Archive for the ‘Yazar : ‘Lucy In The Sky’’ Category

panta rei

son dönemde hayat adeta eli sopalı bir öğretmen karşımda. hangi konularda daha zayıfım, hangi derslerde notlarımı yükseltmem gerekiyor sağolsun dan dan çıkartıyor karşıma. içime bir konuda minicik bir kurt düşmeye görsün, hiç vakit kaybetmiyor, hemen “çıkar kağıdı. sınav yapıyorum” diye en savunmasız anımda yakalayıveriyor. ben hazırmışım, değilmişim mühim değil. eğer yeterince iyi değilsem sıfırı basıveriyor. bazı konularda şükür ki artık yılların tecrübesiyle kayda değer bir ilerleme kaydettim. hala veremediğim dersler var ama en azından mezuniyete giden yolda ortalamamı epey yükselttim. bu da bir şey. lakin bugüne kadar yani yaklaşık 31 yıldır belki bin kere bütünlemesine girip yine de bir türlü veremediğim bir ders var ki nasıl yapsam da geçsem inanın artık çaresizim. neler yaptım, ne yollar denedim, yok, kafam almıyor. hep aynı yerde aynı hataları yapıp sınavı bir türlü veremiyorum. hep başa, en başa dönüp duruyorum. başka derslerdeki başarılarımı görse ya hayat, kanaat notuyla geçirse ya beni, ama yok, nuh diyor peygamber demiyor. ya vereceksin bu sınavı, ya vereceksin. gözümün yaşına bakmıyor. “hayat bana taktı!” diye isyan ettiren, canıma okuyan, aklıma girmeyen o ders ne mi? tabii ki “yalnızlık”.

neler yapmadım! yalnızlığın yer yer keyifli bir şey olduğunu, benim sandığım gibi kurtulmam gereken bir hal olmadığını, sırf yalnız kalmamak için hiç düşünmeden içine atladığım ilişkilerin beni önünde sonunda daha da fena paralayacağını göstermek için kendime. ama kar etmedi. her yalnızlıktan şikayet ettiğim anda karşıma çıkan birbirinden daha yorucu adamlar ilk başta kandırıkçı bir avuntu sağlasa da, hayatımdan gerek benim gerek onların rızasıyla çıkıp gittiklerinde en baştaki yalnızlık duygum bırak azalmayı tersine beşle çarpıldı. kendimi yalnız hissederken bi baktım yapayalnız kalmışım. bir de üstüne gereksiz yere yaşanmış olaylar, gereksiz yere söylenmiş sözler, yorgunluk, bıkkınlık, yetmezmiş gibi kırık bir kalp. günün sonunda yine döndüm dolaştım kendi tuzağıma düştüm. ruhumu iyileştireyim derken daha da bozdum.

şimdilerde yine bu konu gündemde. sağdan soldan yeni ilişki haberleri, evlilik davetiyeleri yağıp dururken hayatıma ben küçük küçük panikliyorum, üzülüyorum bu hikayelerden hiçbirine kendi hayatımda tanık olmadığıma. elbette bu işler aceleye gelmez. elbette aşk dediğin şey ittirmeyle olmaz. elbette sırf yalnız kalmaktan korkuyorum diye her karşına çıkan kişiyle sonsuza dek mutlu olma hayalleri kurulmaz. lakin hani o her şeyi akışına bırakma, bırakabilme hadisesi var ya, hani bir an evvel yalnızlıktan kurtulmak için olur olmadık adamlarla suni birtakım ilişkiler yaratmak yerine beklemek, sabretmek, suyun akıp yolunu bulmasına izin vermek… işte ben o noktada ne yapsam sürece müdahele etmeden duramıyorum. her konuda sonsuz bir sabrı olan, sakin, mülayim, acelesiz, kendi halinde biri olarak, yalnızlığımı sona erdirme konusunda o sabırdan, sakinlikten eser olmadığına, herhangi bir konuda bu kadar inatçı olabildiğime inanamıyorum. alice harikalar diyarı’nda elinde saatiyle “geç kaldım! geç kaldım!” koşturan beyaz tavşan gibiyim. içimde hep “hadi, daha gelmedik mi?” diye tutturan bir çocuk. bunun olayların doğal akışını sekteye uğratan, bana istemediğim hatalar yaptıran, beni günün sonunda daha çok üzen bir şey olduğunu defalarca anlama fırsatım olsa da yok, kendimi “yalnız” iken tam hissedemiyorum. o aslında pek kıymetli yalnızlık anlarından bir gün kurtulacağımı, bir gün çok mutlu olacağımı düşünmeden edemiyorum. biri gelsin mümkünse bir an evvel beni tamamlasın, boşluklarımı doldursun, bana sığınacak liman olsun istiyorum. istemiyorum hatta tutturuyorum. bunun nafile bir çaba olduğunu bile bile. hiçbir işe yaramayacağından emin ola ola. aşka insan eli değmesin, aşk kendi anında çıksın gelsin derken bile içimdeki o sabırsız kalbe sözümü geçiremiyorum. nasıl olacak bilmem? belki ben durup beklerken değil, ilişkiden ilişkiye kafa göz kıra kıra geçeceğim bu dersi. durup beklesem daha az hasarla atlatacağım bu süreci belli ki, ama ben koşarak, mücadele ederek, zorlayarak ve tabii ki yorularak, yara alarak, yıpranarak geçirmeyi tercih edeceğim. iyi değil bu şüphesiz. hiç değil. zor. deniyorum. en azından değiştirmem gereken bir şeyin farkında olup bu değişimi hayata geçirmek kısmındayım işin. yolun zor bölümünü yürüdüm gibi geliyor. bundan sonrası biraz daha sabırlı olabilmekle ilgili sanki. kendini, kalbini sakin tutabilmekle. kendime durmayı öğretme zamanı. bu 300 kilometre hızla giden bir arabanın önüne kırmızı ışıkları dizivermek gibi bir şey de olsa, denemek zorundayım. çünkü; panta rei. yani “hep akışta.”
niyet et. dur. bekle.

‘lucy in the sky’

‘hiçbir şarkıdan kaçmayacaksın’

bu ara tek yol arkadaşım şarkılar. bir adım ötemi görmediğim bir yolda onlara tutunarak el yordamıyla ilerliyorum. öyle çok da değil, üç beş şarkıdan bir dünya kurdum kendime. sabah kalkıyorum başlıyorum bir tanesiyle, sonra sırasıyla diğerleriyle yola devam ediyorum. bitince yeniden en başa dönüyorum. bir şarkıya daha ihtiyacım yok. tam ihtiyacıma göre üç beş şarkılık mütevazı, kendi halinde, kalender bir playlist. bazen iç geçiriyoruz birlikte, bazen dertleniyoruz, bazen neşemiz yerine geliyor. ben ve şarkılarım kendi küçük dünyamızda olabildiğince mutlu, çoğunluk hüzünlü, yer yer bulutlu, yer yer güneşli, geçinip gidiyoruz. elbette bazıları var ki biraz daha sık çalınıyor. ismini söyleyip de diğerlerini daha az önemli gibi göstermeyeyim ama bazen kimseye çaktırmadan bütün gece arka arkaya aynı şarkıyı dinliyorum. hatırlattıklarını seviyorum. hatırlattıklarına üzülüyorum. hatırlattıklarını unutmak istemiyorum. aynı şarkıyı tekrar tekrar dinlerken vaktin birinde  içimden geçen duyguların altını çizip çizip duruyorum. o duygular an gelip ruhuma kalbime yük de olsa, bir türlü dinlemekten vazgeçemiyorum. daha önce de yazmıştım, takıntı gibi bir şey bu benim için. ben ki hayatta hiçbir şeyin tiryakisi olmayan biri olarak hayatımda ilk kez bir şeylere nedensiz bağlanıp onlarla vedalaşmamak konusunda inat etmenin ne menem bir şey olduğunu görüyorum. istemsizce aynı notaların beynimin içinde dönüp durmasından sadistçe bir zevk alıyorum. bıkmak diye bir şey de yok. ki beni hayatta en çok bıktıran şey tekrar da olsa, bunca tekrarın beni nasıl olur da bu ana kadar yıldırmadığına şaşıp kalıyorum. bir süredir bu döngüden çıksam mı, yoksa gittiği yere kadar devam etsem mi diye düşünürken bugün bir yazı çıktı karşıma. sanki yazının içinde bana sunulan bir cevap olduğundan eminmiş gibi hızlı hızlı okurken, bir paragrafta takılıp kaldım. daha ondan önceki paragrafı okurken altta gözümün kenarıyla yakaladığım “şarkı” kelimesinden bir şeylerin yaklaşmakta olduğunu anlamıştım ama bu pek muhterem paragrafın üzerimde gökten zembille inmiş bir hediye, hatta vahiyle gelmiş bir kutsal kitap etkisi yaratacağı aklıma gelmemişti. kafamı yukarı kaldırıp içimden geçeni söyleyebilseydim belki anca böylesi “cuk” bir şey hazırlayıp gönderebilirdi yukarıdaki sevgili dostlarım. okudum. bir daha okudum. başa gittim. yazıyı en baştan bir daha okudum. o paragrafa gelince yavaşladım. tane tane okudum. içimden okudum. dışımdan okudum. alacağımı aldım. en çok bu yüzden şu anda fonda yol arkadaşım üç beş şarkılık playlistim belki bininci kez çalıyor. durması gerektiği zamana kadar da çalacak gibi görünüyor.

 ‘lucy in the sky’

“Hiçbir şarkıdan kaçmayacaksın. Üstüne üstüne gideceksin seni en fazla yakan, seni en fazla korkutan şarkıların, sözlerin. Kaçmadan söylenenlerden; başa alacaksın bütün o şarkıları. Yeri gelecek haftalarca, aylarca sabah akşam aynı şarkıyı, aynı şarkıları dinleyeceksin. Çileci bir keşiş gibi tekrarlayacaksın, dolayacaksın diline onları. Tekrarladıkça, korkmamaya başlayacaksın o şarkıların getirdiklerinden, hatırlattıklarından. Bir bakacaksın; korkularınla dost olmuşsun çağıra çağıra yanına, yamacına. İyi geçinmeyi öğrenince korkularınla, şarkılarla sana ebedi bir gençlik, mümkün mertebe uzun bir gençlik armağan edilecek. Hemen yaşlanmayacaksın öyle.” Ahmet Tulgar / Romantik gerçek

Yazının tamamını merak edenler için:

 http://jiyan.org/2011/05/romantik-gercek-ahmet-tulgar/

Hiç bitmez Pinhani şarkıları.

Yalnız kaldıysan, kalkıp pencerenden bir bak 
Güneş açmış mı, yağmur düşmüş mü 
Dön bak dünyaya…

Sahnede Pinhani. Kulaklarımdan içeri sızıp beynimi ele geçiren şarkısını söylüyor Sinan: Dön Bak Dünyaya. Öylece kalabalığın içinde duruyorum. Bazı şarkılarda aynen böyle kalabalığın içinde öylece durmak gerek diye düşünüyorum. Bir şey yapmadan, içkinden yudum almadan, kimseye sesini duyurmaya çalışmadan, şarkıya bile eşlik etmeden öylece durmak. Kelimelerin, notaların, Sinan’ın sesinin kulaklarından içeri sızıp beynini ele geçirmesine izin vermek. 

Bundan beş yıl önce uzun bir ayrılıktan sonra memlekete döndüğüm zamanlarda tanışmıştım Pinhani’yle. Yılların Türkçe hasretiyle Türkçe yazılmış ne varsa dinlediğim günlerde duyar duymaz alıp kalbimin bir köşesine özenle yerleştirdiğim Pinhani şarkılarıyla o gün bugün aynı yolun yolcusuyuz. Arada döner döner dinlerim. Hiç bıkmam. Hiç eskitmem. “Yenisi ne zaman” diye meraklanmam. Çünkü Pinhani şarkılarını bir kere dinlemek yetmez bana. Şarkı tam biter, hemen başa dönerim. Bazen her seferinde başka bir şarkı dinliyormuş gibi başka başka kafalar yaşarım. Bazen ilk dinlediğimde hissettiğim şey her dinlediğimde katmerlenir, artar. Yükselip öyle bir noktaya varır ki beni ancak aynı şarkıyı bir kere daha dinlemek kendime getirir. Pinhani şarkılarını fonda çaldıkları anı dondurmak ve daha sonra canım istediğinde çözüp tekrar tekrar yaşamak için de kullanırım. Şarkılara binip o an’a giderim. Zamanda yolculuk ederim. Bazı şarkılarınsa başı sonu yok gibidir. Sonsuza kadar kesintisiz dinleyebilirmişim gibi gelir. Bu Pinhani’nin tetiklediği obsesif kompulsif bozukluk gibi bir şeydir. Tedavi olmam gerekmez. Bozukluğumu severim. Bozukluğum bana iyi gelir.

‘lucy in the sky’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kimse görmezken, kimse bakmazken.

hani hiç beklemediğin anlarda yapar ya hayat en şık hareketini. sen gündelik koşuşturmacanın içinde şuursuz adımlarla ilerlerken, her şeyin sonsuza dek nasılsa öyle gideceğini sanarken, yeni bir şeyin olması, hayatın önünde yeni bir kapı açıp seni artık omuzlarından bastıran alışılmışlığının dışına davet etmesi aklına gelen son olasılıkken bir şey olur. artık ne bilinmez. bütün kışı toprağın altında uyuyarak geçiren bir tohumun çıt diye kabuğunu kırması gibi. kimse görmezken, kimse bakmazken, yeşil bir filizin başını topraktan çıkarıvermesi gibi bir şey olur. hayat değişir. ne umduğun ne de beklediğin şekilde. hayat hep bildiğini okur. sen sence olmaması imkansız planlar peşinde koşarken o senin için hazırladığı B planlarıyla köşe başlarında, kapı arkalarında, çıkmaz sokaklarda yolunu kesmek için sabırla bekler. senin en beklemediğin anı hesaplayıp o ana kadar kılını kıpırdatmamak onun uzmanlık alanıdır. hayat kendince anlamlı çıkışlarını yapmak için beklemeyi sever. bekletmeyi daha çok. ta ki sana gerçekten bir şeyi beklediğini unutturana kadar.  senin rastlantı sandıklarını ince eler sık dokur. sen mesela bir gün öylece yolda yürüyüp bir yandan ele avuca gelmeyecek düşünceler arasında uçuşurken bir şey olur. bir rastlantı. sana rastlantı diye yutturulmuş, ince elenmiş sık dokunmuş. sen kendi kurguladığın senaryodan başkasını tahayyül bile edemezken, sen bakmazken, sen görmezken, önünde bir kapı açılır. o kapıyı kim açar, nasıl açar bilinmez. tek bildiğin artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığıdır. bir şey olmuştur. hayat değişmiştir.

teşekkürler hayat. bir kalbim olduğunu hatırlattığın için.

‘lucy in the sky’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Takribi ve vasati kıpkısa öyküler: Kibrit Çöpleri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Takribi ve vasati kıpkısa öyküler: Kibrit Çöpleri

“Sinema neden aşk hâline gelir biliyor musun? Çünkü o da tıpkı aşk gibi, insan gözünün bir aldanışı üzerine kurulmuştur. Hayal olduğunu bildiğin perdeye inanırsın bütün kalbinle… İnsan öncelikle bir aldanışa aşık olur, sonra o aldanıştan bir hakikat yapmaya çalışır hayatına…” Kibrit Çöpleri, Murathan Mungan

Geçenlerde şöyle bir cümle kurmuştum. “Kelimelerle içimizin fotoğrafını çekiyor Murathan Mungan” diye. Kendimi bildim bileli, yani bir kalp taşıdığımı hissedeli beri severim Mungan’ın cümlelerini. Arada döner döner okurum, bir daha bir daha onun insan ruhunu bunca incelikle dantel gibi işleyişine hayran kalırım.

Yeni kitabı çıktı Mungan’ın geçenlerde. Kibrit Çöpleri. Ece’nin masasında görüp hemen alıp başladım okumaya. Bu sefer kısa hikayeler yazmış, kendi deyimiyle “takribi ve vasati kıpkısa öyküler”. Şöyle diyor kitabın arka kapağında: “En kısa hikaye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. ‘Bütün yaşamımız’ dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında… Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır.” Kitap arkası yazılarına pek güvenmem, genelde pazarlama kokarlar ama bu birkaç cümle bana epey samimi geldi, kendine inandırdı ve hep gözümün önünde olsun diye defterimin bir köşesine yazıldı. Kitabı elime alır almaz daha okumadan beni yakalayan şey tabii ki yine bir görsel. Kapakta kullanılan İlke Kutlay’a ait resim gündelik olanın en sade hallerinden birini anlatıyor ve beni de -elbette- bu şaşaasız ve sadecik haliyle tavlıyor. Resimde kırmızı -bence- geceliğiyle bir genç kız, sabah güneşinin tüm cüssesiyle dayandığı pencerenin önünde, sanki yeni kalkmış birazdan çay suyu koyacak gibi uzanıp önce camı açıyor. Pencerenin aralığından hafifçecik bir bahar esintisi doluyor içeri. Serin, taze, mutlu. Yerdeki piknik tüpünden lavabonun içindeki kirli bulaşıklara, mutfak tezgahındaki beyaz fayanslardan yerdeki eski usul desenli taşlara kadar her detayıyla bu resim aklıma sadece bir kelime getiriyor: “kendiliğindenlik.” Resimde her şey o kadar kurgusuz, özentisiz, o kadar el değmemiş, o kadar olduğu gibi, o kadar “an”a dair ki. Sanki hayatın bütünü bu andan ibaret, ne öncesi ne de sonrası var. Kitabı öylece elimde tutarken birkaç saniyeliğine bir çocukluk sabahına gittim.. Muhtemelen bir Mayıs sabahına; yeni uyanmış, sakin, sessiz bir Mayıs mahmurluğuna.

Hayatın en heyecanlı ve en sürprizli hallerinin hep gündelik hayatın kendiliğindenliğinde saklı olduğunu hissederim. Akışkan, seyrinde giden, seni şaşırtmasını hiç beklemediğin gündelik hayatın içinde bir köşeden başını uzatıverecek bir acayiplik, bir komiklik, bir enteresanlık sanki hep pusuda bekler gibi gelir bana. Onun kocaman “normal”liğinin içinde dikkatli bakınca görebileceğin minicik enteresanlıklar gizli gibidir. Onları görmeyi severim. Görmesem de varlıklarına inanmak bile iyi gelir. Geneli, büyük olanı, bütünü görmeye meyilli insan gözünün ıskaladığı hayatın bu şakalı hallerini arayıp bulmak özel zevklerim arasında yer alır. İşte bence Kibrit Çöpleri o minik anların peşine düşen, misket biriktiren çocuklar gibi her “an”ı tek tek eline alıp inceleyen, hayran olan, olduran bir kitap. Normalin anormalliğini, sakin olanın içindeki deliliği, sıradanın arkasına saklanan tuhaflıkları gösteren. Bilmem, belki bir başkası görmez bu gördüğümü.

Kitabın içine gelince… Kibrit Çöpleri diğer Mungan kitapları gibi yine okuyucuyu şaşırtmak için yazılmamış. Kapak resminin hissettirdiklerinin sağlamasını yapan, gündelik hayatın içinden cımbızla alınıp kenara konmuş insanlık halleri kitabın içinde de var. Bana yazarın samimiyetini, zorlamasızlığını, öyleceliğini hissettiren , herkesin başına gelebilecek ya da bir sohbet esnasında kulağımıza çalınabilecek doğal hikayeler. Bir çırpıda okudum Kibrit Çöpleri’ni. Daha ilk kelimeden oltaya takıldım. Alice’in tavşan deliğinden düştüğü gibi bir şeyin içine düşüp kapılıp gittim.

Bir kitabı okurken eğer yeterince izin verebilirsem kendime yazarın yazarkenki yolculuğuna paralel bir okuma yolculuğuna çıktığımı hissederim hep. Hikaye bir yandan akarken, ben, acaba yazar bu sayfayı yazarken aklında ne vardı, bu cümleyi nerde yazdı, sandalyesinin durduğu yerden sokak görünüyor muydu, odası nereye bakıyordu, pencereden baktığında dışarıda nasıl bir gün vardı, canı sıkkın mıydı, hatta onun tam şu anda okuduğum cümlesini yazdığı tam o anda ben neredeydim, ne yapıyordum, nasıl bir serüven peşindeydim, diye düşünürüm. Yazar benim için çoğu kitapta bana okuduğum satırları ulaştıran bir araç değil, kitabın kendisidir. Bazı yazarları okurken çok güçlü bir şekilde yaşarım bu duyguyu. Mesela Orhan Pamuk okurken hiçbir yazarda hissetmediğim şiddette ortaya çıkar bu duygu. Kitap ne anlatıyor olursa olsun, daha ilk satırda kendimi onun kafasında yaratıp oradan kağıda döktüğü mikro evrende bulurum. Ve son cümleye kadar Pamuk’un ruhu bir kenti gezdiren turist rehberi gibi benimle kelime kelime, satır satır, sayfa sayfa dolaşır. Bana eşlik eder. Kendi yarattığı dünyada beni yalnız bırakmaz. Murathan Mungan kitaplarında da buna benzer bir hal var benim için. Bunun kitabın mayasında gündelik hayat olmasıyla ilgisi olsa da, tek neden bu değil galiba. Belki en çok samimiyet bana bunu hissettiren. Yani yazarın anlattığı hikayeye herkesten çok kendinin inanması. Hikayenin içine girmesi, satır aralarında okuyucuya arada “ben buradayım” “bu kitap benim ruhumun uzantısı” demesi, diyebilmesi.

Siz de gündelik hayatın masalına inananlardansanız, bu ara kafayı biraz benim gibi yalnızlığa taktıysanız, Kibrit Çöpleri “içinde yaşayıp hiç uğramadığınız bu dünya”ya girmek için iyi bir fırsat olabilir.

Geçici şeylerin serabı, nesnelerin basit uykusu, hiçliğin rüyası, zamanın dipsiz anlam kuyusu, bellek denen tortu… daha nice şey sayılabilir değil mi şu gündeliğin kavurucu yalnızlığına, var oluşun nedensiz sıkıntılarına ad ve anlam bulmak için öyküler, olaylar, hayaller, açıklama yerine geçebilecek bir şeyler aranır, uydurulur, yakıştırılır, söylenir hep; kendi sözlerimizin çöplüğü şöyle üstünkörü karıştırıldığında bile, kimbilir zamana, hayata ait tözü ışığa çıkmamış neler bulunur?” Kibrit Çöpleri / Murathan Mungan

‘lucy in the sky’

karşındaki senin yansımandan başkası değil.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

karşındaki senin yansımandan başkası değil. 

Bir vakit önce yazmıştım bu yazıyı. Bir gece pıt diye çıkıvermişti içimden, nefes almadan, dönüp düzeltmeden, ikinci kez okumadan, şurası şöyle olsa nasıl olur diye düşünmeden, provasız alabildiğine gelişine vurduğum bir hikaye. Bugün yine yolumu kesti. Başucu kitabı gibi bir başucu yazısı. Ne yazmayı bitirebileceğim bir gün, ne de okumayı. Dönüp dönüp baktığım, hatırladığım, yokladığım, içimin terazisine koyup “bakıyım ne kadar yol almışım” diye tarttığım. Belki bir gün hayat izin verir, gerisini getiririm.

Karanlık basmaya yüz tutmuş, bomboş bir evin içinde “biz ne yapıyoruz?” diye soruyor kendine. Kendi sandığı besbelli “o”, “o” ise kendinden başkası değil. Hemen cevap geliyor: “Yüzümüzü hayata dönüyoruz.” Derin bir nefes alıp önce, sonra büyükçene bir yudum alıyor şarabından. “Elektrik yok, su yok, oturacak bir tabure dahi yok” diyor bu sefer. Karşıdan gelen cevap bir akbaba gibi pike yapıyor çürümeye yüz tutmuş kalp etine: “Bundan milyonlarca yıl önce, ne elektrik vardı, ne su, madam. Ama aşk vardı yine de.” Bu sefer şarap kesmiyor, bir sigara yakıyor. Derin bir nefes çekiyor, öksürüyor. “İyileşmeyen bir yaram gibisin. Kronik bir enfeksiyon gibi ta şuramda. İyileşti sanıp, sırtımı dönüyorum, belki unutursam kendiliğinden kapanır diye. Lakin nafile… Ne zaman yüzümü dönsem göğe, çat, zihnimin kapılarına dayanıyor, var gücüyle.”

Zil çalıyor. Kalkıyor yerinden, hali hazırda yarıladığı şişenin şimdi boş olan yerini bir zaman dolduran kırmızılık, artık damarlarında dolaşıyor. Ona edeceği kırmızı sözler tasarlıyor, kapıya kadarki birkaç adımda. Tüm dünyevi konforsuzluklara inat, ağırlamak için ilk misafirini kapıyı açıyor. Karşısındaki kendinden başkası değil. Ruhu “o”nun suretinde, “o” nun bedeninde, “o”nun gözlerinden bakıyor. Ayna gibi bir şey. Bir vakit önce ettiği, “Korkma, karşındaki senin yansımandan başkası değil” diye bir cümle geçiyor aklından. Yansımasına sarılıyor. Sarılıp, öylece kalıyor. 30 yıllık bir hasret bu. “Seni özlemişim” diyor. “30 yıldır görüşmedik. Nerelerdeydin?” Çantasından iki şişe daha çıkarıyor. “Gece belli ki uzun olacak” diyor. “Bir sürü hikaye biriktirdim sana.”

İki bedende tek ruh, yan yana oturup yere; sözcüklerin dünyasında geziniyorlar sabaha dek. Ağızlarından çıkan kendi sözleri, kulaklarına çalınan da. “İki” olduklarını unutup, aralarında asılı duran 30 yıllık uzaklığı yakın yapıyorlar. “Bir” olmaya kalkıyor kadehler. Parmak uçları köprüler kuruyor kıyıdan kıyıya. Uzak sandıkları meğer kendi nefeslerinden yakınmış onlara, şaşırıp kalıyorlar yabancı sandıkları toprakların bunca tanıdıklığına. Ying’ten yang’a uçuyorlar kelimelere binip. Işıklı, başka türlü bir evrene ışınlanıyorlar etten uzay gemilerinin içinde. Kapılardan geçiyorlar, duvarlardan. Tümden gelip, tüme varıyorlar.

“mişli ve ecekli bütün zamanların barbarlığını. sütlü ve ballı bir şarkı gibi siliyorsun. dudaklarında karanfilli bir sigara gibi tuttuğun gülümsemen. ve iki kadeh zevk parçası gibi salınan ellerinle. duruyorken sen. hangi kapı durdurabilir beni, madam?”

diyor biri.

“dur diyen kim? dayan var gücünle bütün kapılarıma. “

diyor beriki.

sonra sabah oluyor.

‘lucy in the sky’

güzeldir kadıköy..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : ‘lucy in the sky’)

 

güzeldir kadıköy…

 

kaybedenler kulübü’nü seyrettim dün. film malum kadıköy’de geçiyor. kadıköy’ü iyi bilirim. lise ve ünivesite yıllarım kadıköy’de geçti. iliğime kemiğime işledi o sokaklar. kesin hücrelerimde hala vardır biraz moda rüzgarı, biraz bahariye gürültüsü, biraz sahaf kokusu.

filmi izlerken bindim bir zaman makinesine 1990’lara ışınlandım. 90’ların masumiyeti başka. yönetmen ucundan kıyısından anlatmış o hissi. şimdi içinde yaşadığımız realiteden çok farklıymış her şey. hatırlayınca şaşırıyor insan o zamanki ortamı, insan hallerini, o zamanki sevmeleri, şarkıları. her şey ne çok değişmiş. biz ne çok değişmişiz. şunun şurasında 10-15 yıl.

geçen zamanda kadıköy’le gönül değil ama fiziksel bağlarımı kopardım. topladım hayatımı “karşı”ya taşıdım.

ama ne zaman istanbul’dan darlanırım, avrupa yakasının ciddiyetinden fenalık gelir, bir vapur paklar beni. biner, iki çay içimi sürede kadıköy topraklarına ayak basarım. içimdeki 19’luk kız çocuğunun izlerini sürerim.

güzeldir kadıköy. cicidir. eski bir akrabayı ziyaret etmek gibidir. neyse. kaybedenler kulübü’nün üzerine uyuyup -nasıl bir alaka kurmalı bilinmez- rüyamda lacivert bir uzay gemisinin istanbul’a gelişine heyecanlandım. herkes kaçışırken bende düşündürücü bir “sonunda geldiler!” neşesi. sabah gözüme giren güneşle uyanıp uzaktan gelen inşaat makinesi sesini bir an olsun balıkçı teknesi “taka taka”sı da sanınca, “evet” dedim “benim biraz ev-iş çemberimin dışına çıkmam, rutini kırmam lazım.”

baktım güneş var; hatta perdeden süzüp kendini evin duvarına resimler falan çiziyor. böyle bahar gibi, yaz gibi, deniz kenarı gibi, domatesli salatalıklı kahvaltı gibi, iyot gibi, tahta masalar gibi, kedi gibi, kuş gibi bir sabah. olacak gibi değil, vapura binip bir deniz üstü havası almak, boğaz rüzgarında biraz ürpermek, çay içmek, çay içerken hayallenmek ve sonunda  kadıköy ülkesine adım atıp sokaklarında turlamak şart oldu. turladım da. hatta kadife sokak’ta bira eşliğinde mini bir aylak adam toplaşmasına bile iştirak ettim. onu da başka bir hikayede anlatırım.

‘lucy in the sky’

 

Max: “You are my best friend. You are my only friend.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Max: “You are my best friend. You are my only friend.”

Geçenlerde bir arkadaşım gündem yorgunu ruh halimi görüp elime bir film tutuşturdu. “Seyret mutlaka. Tam senlik” dedi. Çok sevdiğimiz hareketler bunlar. Birileri halimizden anlasın, Hızır gibi yetişsin, reçete yazar gibi film önersin, kitap önersin, şarkı göndersin. Sonra o kitaplar, filmler, şarkılar bünyeye iyi gelsin, iyileştirsin, sarıp sarmalasın. Bayılırım. Neyse. Bu muazzam görevi başarıyla üstlenen arkadaşımın elime tutuşturduğu DVD’nin kapağına şöyle bir baktım. Film göründüğü kadarıyla tam benlik gerçekten. 2009 yapımı stop-motion bir film. Kapakta siyah beyaz bir görsel. Eskimiş döşemenin üzerinde, tam pencerenin önünde bir sandalye, bir de masa. Masada daktilo. Daktilonun başında, kafasında kapaktaki tek renkli şey olan kırmızı ponponuyla üzgün suratlı bir adam. Öylece durup elimdeki DVD kutusuna bakarken hissettiğim -abartmayı severim- ilk bakışta aşk gibi bir şey. Filmde kırmızı bir ponpon var, daktilo var, üzgün suratlı bir adam var, eskimiş döşemeler var; üstelik stop-motion. Sevmemem ihtimal dahilinde değil. Nasıl olmuş da ıskalamışım bunca zaman, bilinmez. Galiba; kitaplar, filmler ve bazen de şarkılar herkesler tarafından senden çok önce tüketilip eskiyip gündemden düşse de, senin hayatına girmek için sırasını bekliyor. Sanki yolunuz kesişmeden önce senin onlar için bir hazırlanman gerekiyor. Öyle herhangi bir zamanda çıkmıyorlar karşına. Gerekirse uzun zaman bir şekilde senden saklanmayı başarıp hayatının tam “cuk oturdu” denecek yerinde bir anda pıt diye beliriveriyorlar. Şimdi durup hayatımdaki olaylarla eşzamanlı okuduğum kitapları, seyrettiğim filmleri düşünüyorum da, gayet anlamlı bir teori bu. Hatta kesin öyle. (Mesela Ezginin Günlüğü’nü çok severim. Hüsnü Arkan’ın yeni ‘solo’ albümünden piyasaya çıktıktan çok sonra haberim oldu. Ama öyle bir anda dinledim ki albümün ilk şarkısını, ne erken ne geç. Tam bana bir Hüsnü Arkan şarkısından başka bir şeyin iyi gelmeyeceği sırada. Kusursuz senaryoları severim.) Neyse.

DVD’nin devir tesliminden sonra pek sevgili arkadaşımın o anki hayat senaryoma uygun gördüğü filmi seyretmek için derhal gerekli ortamı hazırladım ve kucakta kedi “play”e tıklayıp Mary & Max’in tuhaf ama güzelliğini tuhaflığından alan dünyasına dalıverdim. İlk bakışta karanlık, soluk renkli bir dünya burası. Filmin içine girip hem Mary’yi hem Max’i şefkatle bağrıma basıp “korkmayın ben varım” demek istediğim sahnelerle, dev puntolarla duvarlara yazmak istediğim repliklerle, ağlasam mı gülsem mi bilemediğim, en sonunda ağlamaya karar verip lakin kendimi bir anda kahkaha atarken bulduğum naifliklerle dolu, karanlığa rağmen ponponların kırmızı olduğu bir dünya. Biraz içine girince karanlığın sanki hafifçe aralanıp ışığa yol veren siyah perdeler gibi aralandığı. Alabildiğine hüzünlü. Hani hüznün hapı olsa içsek, ancak öyle hissedeceğimiz. Öyle yoğun, öyle katışıksız. Alabildiğine umut dolu. Hani umut bir ruh hali değil masa gibi sandalye gibi dokunabildiğin “gerçek” bir şeymiş gibi. Filmde aklımı çelen çok şey var. Kalbimi çalan. Ama benim gibi bir mektupsever için bunların en başında Max’in ve Mary’nin birbirleriyle mektuplar üzerinden konuşmaları geliyor. Film zaten bu birbirinden alakasız dünyalarda yaşayan ama aslında hayatın aynı köşelerinden gol yemiş iki insanın birbirlerine yazdıkları çocuksu olsa da gayet ciddi, yer yer eğlenceli, yer yer iç buran mektuplar üzerinden ilerliyor. Mary & Max’i seyredin muhakkak. Eğer hala yolunuz kesişmediyse bu filmle, bu yazı size vesile olsun. Gündem yorgunu kalplerinize iyi gelir bu film. Onları alır pamuklara sarar, öpüp koklar, pışpışlar. Bakarsın iyileştirir.

“lucy in the sky”