Archive for the ‘Sanat’ Category

ARA GÜLER

“Yaşam size verilmiş boş bir film;
her karesini mükemmel bir biçimde
doldurmaya çalışın.”
Ara Güler

Ülkemizin fotoğraf alanında yetiştirdiği en önemli isimlerin başında gelen Ara Güler tam adıyla Aram Güleryan kendi web sayfasındaki biyografisine göre 16 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu. Beyoğlu’nda ecza deposu sahibi varlıklı bir ailenin tek oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Ortaokulu Pangaltı Lisesinde bitirmiştir. Liseye Getronagan Ermeni Lisesi’nde başlamış ve bir dönem Galatasaray Lisesi’ne kayıt yaptırsa da lise eğitimini  Getronagan Ermeni Lisesi’nde tamamlamıştır.

Ortaokul üçüncü sınıftayken eline ne geçerse okuyan ve kendi çağında öyküler kaleme alan Ara Güler “Haber Akşam Postası” gazetesinin çocuk sayfasına “Mahkum” adlı kısa öyküsünü yollamış ve bu öyküsü 1946 yılında yayınlanmıştır.

Lise yıllarında okulu kırmaya başlayıp Beyoğlu sokaklarında vakit geçirmeye başlayan Ara Güler’deki bu değişimleri fark eden babası -okumaya gönüllü olmadığını düşündüğü oğlunun “avare olmaması için” çareler düşünmeye başlamış ve arkadaşı olan pek Film Şirketi’nin sahibi İhsan İpekçi’den oğlunu yanına “çırak” olarak kabul etmesini  sağlamıştı. Bu işe girdikten sonra filmlere ve sinemaya tutkuyla bağlanan Ara Güler sinemalara gelen hiçbir filmi kaçırmamaya, bazılarını defalarca izlemeye başlamıştır. Oğlunun sinemaya ilgisini gören babası Dacat Bey oğluna 35 mm’lik bir film gösterme makinesi almıştır. Çok kaliteli ve pahalı bir makine olan bu hediyeyle Ara Güler okullarda ve aile meclislerinde filmler göstermeye başlamıştır. Bu film gösterme işini kendini hayli kaptıran Ara Güler okulunu da aksatmaya başlamıştır. O sıralarda Doğan Film Stüdyolarını da gitmeye başlamıştı, burada özellikle o dönemde furya olan Arap filmlerinin dublajı yapılıyordu. Bir gün yine Doğan Film Stüdyosu’nda çalışırken çıkan bir yangından kıl payı kurtulmuş, babasının da izlediği bu yangından çok korkan Ara Güler’e babası bir daha stüdyolara gitmesini yasaklamıştır.

Filmcilikten baba zoruyla ayağı kesilen Ara Güler bunun üzerine anne tarafından mesleklerden biri olan tiyatroya yönelmiş ancak Ara Güler’in tiyatrodan beklentisi oyuncu olmak değil tiyatroyu hazırlayan adam olmaktı. Lisedeyken film stüdyolarında sinema sanatının her alanında çalışırken bir yandan da Muhsin Ertuğrul’un Tiyatro Kurslarına devam etmiştir. Bunun nedeni de yönetmen veya oyun yazarı olmak istemesidir. Onlarca piyes ve oyun yazmış ama bunları daha sonra yırtmıştır. “Bir Garip Yılbaşı Gecesi” adlı tek perdelik piyesini daha sonra öykü haline getirip Yeni İstanbul Gazetesi ile New York Herald Tribune gazetelerinin ortaklaşa düzenlediği Dünya Hikaye Yarışmasına göndermiş bu öyküsü 422 öykü içinde yayımlanmaya değer 30 eserden biri olarak seçilmiştir.

O sıralarda gazeteciliğe de merak sarmaya başlamıştır Ara Güler. Babasının verdiği parayla ilk fotoğraf makinesi olan Rolleicord II’yi Tünel’de fotoğraf malzemeleri satan Mösyö Kalimeros’un dükkanından aldığında 22 yaşındaydı. Bu makine o dönemde Cağaloğlu’ndaki gazetecilerin kullandığı makineydi. Fotoğraf makinesini aldıktan sonra önüne çıkan her şeyi, her gördüğünü çekmeye başlamıştır. Bu durum etrafındaki herkesin dikkatini çekmiştir.

Babasının eczanesinin depo olarak kullandığı üst kattaki bölümü karanlık oda haline getirmiştir. Ara Güler içinde büyüyen gazetecilik tutkusuna yönelik ilk adımlarını öykülerini yayımlayan İstanbul’daki Ermeni Cemaati’ne ait gazetelerde atmıştır ve ilk fotoğrafları Jamanak adlı gazetede yayımlanmıştır. Jamanak adlı gazete ilk röportajı olan Kumkapı Balıkçı röportajı da yayımlanmıştır.

Ara Güler’in meşhur Kumkapı Balıkçıları röportajı fotoğrafları vardır. Balıkçıların yokluk döneminde ispirtolu rakı içtiklerini röportajında yazınca Kumkapı balıkçıları yanlış anlayıp, isyan edip çalıştığı gazetenin kapılarına dayanıp protesto gösterileri yapmıştır.

 

 

Ara Güler İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin Gazetecilik Enstitüsünde okumaya başlarken eş zamanlı olarak da 1950’de Yeni İstanbul Gazetesi’nde gazeteciliğe başlamıştır. İlk göz ağrısı Ermeni cemaati gazetelerinden ayrılmasının sebebi daha geniş kitlelerle buluşan gazetelerde çalışarak fotoğraflarını daha fazla insanın görmesini istemesiydi.

Fransızların ünlü belgesel fotoğrafçısı Henri Cartier-Bresson’la 1953 yılında tanıştıktan sonra Paris Magnum Ajansına katılmıştır. Aynı yıl İngiltere’de yayımlanan “Photography Annual Antolojisi” Ara Güler’i dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından birisi olarak gösterdiğinde henüz 25 yaşındaydı. Yine aynı yıl Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği’ne (ASMP) ülkemizden kabul edilen tek üye fotoğrafçı oldu. Ara Güler 1954 yılında ise Hayat Dergisi’nin fotoğraf bölüm şefi olmuş ve 1962 yılına kadar bu görevi sürdürmüştür. 1955 yılında İstanbul’da azınlıklara karşı gerçekleştirilen  6-7 Eylül olaylarını fotoğraflayarak meydana gelen tahribatı belgelemiştir. 1958 yılında dış basından Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakın doğu foto-muhabirliği görevlerini üstlenmiştir.

Ara Güler 1962’de Almanya’da çok az fotoğrafçıya verilen “Master of Leica” unvanına layık görülmüştür. İsviçre’de çıkan “Camera” dergisinde Ara Güler adına özel bir sayı yapılmıştır. 1964’de Mariana Noris’in ABD’de basılan “Young Turkey” adlı yapıtında Ara Güler’in fotoğrafları kullanılmıştır. 1967’de Japonya’da çıkan “Photography of the World” antolojisinde Richard Avedon ile birlikte bir dizi fotoğrafı yayınlanmıştır. 1967’de Kanada’da açılan “İnsanların Dünyasına Bakışlar” sergisinde, 1968’de New York Modern Sanatlar Galerisi’nde düzenlenen “Renkli Fotoğrafın On Ustası” adlı sergide; aynı yıl yine Almanya’da, Köln’de Fotokina Fuarı’nda yapıtları sergilenmiştir. Ara Güler’in 1970’de “Türkei” adında fotoğraf albümü Almanya’da yayımlanmıştır. Sanat ve sanat tarihi konularındaki fotoğrafları ABD’de Time-Life, Horizon ve Nesweek kitap bölümlerince ve İsviçre’de Skira Yayınevi tarafından kullanılmıştır. İskoç soylularından olan ve Atatürk ile Osmanlı İmparatorluğu’yla ilgili kitapları da olan  Lord Kinross’un 1971’de yayınlanan “Hagia-Sophia” (Ayasofya) kitabının fotoğraflarını çekmiştir.

Yine Ara Güler Skira yayınevince Picasso’nun 90. yaş günü için yayımlanan “Picasso Metamorphose et unite” adlı kitap için Picasso’nun foto-röportajını yapmıştır. 1972’de Paris Ulusal Kitaplıkta Ara Güler’in sergisi açılmıştır. 1975’de ABD’ne davet edilmiş ve birçok ünlü Amerikalının fotoğraflarını çektikten sonra “Yaratıcı Amerikalılar” adlı sergisini dünyanın birçok kentinde sergilemiştir. Ara Güler yine 1975 yılında Yavuz zırhlısının sökülmesini konu alan “Kahramanın Sonu” adlı bir belgesel film çekmiştir.

1975 yılında birinci evliliğini Perihan Hanım ile yapan ve 4 sene sonra da boşanan Ara Güler ikinci evliliğini, 1980 yılında tanışıp 1984 yılında Suna Taşkıran Hanım ile yaptı. Eşi 2010 yılında vefat etti.

Ara Güler 1979’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “Foto Muhabirliği” dalındaki birincilik ödülünü almıştır.

1980’de fotoğraflarının bir kısmı Karacan Yayıncılığın bastığı “Fotoğraflar” adlı kitabında basılmıştır. 1986’da Hürriyet Vakfı’nca basılan Prof. Abdullah Kuran’ın yazdığı “Mimar Sinan” kitabını fotoğraflamıştır. Aynı kitap 1987’de “Institute of Turkish Studies” tarafından İngilizce olarak yayınlanmıştır. 1989’da “Ara Güler’in Sinemacıları” kitabı basılmıştır.

Ara Güler 1991’de Dışişleri Bakanlığı için Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) “The Sixth Continent” adlı kitabını fotoğraflamıştır.

Bu arada bütün dünyayı gezerek foto röportajlar yapan ve bunları Magnum Ajansı ile dünyaya duyuran usta fotoğrafçı İsmet İnönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yapmış ve fotoğraflarını çekmiştir. Bunlardan en ünlüsü fotografçılara poz vermeyen Picasso röportajı olmuştur.

Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları 1992’de Fransa’da, ABD ve İngiltere’de “Sinan, Architect of Soliman the Magnificent” adlı kitabı yayımlanmıştır. Yine aynı yıl “Living in Turkey” adlı kitabı Ingiltere, ABD ve Singapur’da “Turkish Style” başlığıyla, Fransa’da “Demeures Ottomanes de Turquie” adıyla yayımlanmıştır.

Ara Güler’in 1994’de “Eski İstanbul Anıları”, 1995’de “Bir Devir Böyle Geçti”, “Yitirilmiş Renkler ve Yüzlerinde Yeryüzü” fotoğraf kitapları yayımlandı. Ara Güler’in fotoğrafları Paris Ulusal Kitaplıkta, ABD’de Rochester Georg Eastman Müzesi’nde, Nebraska Üniversitesi Sheldon Koleksiyonu’nda bulunmaktadır. Köln Mueseum Ludwing’de Das Imaginare Photo Museum’da da fotoğrafları sergilenmektedir.

 

 

Ara Güler usta fotoğraflarında 50 yılı aşkın süre Leica makinasını kullanmıştır ve fotoğrafın sanat dalı olmadığını ifade eden Ara Güler aynı zamanda kendisini foto muhabiri, gazeteci olarak tanımlamıştır ve bunu devamlı tekrarlamıştır : “fotoğraf sanat değildir, ben de bir fotoğraf sanatçısı değil bir fotoğraf muhabiriyim, basın fotoğrafçısıyım.”

Savaş foto-muhabirliği de yapan Ara Güler, 4 tane savaşa gitti. Katıldığı savaşlarda çektiği fotoğraflar dünya çapında çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. Çektiği savaş fotoğraflarından birisi Times dergisine kapak oldu.

Gazeteci Nezih Tavlaş’ın, Ara Güler’in hayatını anlattığı Foto Muhabiri adlı 343 sayfalık kitapta Ara Güler’in doğduğu günden bugüne kadar tanık olduğu olaylar kronolojik bir sırayla anlatılırken bir yandan da Türkiye’nin 80 yıllık tarihi de bu kitapta yer almaktadır. Kitabın sonunda Ara Güler ile yapılan bir söyleşi ve aile albümünden fotoğraflar yer almaktadır.

Ara Güler’in en sevdiği fotoğrafçıların başında Sebastiâo Salgado gelmektedir. Kendisinden 25 yaş küçük olan Sebastiâo Salgado için “en çok beğendiğim fotoğrafçılardandır. Daha büyük fotoğrafçı yoktur. İnsanlığın fotoğrafçısı. Palavra çekmiyor, insanların dramını çekiyor” demiştir. İstanbul’a  defalarca Ara Güler’in yanına gelen ve başka ülkelerde de bir araya gelen ikili Salgado’nun teklifi üzerine birbirlerinin 30’ar fotoğrafını seçmiş ve bunu kitap haline getirmişlerdir.

Bir çok ünlü sanatçı, devlet adamının fotoğrafını çeken Ara Güler’in en büyük isteği Charlie Chaplin’in fotoğrafını çekmekti. Onun büyük hayranlarından biriydi; fotoğraflarını özellikle çekmek istiyordu ve Chaplin için “Chaplin benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam” diyordu. Chaplin ise o zamanlar İsviçre’de bir şatoda yaşıyordu. Amerikalı ünlü yazar Eugene O’Neill’in kızı Oona ile evliydi. Ara, 3 gün bekledi kapılarında; kar kış demedi. Sonunda Oona, Ara Güler’i içeri aldı; ama “Konuşursan konuş, ama fotoğraf çekme” dedi. Chaplin, felçli halde fotoğraflarının akıllarda kalmasını istemiyordu, haklıydı da. Ara, eline fırsatı geçtiği halde bunu yapmayı kendine yakıştıramadı ve Chaplin’in fotoğrafını çekmedi. Onu, ona olan hayranlığından ayrı bir köşede, hafızasına kazıdı.

Ara Güler verdiği bir röportajda “Fotoğraf nedir” sorusuna ise şu cevabı veriyor: “Fotoğraf bir kere sanat falan değildir. Fotoğraf görülen bir şeyin zapta kayda geçmesidir. Fotoğraf meselesi bir arşiv meselesidir. Arşiv; kaybolmasın, yitmesin, bitmesin, gene bakayım, gene göreyim diye. Onun için fotoğraf bir alettir, makinedir onunla hayatı yakalarsın hayatı yakalamak da arşiv yapmandan çok daha mühimdir. Bir arşiv bir dünyayı getirir. Fotoğraf makinesinin icadı bunun içindir.”

Ara Güler, aslında bir gazeteci olduğunu da işte bu noktada ayırdı. Bu konuya ise şu şekilde açıklık getiriyordu: “Ben de gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim. Fotoğrafçı ile gazeteci arasındaki fark budur. Fotoğrafçı bomba patlar kaçar. Ama gazeteci peşinden gider olayı yakalamaya çalışır. Ben de bu yaşa kadar ona göre çalıştım”.

Ara Güler Ekrem Ataer’in “ARA ile bir ARA” adlı röportaj kitabında “onun için mi fotoğraf sanat değildir diyorsun” sorusuna “sana bir şey söyleyeyim mi? Sanat düpedüz yalandır ve yalandan doğar. Annadın mı? Sunidir, yapmacıktır, kurgudur. Sanatçı eserine mutlaka müdahale eder ve doğal malzemeyi değiştirir. Ben yalnızca bir köşeye çekilir, gözlerim ve işime  gelen yeri yakalarım. Bizim işimizde yalan olmaz, kurgu olmaz. Düşünsene Shakspeare’de her seferinde Hamlet ölür. Yeni bir oyunda tekrar baştan alırsın canlanır ve sonunda mutlaka yine ölür. Kaç kere ölecek lan bu Hamlet? Bizde bir kere ölür ve bir daha dünyanın hiçbir mekanında ve zamanında canlanmaz, çünkü gerçektir ve artık ölmüştür” cevabını verir.

Hayatının son anına kadar muzip ve esprili kişiliğini koruyan ve bunun yanı sıra mütevazi olmasıyla da bilinen Ara Güler kendisine bir röportajda söylenen “siz önemli bir adamsınız” cümlesine verdiği yanıt da hayat manifestosu gibidir : “şimdi şurada anlaşalım. Bir kere önemli adam olunmaz, mühim adam olunmaz. Ben bunların hepsini reddediyorum abi. Ben tarihe tanıklık ediyorum ve bunu önemli buluyorum. Önemli olan da o, tanıklıktır, ben değilim. Mühim adam olmak insanları birbirinden uzaklaştırır. Tabi bizim “mühim adam” da yalnız kalır. İletişimi kopar. Halbuki insanların birlikte düşünüp birlikte üretmeleri gerekir, insanlık o zaman ilerleyecektir, yürüyecektir. Şimdi ortada mühim adamlar diye gezenler bak işte genelde boktan boktan adamlardır. Hayatımızın da içinde sıçanlar hep bu adamlardan çıkar. Bu hıyarlarda birini görünce kafasına bir şey geçirmek geliyor insanın içinden. Önemli insan olmak eşitliği bozar, hır gür çıkar.”

“Ben yalnızca ışığın değil, hayatın takipçisiyim” diyen Ara Güler bu yıl 17 Ekim gecesi saat 23.20 de hayatını maalesef kaybetmiştir. Ara Güler’den insanlığa yüzbinlerce fotoğraf, onlarca kitap ve onlarca foto-röportaj miras kalmıştır.

Ara Güler’in fotoğrafla geçen ömrünün yanı sıra aklı hep ilk göz ağrısı sinemada kalmıştır. Gençliğinde sinema uğruna ölümden dönen ve kendisini hep foto-muhabiri ve gazeteci olarak kendini nitelese de sinemadan uzak kalamamış hayatının birçok döneminde sinemaya emek vermiştir. Ara Güler yapımcı, yönetmen, görüntü yönetmeni, makinist olarak sinemada üretim yapmasının yanı sıra hayatı boyunca birçok filmde ve dizide de oyuncu olarak yer almıştır. Bunlardan bazıları Yeşim Ustaoğlu’nun “Güneşe Yolculuk” ve “İz”, Reha Erdem’in “Kaç Para Kaç”, Sinan Çetin’in “Bay E” filmleridir.

Son olarak Ara Güler’in sinemaya olan sevgisinin ve özleminin bir yansıması olan bir röportajındaki şu cevabıyla noktayı koyalım “yahu benim ömrümün çoğu sinema filmi ile geçmiştir, senkron, montaj, film yıkama, dublaj bütün teknikleri, cambazlıkları bilirim de benden başka herkes sinemacı oldu memlekette…”

“DANDİ”

 

Kaynakça:
1-http://www.araguler.com.tr/tr/aboutaraguler.html
2-https://tr.euronews.com/2018/10/17/unlu-fotograf-sanatcisi-ara-guler-90-yasinda-hayata-veda-etti
3- http://www.ensonhaber.com/ara-guler-kimdir.html
4-“Foto Muhabiri Ara Güler’in Hayat Hikayesi” – Nezih Tavlaş , YKY Yayınları, Ekim 2014, 395 sayfa.
5-“Ara ile bir Ara” – Ekrem Ataer, Librum Yayınları, Mart 2018, 208 sayfa.
6-“AraName” – Semra Aktunç, Hulki Aktunç, YKY Yayınları, 104 sayfa.
7-Fotoğraflar: http://www.araguler.com.tr

“SON BAKIŞTA AŞK” – WALTER BENJAMIN

“AUGIAS” SELF-SERVICE RESTAURANT

 

Müzmin bekârın hayat tarzına yöneltilebilecek en ağır itiraz şudur: yemeklerini kendi başına yiyor. Yalnız başına yemek yemek, insanı biraz sert ve kaba yapar. Bunu bir alışkanlık haline getirenler, eğer kendilerini koyuvermeyeceklerse, bir Spartalı hayatı yaşamak zorundadırlar. Sırf bu gerekçeyle de olsa münzeviler sade yiyecekleri seçerler. Çünkü yemenin hakkı ancak ahbaplar arasında verilebilir: tadına varılabilmesi için yemeğin bölünmesi, bölüştürülmesi gerekir. Kiminle olduğu fark etmez: eskiden sofradaki dilenci ziyafete zenginlik katardı. Asıl önemli olan sofradaki muhabbet değil, paylaşma ve vermedir. Diğer yandan, belki de şaşırtıcı olan, yemek olmayınca ahbaplığında tehlikeye girmesi… Evsahipliği etmek farklılıkları giderir, insanları birbirine bağlar. Saint Germain kontu tepeleme dolu sofrada hiçbir şey yemez, sırf bu sayede konuşmaya hâkim olurdu. Ama herkes perhiz yapıyorsa, işte o zaman rekabet ve çatışma vardır.

 

DOKTORUN GECE ÇANI

 

Cinsel tatmin insanı sırrından kurtarır. Bu sır cinsellik değildir ama cinsel tatmin sayesinde, belki de sadece onun sayesinde –açıklığa kavuşmaz- tahrip olur. Sır, insanı hayata bağlayan zincire benzetilebilir. Kadın bu zinciri koparır; erkek, hayatı sırrını yitirdiğinden artık ölmekte serbesttir. Bu sayede de bir yeniden doğuma kavuşur. Nasıl sevgilisi onu annesinin büyüsünden kurtarırsa, kadın da onu Toprak Ana’dan kelimenin tam anlamıyla koparır – doğanın gizemiyle örülmüş göbek bağını kesen bir ebe…

 

PROUST İMGESİ

 

 

İki tür mutluluk istenci vardır (bir mutluluk diyalektiğinden bile söz edilebilir) : ilahi biçiminde dile gelen mutluluk ile ağıt biçiminde dile gelen mutluluk. Birincisi daha önce hiç duyulmamış, hiç tadılmamış olandır: erincin doruğu. Öbürü, sonsuz yinelenme: ilk mutluluğun sonsuza değin hep yeniden kurulması. Proust’ta varoluşu hafızanın emrine veren de işte bu ağıtsal mutluluk arayışıdır – ‘eleatik’ mutluluk da denebilir. (eleatik okul: değişmezlik, aynılık ve birliğin gerçek; değişme, hareket ve çokluğun yanılsama olduğunu kabul eden Elealı Parmenides ve izleyicilerinin felsefesi) yaşamında dostlarını ve dostluğu feda etti ona, yapıtlarında da olay örgüsünü, kişilerinin iç bütünlüğünü, anlatının akışkanlığını ve hayal gücünün  oyunlarını. Proust’un daha zeki, daha anlayışlı okurlarından biri olan Max Unold, bu metinlerin sızdırdığı “can sıkıntısını” hemen saptamış ve “amaçsız öykülerle” ilişkilendirmişti. “Proust, amaçsız öyküyü ilginç kılmayı becermiştir. Şunu söyler: ‘düşünebiliyor musun sevgili okur, dün çayıma kurabiye batırıyordum ki çocukken köyde geçirdiğim günler geldi aklıma.’ Bunu söylemek için tam seksen sayfa harcar, ama hepsi o kadar büyüleyicidir ki, sonunda sadece bir dinleyici olmadığınız, hayal kuranın kendiniz olduğunu düşünmeye başlarsınız.” Unold, böyle öykülerde, bizi düşlere bağlayan köprüyü keşfetmiştir (“bütün sıradan düşler, başkalarına anlatıldığı anda, amaçsız öykülere dönüşürler”). Proust’un bütünsel bir yorumunu vermek isteyen hiç kimse bunu görmezden gelemez. Hem oraya açılan kapılar da az değildir – evet, hemen göze çarpmayan kapılardır bunlar, ama yine de oradadırlar: Proust’un şu saplantılı benzerlik düşkünlüğünden söz ediyorum, her yerde ve her şeyde benzerlikler bulma isteğinden.

 

Ama bu tutkunun asıl belirtileri, Proust’un davranışlar, fizyonomiler ya da konuşma tarzları arasındaki benzerlikleri birdenbire ve çok çarpıcı biçimde gösterdiği yerlerde ortaya çıkmaz – şeyler arasındaki ancak uyanıkken fark ettiğimiz ve alışık olduğumuz benzerlikler, düş dünyasındaki daha derin benzeşimlerin sadece silik bir kopyasıdır. Bir özdeşlikler alanı değildir düş dünyası, benzeşimler alanıdır; orada olup biten her şey birbirini andırır ve bu da sanki en doğal şeymiş gibi görünür. Çocuklar iyi tanır bu dünyanın bir simgesini. Onlar uyurken odalarının bir köşesine asılan ve aynı zamanda hem “torba” hem de “armağan” olduğu için bir düş nesnesi haline gelen çoraptır bu. Ama çocuklar torbayı ve içindekileri hemen üçüncü bir şeye 8yine bir çoraba!) dönüştürmekten kendilerini alamazlar – tıpkı Proust gibi. Proust da o üçüncü şeyi, merakını gideren ve sıla özlemini dindiren imgeyi istiyordu; onu devşirmek için de, bir kalıba indirgediği kendi benliğinin hemen içini boşaltmaya adamıştı bütün zamanını, sıla özlemiyle kavrulmuş bir halde yatıyordu yatağında; çarpıtılarak bir benzeşimler alanına indirgenmiş bir dünyaya duyulan özlemdi bu. Bu dünyaya aittir Proust’un yapıtında gerçekleşenler; o kasıtlı ve titiz gerçekleştirme biçimi de bu dünyanındır; hiçbir zaman tek başına kalmayan, duygusallık ya da öteyi görmekle de ilgisi olmayan, her zaman özenle hazırlanan, geleceği önceden sezdirilen ve sağlam payandalarla desteklenen bu Proust biriminin çok pahalı, kırılgan bir gerçekliği vardır: İmge. Bu imge, Proust’un cümlelerinin yapısından yavaşça kurtularak bağımsızlaşır, tıpkı Balbec’teki o yaz gününün – o eskil, zamandışı, mumyalanmış gün – Françoise’ın (Proust’un romanında, Marcel’lerin yaşlı, emektar hizmetçisi)  elleriyle araladığı tül perden sıyrılarak birdenbire açığa çıkması gibi.

 

WALTER BENJAMIN

 

“SON BAKIŞTA AŞK”, WALTER BENJAMIN, Çeviri: NURDAN GÜRBİLEK, METİS Yayınevi, Kasım 2008, 183 Sayfa… 

‘Amedeo Modigliani’

“Ruhunu görebildiğimde, gözlerini de çizeceğim..”

 

Modigliani’nin hayatını konu alan bu biyografik film ,  ressamlığı, sanat hayatı, aşkı, bohem yaşamı, dramatik ölümü üzerine  bir şölen gibi..  o dönemin entelektüel kesiminin bir çoğunun sanat ve modernlik adına seçtikleri hayat tarzıdır bohemya. Bohemlere göre hayatın kendisidir sanat.. maddi beklentisi olmadan, sanatı ibadete dönüştürmektir.. kimine göre kadere karşı geliş, kimine göre, kural tanımaz tavırlarla kendilerini aşağılayan topluma bir hiç olduğunu gösterme şekli.. Modigliani’ye göre ise yaratıcılığa giden tek yol, hayata meydan okumaktır. Modigliani bu ilk bohemlerden  olmanın hakkını fazlasıyla veriyor..

 

”Kısacası Hayatım Umurumda Bile Değil.” repliğini doğrulayan onun yaşamı; tam bir ölümüne yaşamak ve nedense  Modigliani’ye çok yakıştırıyorum.. ben hep derim ki bazı insanlar kelebektir. o kadar yaşamalıdır..

 

Andy Garcia Modi’nin ruhunu çalmış sanki.. Filmi izledikçe onunla bütünleşiyorsunuz.. elinizi uzatıp, acılarına yaralarına, kalbine bastırmak istiyorsunuz.., hele final de olanlar, inanılmazdı.. ağlayamadım bile.. dondum kaldım.. bir hayat ancak bu kadar hakkı verilerek kanatılabilir, yaşanabilirdi.. iliklerime kadar işledi Amedeo Modigliani… filmde güzel gözleri olan Jeanne’nin portresini yapacaktır.. ve büyük bir aşk doğar. Jeanne onu her şey pahasına sever.. Yahudi olmasından ve yaşam tarzından dolayı ailesinin tüm baskılarına karşı gelir..

 

Çizdiği resimlerin gözlerini boş bırakarak imzasını atan, rakiplerinin aksine resimlerinin satılmasını umursamayan ve zamanın zengin ressamlarının aksine beş parasız yaşayan, sosyetenin övgülerine rağmen onların ruhsuzluğunu yüzlerine en uygunsuz şekilde vurmaktan da geri durmayan fütursuz bir kişilik.

 

İnanılmaz doğal bir yaşam.. şevk ile yapılan resimler. geride bıraktığı eşsiz eserler, hayata karşı duruşu hiç bir şeye minnet etmemesi, ölümüne yaşaması, Filmin ana teması sanat olsa da daha çok hayatıyla ilgili çok duygulu anlar yaşadım..

 

Amedeo Modigliani ;  üretmiş olduğu eserler ve sahip olduğu düşünce tarzı ile  gizli kahramanlardandır.. en büyük özelliği popüler olmaya özenmemesi ve sosyeteyi ise her fırsatta yerden yere vurmasıdır. Para için istemediği sanatına tavrına ters gelen hiçbir şey yapmaz.. Çağdaşlarına göre hayatını sefalet içerisinde geçirmiş olmasına rağmen herkes tarafından büyük saygı  duyulmuştur. Çok kişiye esin kaynağı olmuştur.. özellikle ülkemizde  ikinci yenicileri ve ikinci yenicilerden de en çok cemal süreya’yı etkilediği de söylenir.. yalnız, iyi bir heykeltıraş olmasına rağmen, filmde buna değinilmemiş..

 

Babası küçük çaplı bir iş adamı olan ve annesi Fransız soyundan gelen Yahudi bir ailenin dört çocuğunun en küçüğü. Henüz küçük yaşlarda sanata olan tutkusu biçimlenmeye başlamıştır. Ancak, yine bu kadar erken bir dönemde, onu hayatı boyunca yalnız bırakmayacak olan zatülcenp hastalığıyla da tanışmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Modi hasta olmasına rağmen İçki ve sigarayı asla bırakmaz.. Parayla ölçülemeyen bir hayat bir sanat onunki.. biraz deli.. hayatı umursamayan.. Aynı zamanda rakiplerinin saygısını kazanmış biri. Ona herkes gizlice hayran.. başta Picasso.. filmin bir yerinde Modi yine çılgınca dalar sanat çevresinde insanların olduğu ortama.. birisi Picasso’ya bu kim der.. Picasso ona şu cevabı verir “ O bir Tanrı “..Modigliani, bir yaşam tarzı..

 

Picasso ile aralarında ne kadar rekabet olsa da tatlı derin bir dostluk görmek mümkün. Hep atışmaktadırlar.. Onun ani gidişi sonucunda, Picasso’nun geride kalan hayatını bir daha eskisi gibi olmayacaktır..

 

Jeanne Modigliani öldükten sonra Picasso’nun yanına gidip sırf  resminin üzerine resim yapmasından dolayı(ki bu gerçekten büyük bir hakarettir) Picasso’ya şöyle der :

 

”ne hissediyorum biliyor musun pablo sana söyleyeyim mi? hiçbir şey hissetmiyorum karnımda bir çocuk var… bir başka kalp atışı bir başka arzulayan ruh… ve ben bomboşum bir bardak gibi… eve gideceksin dopdolu ve zengin bir yaşam süreceksin fakat tanrıya yemin ediyorum zamanı geldiğinde ölüm döşeğine yattığında MODİGLİANİ ismi dudaklarından ayrılmayacak bu geceden sonra bir daha resim yapamayacaksın BU ONA AİT.  Kayıtlara geçtiği gibi Picasso ölürken son sözü MODİGLİANİ Olmuştur.  O’na Sevgiyle..

 

TAFLAN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yağmur yağıyor yüreğime..

Kentin üzerine yağar gibi;

Şu bitkinlik neyin nesi..

İşlemekte yüreğime..

 

Verlaine

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Theo

Ça va, ça marche, ça ira encore! (*)

Bugünlerde İstanbul bir başka güzel. Birçok ünlü ressamın sergileri aynı anda İstanbul’da buluştu. İlk önce Salvador Dali, hemen karşısında Vincent Van Gogh ve boğazın eşsiz güzelliğine yakın Rembrandt ve Çağdaşları.

Gazetelerde de sıkça bahsedildiği gibi, Van Gogh Alive Sergisi diğerlerinden farklı. Tam bir inovasyon örneği. Teknoloji ile sanatın yeni bir gözle işlenerek sunulması ve kitleleri etkilemesi.

Serginin bende yarattığı en büyük kazanım Vincent Van Gogh’u keşfetmek oldu. Salona girdiğimde resimlere eşlik eden ve ünlü ressamın düşüncelerinin yer aldığı sözleri okumak o kadar hoştu ki, resimlerin içine dalmadan, ressamın düşüncelerine daldım. Daha sonra, Theo’ya Mektuplar adı altında kardeşine yazmış olduğu mektuplardan oluşan ve Pınar Kür’ün harika çevirisiyle sunulan kitabı aldım. Meğer Van Gogh sadece ressam değil sözcüklerle duygularını ve edebi kazanımlarını anlatan, hayata dair bakış açılarıyla, yaşadığı hayatla ve bu mektuplar sayesinde paylaşımlarıyla da bir filozofmuş. Kitabın sayfalarında hoşuma giden cümlelerin altını çizmeye başladım, sizlerle paylaşmak için. Ancak henüz kitabın yarısında olmama rağmen neredeyse birçok yerin altı çizildi, şimdi tikler koyarak ilerliyorum ve çok zevk alarak okuduğum bir kitap oluyor. Bu sergiden beni kazançlı çıkaran Theo’ya Mektuplar’ı keşfetmek oldu.

Keşke okulda resim derslerinde ressamların hayatlarına dair etkileşimli (interaktif yerine!) sunumlar hazırlansa öğrenciler ve öğretmen tarafından. Onların hayata bakışları, yaşadıkları zorluklar ve bizlere kazandırdıkları irdelense resimlerle birlikte. Eminim hiçbir öğrenci o ressamı kolay kolay unutmazdı.

Rembrandt ve Çağdaşları Sergisi’ne gitmeden önce bu kitabı okumaktan memnunum çünkü Van Gogh’un Rembrandt’a duyduğu hayranlıkla ilgili yazılarını okumak, sergi öncesi bir ön hazırlık oldu.

(*)‘İşler yürüyor, ilerliyor, daha da ileri gidecek’ ( Van Gogh’un resimlerini kabul ettirmek için hayatı boyunca verdiği büyük uğraş, Hollandalı ressam Anton Mauve’ın onu resimlerini görmek için geleceğini bildirmesi üzerine duyduğu sevinci dile getirdiği cümle)

Bunu daha iyi açıklamak için şu yazdıklarına dikkat etmek gerekiyor;

‘İnan bana, sanat söz konusu olduğunda o eski deyiş hep geçerli: Dürüstlük, en iyi yoldur. Ciddi bir etüd üstünde çok uğraşmak, halkın hoşuna gidecek birtakım şıklıklar yapmaktan çok daha iyi. Kimi kez, çok kaygılandığım anlarda, o şıklığı gerçekleştirecek kolaylığa varmayı istemedim değil, ama üstünde biraz düşününce, hayır, diyorum, kendi kendime bağlı kalmalıyım kaba-saba bir yolla, sert, kaba ama gerçek şeyler anlatmalıyım. Resim-severlerin, aracı-satıcıların peşinden koşmayacağım, isteyen varsa bana gelsin. Mevsim erince ektiğimizi biçeceğiz, ölmemişsek eğer!’

Yaşadığı zorluklar karşısında isyan etme durumuna düştüğünde ise, hissetmiş olduğu inançla şunları aktarıyor kardeşi Theo’ya;

‘İçimizden geçen düşünceler dışarıdan görünüyor mu ki? İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir, ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler. Şimdi bak, yapılması gereken şu: İçindeki o ateşi körüklemeli kişi, kendi kendine yeter olmalı, büyük bir sabırsızlıkla, ama yine de sabırla birinin gelip o ateşin yanına oturacağı- belki de hep orada kalmak üzere-saati beklemeli. Tanrı’ya inanan kişi, önünde sonunda, ergeç gelecek olan o saati beklemesini bilmeli.’

Okuduğu kitaplar ve bu kitaplardan alıntı yaptığı cümleler mektupların edebi değerini artıyor ve okumak sevgisi üzerine ise şu cümleleri paylaşmak gerekir;

‘Eğer bir adamı, resimleri inceden inceye incelediği için bağışlayabiliyorsan, kitap sevgisinin de Rembrandt’ı sevmek kadar kutsal olduğunu kabul etmek zorundasın; hatta ikisinin birbirini tamamladığı kanısındayım ben.’

‘Shakespeare harika adam! Kim onun kadar esrarlı olabilmiş? Dili, üslubu, gerçekten de bir ressamın ateşle, duyguyla titreyen fırçasıyla kıyaslanabilir. İnsan okumasını öğrenmek zorunda, tıpkı görmeyi, yaşamayı öğrenmek zorunda olduğu gibi…’

Gerçek sanatçılar-dahiler, kişilere ve onların değerlendirmelerine bağlı kalmıyor. İnandığı ve gördüğü yolda ilerliyor. Sanat öyle bir şey ki; orada ne sınırlar var, ne optimum nokta, ne de geçmişe bağlılık, o evrenin devinimi gibi sürekli genişlemeye ve bilinmezliklere doğru yol almak yeni bakışlarla. Dahi sanatçıların bizlere hissettirmeye çalıştıkları ise, tanrıyla insanı buluşturan anlık dokunmalar, tıpkı Michelangelo’nun resmettiği gibi.

‘Skycell’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Theo’ya Mektuplar

Vincent Van Gogh, Yapı Kredi Yayınları, 6.baskı, İstanbul, Şubat 2011, Çeviri: Pınar Kür, sayfa sayısı: 251

‘düşlerin tarihi hâlâ yazılmamıştır..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“adorno ve horkheimer’e göre çağdaş toplumlardaki birçok olumsuz yanların çağdaş teknolojinin ve bilimin sonucu olduğunu ileri sürenler, bugünkü teknolojinin ve bilimin çağdaş toplumlar üzerinde güç ve etkinlik kazanmasının temelinde, teknolojinin ve bilimin ardındaki ‘toplumdaki ekonomik üstünlükleri en büyük olanların’ bulunduğuna hiç değinmemektedirler.. oysa, bu noktaya özellikle vurgulamada bulunulmazsa, çağdaş toplumlardaki şeyleşme (insan’ın ve insanal-olan her değerin yalnızca şey ya da nesne’ye ait bir olgu ya da sorun olarak algılanabilmesi) ve şeyselleşme (egemen konumdaki kesimle bağımlı konumdaki kesim arasındaki ilişkilerin, ‘sermaye’ ve ‘ücretli işgücü’ gibi yalnızca ekonomik kategoriler olarak ‘görünen’ ve insanla özünden soyutlanmış kategoriler arasında ilişkiler olarak algılanabilmesi) olgularını anlamak olanaksız kalacaktır.. ayrıca, bunlarla işleyen kültürel hegemonya ve hegemonik ideolojinin nasıl işlerlik kazandığını anlatabilmek de son derce güçleşecektir.. hatta, yapılacak açıklamalar, ortadaki ‘şeyselleşme’ olgusunu daha da mistifiye etmek durumunda kalacaktır.. bu bakımdan, örneğin, çağdaş toplumlardaki hegemonyacı ilişkilerin çağdaş teknolojinin kendi rasyonelinden neş’et ettiğini söylemek, adorno ve horkheimer’e göre, temel nitelikte bir yanlıştır.. çünkü ‘bu teknolojik rasyonel (toplumdaki) egemenlik ve baskının kendi rasyoneldir.. teknolojik rasyonel kendine yabancılaşmış toplumun baskıcı ve zorba doğasıdır..’ çünkü, bu iki düşünüre göre, çağdaş toplumlardaki sorunlar, toplumsal sistemin ‘her şeyi aynı düzeye getirici (her şeyi birbirinin eşitlenebiliri kılan; her şeyi birbiriyle değiştirilebilir kılan) öğesinin (ki, toplumun ekonomik temeldir), otomobilleri, bombaları ve sinema filmlerini kullanarak, kendisinin arttırdığı yanlışta (ki, yanlış, bu iki düşünüre göre, teknoloji ve bilimin kazandığı gelişme potansiyelinin, toplumsal ilişkiler nedeniyle engellenmesi yüzünden teknolojinin hayata ters olan negatif yönde ‘ihkak-ı hakta’ bulunmaya itilmesi) teknolojinin rasyonelinin, (toplumsal hegemonyanın kendi rasyonelinin) kendi gücünü ortaya koymasına dek, her şeyi bir araya getirip (her şeye) birliktelik kazandırmasından’ ileri gelmektedir..

‘her şeyin birbiriyle eşitlenebilir kılınması’ ve ‘her şeyin bir araya getirilerek birliktelik içine sokulması’ ise, adorno ve horkheimer’e göre, işlikteki çalışmanın mantığı ile, işlikteki çalışmanın dışındaki toplumsal yaşamın diğer alanlarındaki mantık arasındaki ayrımların gitgide ortadan kalkması anlamına gelmektedir.. daha açık bir anlatımla, çağdaş insanın çalışma saatleri dışındaki yaşamının tüm alanlarının, işlikteki çalışmanın mantığı tarafından istilâ edilmesi demektir.. incelememizin konusu olan sinema sorunsalı açısından ise, insan ile toplum arasındaki symbiotic ilişkinin, en temelde, üretimin gitgide toplumsallaşması nedeniyle, çağdaş insanı toplumsal sistemin dışında ayrı bir varoluş alanına sahip olmaktan alıkoyması demektir..”

“bugüne kadar ise, benjamin’e göre ‘düşlerin tarihi hâlâ yazılmamıştır..’ tarihin bölümü fantazyalar ve düşler düzeyinde yaşanmakta olduğu halde; özgürleşmemiz ve yabancılaşmadan kurtulmamız, yaşanan bu ‘düşten uyanmaya bağlı olduğu halde’ ayrıca, özgürleştirici bir tarih bilgisi yöntemi, ancak, yaşanan bu düşlerin yorumlanmasının yöntemi olabileceği halde, düşlerimizin ve fantazyalarımızın tarihi hâlâ yazılmamıştır! diyalektik düşünce, bunu da yapabilmelidir! yapabilirse, tarihin her momenti’ni, geçmişi, yaşanan günü ve geleceği bir bütünlüğe kavuşturacak olan yeni bir tarihin oluşumuna yöneltebilecektir.. olağan gibi gösterilen tarih zamanının ‘nasılsa öyle’ denen akışının kesintiye uğratılması için bir başlangıç anına dönüştürebilecektir.. kısacası fantazyalarımızın ve düşlerimizin anlaşılmasına ışık tutmak, ‘doğaya tutsak düşmüşlüğün oluşturduğu doğa-üstü güçlere karşı, tarihsel aydınlanma aracılığıyla, öldürücü bir darbe indirmemizi’ sağlayacaktır.. tarihsel aydınlanmanın organı olan diyalektik düşünce, bu nedenle, fantazyalarımızı aydınlatmayı temel bir görev edinmelidir..

düşlerin, fantazyanın ve tüm bilinçaltının kendisi ve kendini anlatım  biçimleri tarihsel olduğu için, bunlar tarihsel olarak aydınlatılmadıkça ve bunları aydınlatıp kendimize ilişkin bilgilenmişliğimize katmadıkça biz de aydınlanmış olamayız! bağımsız varoluş kazanamaz, tam özne durumuna gelemeyiz! düşlerimizin ve fantazyalarımızın anlamlandırılması ve diyalektik düşünce aracılığı ile yeniden değerlendirilmesi düş’ün uyanık bilinçliliğe aşkınlaştırılması sorunu, benjamin, tarih felsefesi üzerine tezler’inde ayrıntılı olarak işler.. daha önceki çalışmalarında olduğu gibi, bunda da, düşler ve fantazyalarla ilgilenmesinin nedeni, düş gören ve fantezistin, yaşadığı kendi tarih dönemine, zamanına ve gününe ilişkin öğeleri açısından, fantazyasının içeriğini görmesini kolaylaştırmaktır.. bunu yapmak için de, fantezisti ve düş göreni bir birey olarak değil; belirli bir tarih kesintin, belirli bir toplumun, belirli bir kültür yapısının ürünü olarak, yani kişi olarak ele alır.. bu ise, alışılmış kliniksel freudçuluğun geliştirilmesidir.. bireyi aşan boyutlarıyla tüm çağdaş yaşamın görünümlerinin toplumsal ve siyasal düzeyde açıklanmasına yönelen bir bilinçaltı irdelemesidir..”

ÜNSAL OSKAY..

‘Popüler Kültür Açısından ÇAĞDAŞ FANTAZYA, Bilim-kurgu ve Korku Sineması..’ , ÜNSAL OSKAY, DER Yayınları, 310 Sayfa, ‘böyle değerli bir kitapta ne yazık ki basım tarihi yok..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘VAN GOGH, TOPLUMUN İNTİHAR ETTİRDİĞİ..’ – ANTONIN ARTAUD

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“çalışan bilincin sayıkladığına karar veriyorsunuz, onu diğer yandan iğrenç cinselliğinizle boğazlamaktayken..

ve işte zavallı ‘van gogh’un iffetli olduğu düzlem budur,

bir meleğin ya da bir bakirenin olamayacağı kadar iffetli, çünkü asıl onlardır

kışkırtan

ve başlangıçta besleyen, büyük makinasını günahın..

belki de zaten, doktor L., haksız meleklerin soyundansınız, ama lütfen rahat bırakın insanları,

‘van gogh’un her çeşit günahtan arınmış vücudu, delilikten de arınmıştı, ki onu zaten bir tek günah getirir..

ve ben katolik günaha inanmıyorum,

ama erotik suça inanıyorum, ondan ki yeryüzünün bütün dâhileri,

tımarhanelerin sahici delileri sakınmışlardır,

ya da o zaman sahici deli değildirler..

ve nedir sahici bir deli?

insan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır..

böylece, toplum, kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak..

çünkü bir deli, toplumun dinlemek istememiş olduğu ve dayanılmaz gerçekler söylemesini engellemek istemiş olduğu bir insandır da..

ama, bu durumda, içeri kapatma onun tek silahı değildir, ve insanların hemfikir toplaşması, kırmak istediği iradelerin hakkından gelmek için başka yollara sahiptir..

kır büyücülerinin küçük büyülemelerinin dışında, bütün uyarılmış bilincin dönem dönem katıldığı muazzam toplu büyüleme hareketleri vardır..

böylece, daha yumurtası kabuğunda bir savaş, bir devrim, bir toplumsal kargaşa durumunda, birlik olmuş bilinç sorgulanıyor ve kendini sorgular.. yargısını da duyurur..

onun, kimi yankı uyandıran bireysel durumlarla ilgili olarak da doğurtulduğu ve kendisinden çıkartıldığı olabilir..

böylece, ‘baudelaire, edgar poe, gerard de nerval, nietzsche, kierkegaard, hölderlin, coleridge’ ile ilgili, üstünde herkesin anlaştığı büyülemeler olmuştur,

ve ‘van gogh’la ilgili de olmuştur..

bu gündüz meydana gelebilir, ama genellikle, tercihen, gece meydana gelir..

böylece, acayip güçler kaldırılıp getirilmektedir yıldızlı gökyüzüne, kişilerin çoğunun kötü tininin zehirli saldırganlığının, bütün insan soluk alışı üstünden, oluşturduğu şu bir çeşit karanlık kubbeye..

böylece, yeryüzünde çırpınmış ender açıkgörür iyi niyetler, gündüzün ve gecenin bazı saatlerinde, kendilerini sahici ve uyanık bazı kabus durumlarının dibinde görürler, çevreleri, yakında törelerde açıkça belirdiği görülecek bir çeşit yurttaşlık büyüsünün müthiş emmesiyle, müthiş dokunaçlı baskısıyla sarılmış..

bir yandan cinselliği, diğer yandan da, zaten, kilise ayinini, ya da başka ruhsal ayinleri, temel ya da dayanak noktası olarak elinde bulunduran bu oybirlikli pisliğin karşısında, motif üstünde bir manzara resmetmek için on iki mum bağlı bir şapkayla geceleyin dolaşmakta sayıklama yoktur;

çünkü nasıl yapacaktı zavallı ‘van gogh’, kendini aydınlatmak için? geçen gün dostumuz, oyuncu ‘roger blin’in, haklı olarak belirttiği gibi..

pişmiş el ise, sadece ve sadece kahramanlıktır, kesilmiş kulak, dolaysız mantık,

ve tekrarlıyorum,

kötü niyetini amacına ulaştırmak için

gece gündüz, ve gitgide daha çok, yenilmez olanı yiyen bir dünyaya

bu noktada

çenesini kapamak düşer..”

 

POST-SCRIPTUM

 

“van gogh özel bir sayıklama durumundan dolayı ölmemiştir,

ama başlangıcından beri bu insanlığın haksız tininin çevresinde çırpındığı bir sorunun bedensel olarak zemini olmaktan dolayı ölmüştür..

tenin tine, ya da bedenin tene, ya da tinin her ikisine üstünlüğü sorununun..

ve nerededir bu sayıklamada insan benliğinin yeri?

‘van gogh’ kendisininkini bütün hayatı boyunca garip bir enerji ve kararlılıkla aramıştır,

ve bir çılgınlık an’ında, ona varmamanın büyük korkusunda intihar etmemiştir,

ama tersine, ona tam varmıştı ve ne olduğunu, kim olduğunu tam bulmuştu ki toplumun genel bilinci, kendisinden kopmuş olduğundan dolayı onu cezalandırmak için,

onu intihar etti..

ve ‘van gogh’la da her zaman olduğu gibi oldu, bir seks partisi, bir kilise ayini , bir tövbe duası, ya da başka bir kutsama, sahibiolma, dişi ya da erkek cinlere karışma ayini esnasında..

böylelikle onun bedenine girdi,

bu tövbe edip bağışlanmış,

kutsanmış,

kutlu kılınmış

ve cinlere karışmış

toplum,

ondan yeni almış olduğu doğaüstü bilinci sildi, ve, iç ağacının tellerinde bir siyah kargalar taşkını gibi,

ani bir düzey değişikliğiyle onu su altında bıraktı,

ve, onun yerini alarak,

onu öldürdü..

çünkü modern insanın anatomik mantığıdır, hep sadece cinlere karışmış olarak yaşayabilmiş ve yaşadığını düşünebilmiş olmak..”

ANTONIN ARTAUD..

‘VAN GOGH, TOPLUMUN İNTİHAR ETTİRDİĞİ..’ , ANTONIN ARTAUD, Çeviri : AHMET SOYSAL, NİSAN Yayınları, Eylül 1991, 62 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“bir adamın filmi o adamın çıplak hali gibidir..” – Federico Fellini

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“ben herkesin gerçeği kendi başına bulması gerektiğine inanırım.. filmlerimin hiçbir zaman bir sonu olmamasının nedeni de bu.. asla basit çözümleri olmaz.. sonucu olan bir hikaye anlatmanın (sözcüğün gerçek anlamıyla) ahlakdışı olduğunu düşünüyorum.. çünkü perdeden bir çözüm sunduğunuzda, seyirciyi olayın dışında bırakmış oluyorsunuz.. çünkü onların hayatlarında ‘çözüm’ yoktur.. bence sözgelimi, bir adamın öyküsünü sunmak daha ahlaklı ve önemlidir.. sonra herkes kendi duyarlılığı ve içsel gelişimi temelinde kendine ait bir çözüm bulmaya çalışabilir..”

“filmlerime uygulayabileceğiniz en iyi biçimci felsefe, uygulanabilecek biçimci bir felsefenin olmayışıdır.. bir adamın filmi o adamın çıplak hali gibidir –hiçbir şey gizlenemez.. filmlerimde dürüst olmalıyım..”

“görsel olarak çoğu kez gösteri, risk ve gerçeğin bir karışımı olan sirk hayatının temalarından faydalandım.. benim karakterlerim genellikle biraz tuhaftırlar.. sokakta genellikle bir parça sıra dışı ya da yersiz gördüğüm ya da fiziksel ya da ruhsal sıkıntısı olan insanlarla konuşurum.. bütün bu unsurlar benim bir parçamı oluşturduğundan, onları filmlerime katmamak için bir neden göremiyorum..”

“bir filmi ‘anlama’ fikrini sevmiyorum.. rasyonel kavrayışın herhangi bir sanat yapıtının kabulünde temel bir öğe olduğuna inanmıyorum.. bir filmin size söyleyecek bir şeyleri ya vardır ya da yoktur.. eğer onun tarafından dürtülüyorsanız, size açıklanmasına ihtiyacınız yoktur.. eğer sizi dürten bir şey yoksa hiçbir açıklama bunu sağlayamaz..”

FEDERICO FELLINI..

“ALTI AVRUPALI YÖNETMEN..” , PETER HARCOURT , Türkçesi : ÖZGE ÖZDÜZEN, ONUR YUSUFOĞLU, DORUK Yayınları, 2007, 302  Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Resimler…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bazen plan yaparsınız günler öncesinden şu saatte şurada olmalısınızdır, İstanbul gibi bir yerde varış zamanını ayarlayıp ona göre yola koyulmak gerekir. Dün de, sabah 10’da bir görüşme için toplantı yerine ulaştığımda, bir başka telefon planın o anda değişmesine neden oldu, Kavacık’tan Yeşilköy’e zorunlu bir gidiş. Hadi bakalım – just in time- Stres! Bir taraftan işin yoluna girmesi, verilen sözün yerine getirilmesi için dua ederek, hızla yol alıp, varılacak yere varmak. Bir taraftan ikna etmek için konuşacağınız kişiye ne söylemeniz gerektiğini düşünmek. Neyse ki, eskinin çok alışıla gelmiş devlet memuru davranışı tamamen yok olmasa bile, işin çözümlenmesi için mantıklı ve iyimser işini yapan insanlar var.

Plan değişikliği günlük programın da değişmesine neden oldu, erken bir saatte Taksim’e varınca, uzun zamandır gitmediğim İstiklal Caddesi’nin havasını koklama fırsatım oldu, özlemişim. Beyoğlu’nun farklılıklarını ara sokaklarda daha iyi hissediyorsunuz, İstanbul’u sevdiren de bu olmalı. Monotonluk yok. İlerlerken sağ tarafta sokak başında bir tabela dikkatimi çekti. ‘DOĞANÇAY MÜZESİ’. Burhan Doğançay’ın resimlerine meraklı bir yakınım için bilgi toplamak, hem de kendimi mutlu etmek için müzeye doğru yolumu değiştirdim. Üç katlı tarihi bir binanın içine girip, en üst kattan başlayarak aşağıya doğru resimler arasında güzel bir zaman geçirdim. Ressamın gittiği yerlere gittim, resim sanatının insan algısına etkilerini yaşadım, hayran kaldım. Türkiye’nin ilk modern sanat müzesi olarak, tanıtılan müze her gün 10:00-18:00 arası açık. Aylaklık yaptığım bir kaçamak oldu, hayata tutundum resimlerden ve dostlardan. Aylak dostlarla paylaşmak istedim, beğendiklerimi. Resimlerin orjinalini görmek çok daha güzel. Yukarıda kırmızının yoğun kullanıldığı ‘A Corner in Mexico’ çok etkileyici geldi bana. Ancak tavsiyem yolunuzu düşürüp, sizin de kendinizi ödüllendirmeniz. Koleksiyoner olamasanız da, bakmak bedava!

Resimlerle ve gülüşünüzle kalın…

‘SKYCELL’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘GÖKLERDE ERİYİP GİTMEK İSTERDİM..’ – JOSÉ MARTİ

göklerde eriyip gitmek isterdim,

yaşamın ışıklı ve dingin olduğu,

sürekli ve huzur veren bir esriklikte,

beyaz bulutlarda gezintilerin mutluluk verdiği –

dante’nin yıldızlar arasında yaşadığı yerlerde..

biliyorum, çünkü gördüm gözlerimle

ışıklı bir günde tarlalarda bir çiçeğin

nasıl açıverdiğini goncasını –

ruh da öyle açar işte,

tıpkı böyle olur bu, yemin ederim –

ansızın gelen bir şafak gibi

ya da baharın, ilk uyanışıyla

çiçeklerle donatması gibi leylak ağacını..

fakat ne yazık.. başladım anlatmaya

ve beklerken şiiri, izliyordum ki

yüce kartal imgelerinin

inişini çevremdeki toprağa;

ürkütüp kaçırdı öteye insan sesleri

o altın kanatlı soylu kuşları..

ve yitip gittiler.. bakın

kan nasıl da fışkırdı yaramdan..

bugün benim için dünyanın simgesi

kırılmış kanatlardır.. savatlanmaya

altın teslim olur, ruh değil –

acı içindeyim, ruhum henüz diri

dar bir mağarada sıkıştırılmış bir geyik gibi –

ve ağlıyorum ve gözyaşlarıyla

intikam alıyorum kendimden..

JOSÉ MARTİ

‘GÖKLERDE ERİYİP GİTMEK İSTERDİM..’, Çeviri : ATAOL BEHRAMOĞLU, CAN Yayınları, 118 Sayfa, Eylül 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ressam Berna Gülbey Derman’ın “Saklı Beden”leri

Sanatçının zihnimde canlandırdığı duygu, bana çok önceden izlediğim bir filmi hatırlattı. Filmin bir karesinde nesnelerin kendisi olma eğilimi içinde olduğunu vurguluyordu. Ve aniden poşetle rüzgarın dans ettiği kare gözümün önünde beliriverdi.

Sanatçı nesneleri betimlerken, onları kendi içinde yalnızlığa itiyor; aynı zamanda her an hayat bulacaklarmış gibi bir izlenim veriyordu izleyiciye. Derin bir yalnızlık duygusu uyandırıyordu insanda.  Bedenin ötesindeki ruh, nesnelerle şekilleniyordu sanki. Her nesnenin kendine has güzelliğini ve varoluşunun anlamını sunuyordu.

Sanatçının kıyafetlerinde bedenler yoktu ama izlerini taşıyordu. Nesnelerin iç dünyasına yolculuk yaparken bedenleri saklıyor ve belirsiz, kırılgan anlamlar yüklüyordu. Nesneleri kimi zaman bir askıda, kimi zaman boşlukta sergileyerek maddelerin mahremiyetini ortaya koyuyordu. Nesnelerin duruşu, sanki değişen insan figürlerini barındırıyordu içinde. Hem kendi içinde yalnız hem de bir o kadar kalabalık…

‘Siyah’