduklarını unutup, aralarında asılı duran 30 yıllık uzaklığı yakın yapıyorlar. “Bir” olmaya kalkıyor kadehler. Parmak uçları köprüler kuruyor kıyıdan kıyıya. Uzak sandıkları meğer kendi nefeslerinden yakınmış onlara, şaşırıp kalıyorlar yabancı sandıkları toprakların bunca tanıdıklığına. Ying’ten yang’a uçuyorlar kelimelere binip. Işıklı, başka türlü bir evrene ışınlanıyorlar etten uzay gemilerinin içinde. Kapılardan geçiyorlar, duvarlardan. Tümden gelip, tüme varıyorlar.

“mişli ve ecekli bütün zamanların barbarlığını. sütlü ve ballı bir şarkı gibi siliyorsun. dudaklarında karanfilli bir sigara gibi tuttuğun gülümsemen. ve iki kadeh zevk parçası gibi salınan ellerinle. duruyorken sen. hangi kapı durdurabilir beni, madam?”

diyor biri.

“dur diyen kim? dayan var gücünle bütün kapılarıma. “

diyor beriki.

sonra sabah oluyor.

‘lucy in the sky’

kıldan tüyden sayıklamalar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 (resim : edvard munch , SCREAM..)

 

 

kıldan tüyden sayıklamalar.. 

‘hepimiz bazen sıkıldığımızda saçma sapan abuk sabuk şeyler yaparız değil mi.. neden yaptığımız o anda belki meçhuldür.. bir içgüdü , bir refleks belki bir anlık öfke.. ben bu duyguyu beş altı senede bir dinlendirmek için bıyıklarımı kestiğimde yaşarım.. ne alaka demeyin çok alakası var.. bıyık kesmek uzun saçı kesmek gibi çok zordur , düşündürür insanı uzun uzun.. makası alırsın eline saatlerce düşünürsün kessem mi kesmesem mi diye aynaya bakarak.. çünkü bıyık , saçınız gibi sizinle özdeşlemiştir.. ama kesmek gerekir bazen dinlendirmek için ve yine de el makasa ya da makineye gitmez..

ben lise ikinci sınıfın yaz tatilinde ilk defa bıyık bırakmıştım.. herkes dalga geçmişti.. ben de onlarla dalga geçmiştim.. bir de bıyık pistir diye bir safsata vardır.. evet pistir bakmazsan bıyığa pis olur.. ama kafanıza her gün tonlarca jöleyi , briyantini boca edip pisliğin dumanın tozun toprağın , egzoz dumanının içinde dolaşırsınız.. ne olduğunu bilmediğiniz kimyasalları sıkarsınız ya da sürersiniz parfüm , bakım kremi vs diye.. onlar pis değildir ama bıyık nedense hep pistir..

valla bıyık çok temizdir ve güzeldir.. bir kere her gün belki sekiz on kere kere yıkanırlar bol sabun ve suyla.. sonra da  tararsınız.. gülmeyin.. hele bazı yaşlı amcalar , dedeler bir de nerden bulurlar bilmem güçlendirmek için kremler filan sürerler , ben hiç kullanmadım krem mrem.. kim bilir belki çok yaşlanınca mecbur kalıyorlar.. bıyık temizdir , elimizden ağzımızdan daha temizdir ,  abartma değil 19 senedir bıyıklı birisinin söyledikleri bunlar..

hele bıyıkla bira içmek ne büyük zevktir.. yazık bayanlar bu zevki hiç tadamayacaklar.. gülüyorum şimdi kahkahalarla..

lise iki de yaz tatili bitip okul başlayınca bıyıklarımı kestiğimde moralim çok bozulmuştu.. tam da yeni oturmuştu bıyıklarım kestiğimde.. ilk kestiğim günlerde nasıl da yağıyordum hep nefret ettiğim eğitim sistemine.. okullardan ve eğitimden nefret ediyorum.. bence torna tezgahları daha az şekilcidir eğitim sisteminden ve okullardan.. ne vardı yani bıyıkla okula gitsem ne olurdu ki.. kime ne zararı var iki parça kıl , tüyün..

neyse ki son sınıfa geçmiştim.. liseyi üniversiteye gitmek için ya da iş hayatına atılmak için bitirmiyordum sanki bıyık bırakma özgürlüğü içindi tüm yaşananlar.. erkekler için konuşuyorum çoğu okul bitsin üniversite başlasın hemen saç uzatacağım hayalindedir.. hiç hayatımda saçımı uzatmadım , uzatmakta istemedim.. hep kısacık kestiririm saçlarımı.. neden bilmiyorum öyle seviyorum.. çünkü berber koltukları ayrı bir hikaye konusu benim için.. berber dükkanlarını ve berber koltuklarını tam bir işkence yeri olarak görürüm.. o koltuğa oturmamla kalkmam arasındaki süre bana yıllar gibi geliyor.. hele o berberlerin özenmeleri , saçma sapan şeylere takmaları of of..

keşke saçım hiç uzamasa ya da bir makine icat etseler biz kafamızı soksak böyle anında içinden kafamız tıraşlı çıksa.. oh ne güzel olurdu..

ya nerde böyle icatlar.. saçma sapan şeyler icat ediyorlar mesela ‘cep telefonu’ gibi.. yazı biraz uzayacak belki fakat biraz da cep telefonu konusunda yağayım sağa sola , kime değerse artık..

‘cep telefonu hayat kurtarıyormuş..’ yok ya ne hayat kurtarması cep telefonu yüzünden kaç hayat kararıyor , kaç ailenin ocağına incir ağacı dikiliyor biliyor musunuz.. cep telefonu hırsızlığı , gaspı , gasp amaçlı cinayetler , kıskançlıklar vs vs.. cep telefonu yüzünden bozulan ilişkiler..

‘bana neden çağrı atmadın’ , ‘seni aradım niye cevap vermedin’ , ‘mesajıma niye cevap vermedin’ , ‘bana niye dönmedin’ vs vs.. dön baba dön bu ne yahu..

eskiden cep telefonu mu vardı.. bizim kibrit kutularından ve iplerden yaptığımız telefonlar vardı sadece.. bir de o ahizeli telefonların güzellikleri , şıklıkları vardı..

şimdi nasıl ama herkesin cebinde bir bazen , iki üç telefon.. baz istasyonu gibi geziyor herkes.. neymiş şirket hattıymış ,  özel hatmış , gizli  numaraymış.. ha benim de iki tane var telefonum da , telefondan benim kadar nefret edip , ulaşılamayan insan yoktur.. sonra cep telefonlarının yaydığı radyasyon.. o apayrı bir akıllarla durgunluk verecek konu.. çocuklar artık okuma yazmayı kalemle kağıtla değil cep telefonundan öğreniyorlar..

sonra en önemlisi de insanların özgürlüklerini sıfıra indirişi var cep telefonunun.. en önemlisi de bu.. bu.. bu..

adam arıyor ‘niye telefonun kapalıydı’ diyor ya çıldırıyorum.. ‘sen kimsin la.. sana ne la-n..’ kapatırım kapatırım.. kural mı var.. beğenmezsen beğenme bana ne.. ben böyleyim kardeşim..

belki kenefteyim , belki banyodayım tövbe tövbe.. tutacaksın atacaksın kubura sifonu çekeceksin , kurtulacaksın bu esaretten..

sonra belki ge-ber-mi-şim , toprağın altına boncuk gibi yatırmışlar beni.. açamam telefonu nasıl açayım öbür tarafta.. öbür taraf henüz kapsama alanı dışındaymış.. reklamlarında anayasa , manayasa yapmaya başlayan gsm operatörleri henüz öbür tarafı kapsama alanına alamamışlar kusura bakmayın..

bir de geceleri aranmalar vardır.. tüm gün aramazlar hava kararır , tam böyle günün stresini atmak için gevşemeye çalışıyorsundur zırttttttttt telefon çalar.. nefret ,  nefret , nefret..

bakarım numaraya bakarım , bakarım , bakarım.. düşünürüm yahu arkadaş arayan gündüz niye aramaz.. neden.. tüm güne kıran girmiş sanki.. hele bizi gecenin hangi saati olduğu fark etmez ararlar ya biterim o aramalara..

‘alo arkadaşlarla oturuyorduk da bizim işin bahsi geçti arayalım bir durumu soralım dedik ne alemdeyiz diye..’ o anda ben yağmaya başlarım ‘senin ben işini de..’ neyse boş verin..

hele içki sofralarından sizi ararlar ya aman aman evlere şenlik.. ben karşı tarafın alkollü olduğunu hissedince direk küfür eder kapatırım.. ben ‘aksırıp tıksırıncaya kadar içmeyi’ şiar edinmiş birisi olmama rağmen nefret ederim böyle rakı masalarına meze olmaktan..

sonra bir de gece yarıları abuk sabuk mesajlar atılır size.. uykularınızı kaçıracak cinsinden.. onlara direk telefon açar yağarım zaten..

daha fazla uzatmayayım telefon hikayesini bir anımla bitireyim bu bahsi.. ben üniversite yıllarım sırasında bir yandan çalışıp işi öğrenmeye çalışırken yanında çalıştığım adam bana bir telefon vermişti , ilk çıkan cep telefonu markasından.. yaklaşık bir , bir buçuk kilo ağırlığında , telsiz gibi.. sanırım şimdi tarih oldu o marka.. o telefon abartısız evdeki ahizeli telefonlar kadar ağır ve ‘tır dorsesi’ gibiydi.. güvenlik kapılarından geçerken polisler ya da güvenlikçiler kafa bulurlardı : ‘adam öldürür bu beyefendi , silahtan tehlikeli , almasak mı içeri girerken bu telefonu’ diye.. o telefondan bir sene de zor kurtulmuştum , bayram etmiştim kurtulduğumda..

nereden nereye geldik neyse işte bu cep telefonu icat edilmeyeydi de berberler yerine bir makine icat etselerdi kafamızı içine sokup bir dakikada tıraşımızı olsaydık ne olurdu sanki..

işte ben de böyle bir berber , saç kesme fobisi ve yanlış anlaşılmasın sadece kendim için uzun saç nefreti olan bir çatlağım.. hadi çık çıkabilirsen işin içinden..

benim 1989’dan beri berberim aynı adam.. lisede bir arkadaşım orayı tavsiye etmişti.. ben de hep oraya gittim şimdiye kadar.. beni , ne istediğimi bilen tanıyan birisi bu ustamız.. az laf çok hızlı iş istiyorum.. ama nerede..

saçımın çoğu yerini makineyle aldırmama rağmen bir saç tıraşı bir buçuk saat sürer mi kardeşim.. deliriyorum , her defasında on kere kalp krizi geçirir gibi oluyorum.. bayılacakmış gibi hissediyorum kendimi.. hele yazları.. of of..

bir de gözlerini kapatamazsın hiç berberde.. hep tetikte olacaksın.. seni yirmi senedir tanısa bile bir abuk sabukluk yapar hemen bıyığınıza ya da saç şeklinize kendi kafasına göre el atar.. değişiklik yapmak ister.. hele bıyığıma dokunduklarında deliririm.. bir de tutarlar kulağınızdaki , yanağınızdaki , burnunuzdaki kılınızı tüyünüzü çakmakla yakmaya kalkarlar psikopat gibi ,  delirmemek elde değil..

bıraksana kardeşim ben maymundan geliyorum , bırak kulağımdaki kılı tüyü.. vardır bir hikmeti o tüylerin ne yakıyorsun.. sen saça bak saça.. olmazsa bir ara geleceğim sana bir ağda yap kafama komple , yüzüver tüm kılları tüyleri sana da bir daha iş kalmasın yahu.. delirtmeyin beni..

 ama eminim ben yaşlılığımda delireceğim bu berber meselesi yüzünden , öyle görünüyor.. alakası pek yok ama dün gece yarısından sonra romain gavras’ın (costa gavras’ın kendisi gibi yönetmen olan oğlu) ilk uzun metrajlı filmi ‘notre jour viendra’yı izledim.. başrolde en sevdiğim yabancı erkek oyuncu ‘vincent cassel’ oynuyordu.. cassel sevgimi , itiraf ediyorum ‘aşkımı’ anlatırım bir gün..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse bu vincent cassel son iki üç filmdir bayağı bir kıllı tüylü bir şeydi , saç sakal birbirine karışmış şekilde boy gösteriyordu..

en son aronofsky’nin siyah kuğusunda portman’a eşlik etmişti.. orada yine saçlar uzundu.. halbuki cassel hep kısa saçın hastasıdır benim gibi..

ancak dün izlediğim romain gavras’ın ‘notre jour viendra’ filminde saç sakal birbirine girmiş bir  psikanalisti oynuyordu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘patrick’ adlı bu adam aynı zamanda yön-len-di-ri-le-bi-lir ve yön-len-di-re-bi-lir bir sosyopattır..

cassel yine bu karakteri canlandırırken on numara bir oyunculuk çıkarıyordu..

ırkçılığın kıçına tekme atan , attıkça da coşan coşturan bir film bu.. aidiyet kavramını sorgulayan , bireyselleşme mücadelesinde yaşanan savaşları da derinlemesine inceleyen nihilist ve anarşist öğelerin doruğa çıktığı bir yol filmi bu.. filmin çok sarsıcı anları var.. izlerken pataklandığınızda anlarsınız..

‘gaspar noe’ ve ‘haneke’den sonra tokat atan , sarsan , tartaklayan filmler yapan biri daha sinema dünyasına girdi ya romain gavras’la birlikte aman da ne güzel oldu.. çoğalın çoğalın.. tokatlayın insanları kendilerine getirene kadar.. 

konuya döneyim işte dünkü filmin ikinci bölümünde , ben ‘delirme evresi’ diyorum bu bölüme – bazıları isyan evresi diyor (isyan , delirmeyle birlikte olur , delirmezsen isyan edemezsin , delilik güzelliktir bir gün insanlık bunu anlayacak) – işte orada cassel öyle bir halde ekrana yansıyor ki saç , sakal , kaşlar kesilmiş halde bir anda ortaya çıkıyor.. dehşete düştüm.. beş on dakika sonra patrick’in himayesine aldığı ‘remy’ adlı gencin delirme sahnesinde ‘remy’nin eline jileti alıp saçlarını ve kafasındaki kılı tüyü kesmesi sahnesi vardı ki işte korkarım gözlerimden yaşların aktığı o sahnedeki gibi ben de bir gün öyle yapacağım bu berber işkencesinden kurtulmak için..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

türkçesi ‘bizim de günümüz gelecek’ olan film mutlaka izlenmesi gereken filmlerden birisi olacak sinema tarihinde.. cassel ise yine en büyük oyuncu olduğunu ispatlıyor bu filmiyle..

ha bu arada filmi ‘ümo’ da izleyecek.. ‘ümo’ eminim gelip kafama kakacak filmi ama umurumda değil.. sinemaya bakış , hayata bakış gibidir.. değişir kişiden kişiye göre..

neyse efendim esas konumuza tekrar giriyorum.. (bu arada çaktırmayın esas konumuz neydi iki saattir onu düşünüyorum..)

işte uzun uzun 19 senelik ‘bıyıklı’ ben , geçen ay saatlerce düşünerek geçtim aynanın karşısına elimde makas uğraştım durdum kesebilmek için bıyığı.. en son yedi sene önce dinlendirmiştim sanırım.. kesemedim.. gittim uzandım..

birden aklıma iki sene önce izlediğim yine bir fransız filmi olan yönetmen emmanuel carrere’nin ‘la moustache’ (bıyık) adlı filmi geldi.. onu izleyeyim biraz belki ilham gelir gider kesebilirim sonra bıyığımı dedim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse benim çok sevdiğim ama yine ‘ümo’ ve diğer bazı arkadaşların ‘bu ne lan , film mi bu’ diye sert tepki verebileceği güzel bir psikolojik gerilim film ‘la moustache’..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

başrollerinde ise gözlerine aşık olduğum , kendisine ise uzun süre vurulduğum ‘emmanuelle devos’un ve ‘vincent lindon’un başrollerinde oynadığı 2005 yapımı bir film bu.. filmdeki baş karakter ‘marc thiriez’ adeta kendisiyle özdeşleşmiş olan , yıllardır hiç kesmediği bıyığını kesmeye karar veren başarılı bir mimardır.. karısı ve arkadaşları kendisindeki bu değişikliği fark etmediklerinde , kendisini kendi akıl sağlığından bile şüphe eder hale getiren bir girdabın içinde bulur kahramanımız.. ‘marc’ özenle planlanmış bir komplonun kurbanı mıdır yoksa dünya da korkunç değişiklikler mi olmaktadır.. cevaplarını filmin ilerleyen sahnelerinde belki bulabileceğiniz sürükleyici bir gerilim filmi bu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele bir vapur iskelesi sahnesi vardır ki dakikalar boyunca aynı sahne tekrar eder.. bir an kendinizi o vapur iskelesinin içinde sanırsınız.. o kadar özdeşleşirsiniz o sahneyle.. ben yeter bitsin diye neredeyse bağıracaktım o sahnede..

işte ben filmi tekrar koydum , izlemeye başladım.. hayran hayran bir süre ‘emmanuel devos’un gözlerinde kaldım , izledim , durdurdum filmi gözlerinde , sonra başlatıp tekrar izledim.. birazını izlerim diyordum sonra film aldı gene izletti kendini sonuna kadar..

film bittiğinde makası bırakıp kalktım bir hışımla elektrikli sakal makinesini çalıştırıp bıyığın dibine vurdum.. kendimi şekilden şekle soktum bıyığımı keserken.. içim kan ağlarken bir yandan da eğleniyordum..

ve işte bitmişti işkence.. gözlerimden bir damla yaş döküldü.. kestiğim anda özledim bıyığımı.. filmdeki gibi garip bir adam oluverdim o anda.. fakat yanımda ‘emmanuel devos’ yoktu , tek farkım buydu.. gülüyorum yine..

bıyıksız halimi ilk gören annem oldu bir çığlık attı , ‘oğlum ne yaptın’ diye bağırdı.. ‘sakin ol’ dedim ‘kökü bende , dinlendirmek için kestim..’ ‘bir sorun mu var’ dedi hemen.. ‘evet bir sorun var.. sorun hayat , sorun nefes almak’ diye bağırarak söylemek istedim ama anneme kıyamam , onun suçu yok hayatın böyle iğrenç , tekdüze , saçma sapan olmasından.. içimden bağırdım hayata..

sonra babam gördü , gülümsedi o da ‘hayırdır’ dedi.. ‘hayır hayır’ dedim.. beraber güldük..

sabah ‘ciğerim’ arabada yanıma oturduğu anda öyle bir kahkahayla çığlık attı ki ben de dikiz aynasına bakarak kahkaha attım..

sonra pirimiz ‘halo dayı’ gördü arabaya bindiğinde , ‘bu ne müdür , hayırdır niye kestin’ diye sordu.. ‘seni daha güzel öpebilmek için’ dedim , dediğim anda okkalı bir küfür savurdu öksürüklere boğularak gülerken..

ama hemen özledim bıyığımı ve kestiğim günden beri sakalımı kesmedim yine bıyık bırakabilmek için..

bıyık bir yaşam tarzı.. alışan onsuz yapamıyor.. zaten beyazlayınca keseceğiz.. ki sakala bıyığa ak düşmeye başlayalı çok oldu.. bari bırakın bizi kınamayı da bıyığımızı sakalımızı özgürce bırakalım be yahu.. ben bazen espri yaparım ‘ciğerim top sakallı , ben de bıyıklı doğmuşuz’ diye.. gerçekten bizi kimse bıyıksız , sakalsız bilmez , tanımaz..

ha bugün epeyi sayıkladım burada ama size tavsiyem yukarıdaki filmleri bulun izleyin.. ‘saçma film ,  böyle film mi olur lan’ diyin ama izleyin sonlarına kadar.

hadi size kıldan , tüyden bir film daha söyleyip sizi gene gıcık edeyim diyorum yunan bir yönetmenin filmi var onu da bulun izleyin.. değişik , değişik olduğu kadar da rutinin dışında bambaşka bir aşk hikayesi izleyin diyecektim ki vazgeçtim yine gıcıklık yapıp.. sonra anlatırım..

bu arada ‘aylak adamız’ benim tabirimle kelimelerle dövüşülen insanların pek birbirini tanımadığı bir çeşit ‘dövüş kulübü’ haline gelmeye başladı.. bu çok sevindirici.. herkes bilsin ki  yazarların çoğunu görmedik , sesini duymadık ve tanımıyoruz.. burası insanların kelimeleriyle hayatla ‘dövüştüğü’ ve yalnızlıklarını , umutlarını , acılarını , sevinçlerini , öfkelerini ve paylaşmak istediği şeyleri paylaştığı bir sahneye dönüşmeye başladı.. ne güzel.. ayrıca ‘lucy in the sky’dan sonra aramıza katılan  ‘ciğerim’e ve ‘bulut’a hoş geldin diyorum buradan.. ve sırada gelecek olanlara hazırlanın , sürprizler devam edecek..

bitirirken yukarıda o kadar anlattık hadi bari romain gavras’ın ‘notre jour viendra – bizim de günümüz gelecek’ adlı filminden bir replikle bitireyim :  ‘hareketlerim, davranışlarım sizi rahatsız mı ediyor.. güzel.. onları daha fazla yapacağım.. böylece nihayet olmam gereken kişiye dönüşebilirim.. ve bu nefrete , bu utanca rağmen beni olduğum gibi seveceksiniz..’

gülüşünüzle ve sinemayla kalın..’

Crockett..

 

 

ÖFKE DAMAKTA KIZGIN BİR TAT BIRAKTIĞINDA…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖFKE DAMAKTA KIZGIN BİR TAT BIRAKTIĞINDA… 

Bugün tam da öyle bir gün hiçbir şarkı hiçbir şiir beni dindirmiyor içimde koca koca dalgalar beni yutuyor sanki…

Şimdi İstanbul da olmak vardı deyip susuyorum sadece…

İşte ancak o geçirirdi bu halimi…

Bu satırları okuyan ‘reis’ eminim “la günlüğe dönüştürdünüz burayı” diyordur ..

Ama yazmak birazda öfkeyi dindirmek için değil midir (geriye kalan tüm satırlar için affet cümlesiydi bu ‘reis’ ! )

 Şöyle bir bakıyorum da çok yaşlanmışım , onlarca şiir var yaşlılık üstüne aklınıza hangisi gelirse işte onu hayal edin burada , bilmiyorum eskiden kaybedecek şeyim mi yoktu yoksa ‘deli kan mıydı’ akan damarlarımda, uçurumdan aşağıya ayaklarımı sarkıtıp hiç ölmeyecekmiş gibi çığlık çığlığa kahkahalar atan ben miydim gerçekten…

Ata binmelerimi hatırlıyorum alıp başımı dağlara gidişlerimi ve kayboluşlarımı…

Ve cebimdeki son parayı trene verip İstanbul’a kaçışlarımı sokaklarını, her gece İstanbul çocuğu olarak doğmadığım bir dünya’ya lanetler okuyuşumu …

Ah gerçekten ben miyim bu korkak, bilmiyorum..

O zamandan bu zamana sadece kaybetmeye korktuğum şeyler biriktirmişim anlaşılan…

Zamanın birinde bir masal duymuştum.

“Ülkenin birinde bir büyü dükkanı varmış ancak büyülerin bedeli büyüye göre değişirmiş günün birinde yaşlı bir kadın bu büyü dükkanına gitmiş ve hayatını yeniden yaşamak istediğini söylemiş , böyle bir büyü istemiş, büyücü -tabi demiş böyle bir büyü yapılabilir ancak bana hafızanızı vermeniz gerek karşılığında- kadın biraz düşündükten sonra demiş ki ama sizin bu biçtiğiniz bedel bir kadının çok beğendiği bir tokayı saçları karşılığında alması gibi!

 Hayatımı yeniden yaşasam da aynı şeyleri yapardım galiba bende…

Hayatla ölüm arasında bir fark gözetilmediğinden belki tüm bu delilikleri yaparız gençliğimizde…

Hadi bu gece itiraf edelim ölümü arzularken bile kafamızda hep vazgeçemem dediklerimiz var ve dostlar işte tam olarak bu yaşlandığımızın en şahane belirtisi…

 Evet hadi kapayın gözleri, kolaysa..

Not: ‘Lucy in the Sky’ ve ‘Bulut’ hoş geldiniz… Geldiniz de ne iyi ettiniz… 

Eyvallah… 

‘TERS’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraflar : ‘BLACKHAWK’..)

Ahmed Arif – Vay Gurban

1927 yilinda Diyarbakir’da dogdu, 2 Haziran 1991 tarihinde Ankara’da öldü. Ortaögrenimini Diyarbakir Lisesi’nde tamamladi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Cografya Fakültesi Felsefe Bölümü ögrencisi iken 1950’de Türk Ceza Yasasi’nin 141. maddesine aykiri davranmak saviyla, 1952’de gizli örgüt kurma saviyla iki kez tutuklandi, yargilandi ve 2 yil hüküm giydi. Cezaevi günleri sona erince Ankara’daki gazeteler ve dergilerde teknik islerle ugrasarak yasamini kazandi. Toplumcu gerçekçi siirimizin ustalarindandir. Yasadigi cografyanin duyarliligi ve halk kaynagindaki sesini hiç yitirmeden, lirik, epik ve koçaklama tarzini kusursuz bir kurguyla kullanarak, özgün, tutkulu, müthis ezgili çagdas siirler yazdi.

Dağlarının, dağlarının ardı,

Nazlıdır.

Uçurum kıyısında incecik bir yol

Gider dolana dolana,

Bir hastan vardır, umutsuz,

Belki Ayşe, belki Elif

Endamı kuytuda başak,

Memesinin, memesinin altında,

Bir sancı,

Bir hayın bıçak…

 

Ölüm bu,

Fukara ölümü

Geldim, geliyorum demez.

Ya bir kuşluk vakti, ya akşamüstü,

Ya da seher, mahmurlukta,

Bakarsın, olmuş olacak.

Bir hastan vardır umutsuz,

Hasreti uykularda,

Hasreti soğuk sularda.

Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,

İki mavi, kocaman korku çiçeği,

Açar, derin kuyularda…

 

Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.

Hiç akıl edip de düşünen var mı?

Gün kimin hesabına tutar akşamı,

Rahmetinden kim demlenir bulutun,

Hayırlı evlat makina

Nasıl canavar kesilir.

Kurdun, karıncanın rızkını veren

Toprak nasıl ayartılır,

Yüz vermez topal öküze,

Ve almaz koynuna kara sabanı.

 

Sepetçioğlu’m bir kömür işçişidir,

Mavzer değil, kürek tutar Urfalı Nazif

Mal, haraç-mezattır,

Can, pazar-pazar.

Kırmızı, ak ve esmer,

Yumuşak ve sert buğdayları

Yaratan ellerin sahibidir bu,

Kör boğaz, nafaka uğruna,

Haldan düşmüş, tebdil gezer…

 

Dağlarının, dağlarının ardı,

Nasıl anlatsam…

Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.

Çırılçıplak,

Vay kurban…

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”

Yiğitlik, sen cehennem olsan da bile

Fedayı kabul etmektir,

Cennet yapabilmek için seni,

Yoksul ve namuslu halka.

Bu’dur ol hikayet,

Ol kara sevda.

 

Seni sevmek,

Felsefedir, kusursuz.

İmandır, korkunç sabırlı.

İpin, kurşunun rağmına,

Yürür, pervasız ve güzel.

Sıradağları devirir,

Akan suları çevirir,

Alır yetimin hakkını,

Buyurur, kitabınca…

 

Gün ola, devran döne, umut yetişe,

Dağlarının, dağlarının ardında,

Değil öyle yoksulluklar, hasretler,

Bir tek başak bile dargın kalmayacaktır,

Bir tek zeytin dalı bile yalnız…

Sıkıysa yağmasın yağmur,

Sıkıysa uykudan uyanmasın dağ.

bu yürek, ne güne vurur…

Kaçar damarlarından karanlık,

Kaçar, bir daha dönemez,

Sunar koynunda yatandan,

Hem de mutlulukla sunar

Beynimizin ışığında yeraltı.

 

Her mevsim daha genç, daha verimli,

Sunar, pırıl-pırıl, sebil,

Ömrünün en güzel aşk hasadını,

Elimizin hünerinde yeryüzü.

Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar,

Bir’e on, bir’e yüz’le akşama gebe

Şafakla doğan işgücü.

Yalanım yok, sözüm erkek sözüdür,

Ol kitapta böylece yazılıdır,

Ol sevda, böyledir çünkü..

 

Ahmed Arif

güzeldir kadıköy..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : ‘lucy in the sky’)

 

güzeldir kadıköy…

 

kaybedenler kulübü’nü seyrettim dün. film malum kadıköy’de geçiyor. kadıköy’ü iyi bilirim. lise ve ünivesite yıllarım kadıköy’de geçti. iliğime kemiğime işledi o sokaklar. kesin hücrelerimde hala vardır biraz moda rüzgarı, biraz bahariye gürültüsü, biraz sahaf kokusu.

filmi izlerken bindim bir zaman makinesine 1990’lara ışınlandım. 90’ların masumiyeti başka. yönetmen ucundan kıyısından anlatmış o hissi. şimdi içinde yaşadığımız realiteden çok farklıymış her şey. hatırlayınca şaşırıyor insan o zamanki ortamı, insan hallerini, o zamanki sevmeleri, şarkıları. her şey ne çok değişmiş. biz ne çok değişmişiz. şunun şurasında 10-15 yıl.

geçen zamanda kadıköy’le gönül değil ama fiziksel bağlarımı kopardım. topladım hayatımı “karşı”ya taşıdım.

ama ne zaman istanbul’dan darlanırım, avrupa yakasının ciddiyetinden fenalık gelir, bir vapur paklar beni. biner, iki çay içimi sürede kadıköy topraklarına ayak basarım. içimdeki 19’luk kız çocuğunun izlerini sürerim.

güzeldir kadıköy. cicidir. eski bir akrabayı ziyaret etmek gibidir. neyse. kaybedenler kulübü’nün üzerine uyuyup -nasıl bir alaka kurmalı bilinmez- rüyamda lacivert bir uzay gemisinin istanbul’a gelişine heyecanlandım. herkes kaçışırken bende düşündürücü bir “sonunda geldiler!” neşesi. sabah gözüme giren güneşle uyanıp uzaktan gelen inşaat makinesi sesini bir an olsun balıkçı teknesi “taka taka”sı da sanınca, “evet” dedim “benim biraz ev-iş çemberimin dışına çıkmam, rutini kırmam lazım.”

baktım güneş var; hatta perdeden süzüp kendini evin duvarına resimler falan çiziyor. böyle bahar gibi, yaz gibi, deniz kenarı gibi, domatesli salatalıklı kahvaltı gibi, iyot gibi, tahta masalar gibi, kedi gibi, kuş gibi bir sabah. olacak gibi değil, vapura binip bir deniz üstü havası almak, boğaz rüzgarında biraz ürpermek, çay içmek, çay içerken hayallenmek ve sonunda  kadıköy ülkesine adım atıp sokaklarında turlamak şart oldu. turladım da. hatta kadife sokak’ta bira eşliğinde mini bir aylak adam toplaşmasına bile iştirak ettim. onu da başka bir hikayede anlatırım.

‘lucy in the sky’

 

kalabalığım çok…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kalabalığım çok…

 duyduğum acının ömrüne zaman biçemediğim , yalnız gidilen sinema biletlerini koleksiyon yaptığım , sanki sıkıntıyı dar boğazlı bir kazak gibi üstüme geçirdiğim günler geçiriyorum…

bu süreçte bana nasıl sevinç oldunuz bilemezsiniz… gülten akın’ın bir şiirini ararken buldum sizi.. ve çok sevdim…

çocukluk hayalim vardı benim.. cümle alem çocuk , doktor , mühendis olmak isterken, ben sezen aksuyla aynı sahnede olma hayali kurardım.. ama çokta aza kanaat eden halimle, sadece bir seferlik.. yaşımız zamana ayak uydurmaya başladıkça.. benim bu hayalim konserine gitmeye fit oldu.. buna da şükür dedim tabi.. çünkü yıllarca radyolarda şarkısının çıkmasını bekleyip, üstünden bantlamak suretiyle kayıt yapılabilir hale getirilen kasetlere çeken bir bünye olarak konser bile dizginsiz bir hayal gibiydi… her neyse sevgili dostum özlem… ömrümün en anlamlı hediyesini verdi ve ben nihayet 29 yaşımda sevgili rengim sezen aksu’yu, ağzımda garip bir tat , içimde milyon güvercinin uçuştuğu bir halde dinledim..

konser çıkışında ki , ben o gün başı arkaya dönük olduğu halde hiç düşmeden yürüyebilen insan ödülü almalıydım…. işte herkes şu cümleyi kuruyordu ”gördün mü lan sezen aksu tüm şarkıları bana bakarak söyledi…”

işte size rastladığımda da bunu hissettim bunu duydum bir yerlerden…

gülüşünüzle kalın… iyinizde kalın… iyi sizin için ne ifade ediyorsa işte orda kalın…

 

‘BULUT’