karşındaki senin yansımandan başkası değil.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

karşındaki senin yansımandan başkası değil. 

Bir vakit önce yazmıştım bu yazıyı. Bir gece pıt diye çıkıvermişti içimden, nefes almadan, dönüp düzeltmeden, ikinci kez okumadan, şurası şöyle olsa nasıl olur diye düşünmeden, provasız alabildiğine gelişine vurduğum bir hikaye. Bugün yine yolumu kesti. Başucu kitabı gibi bir başucu yazısı. Ne yazmayı bitirebileceğim bir gün, ne de okumayı. Dönüp dönüp baktığım, hatırladığım, yokladığım, içimin terazisine koyup “bakıyım ne kadar yol almışım” diye tarttığım. Belki bir gün hayat izin verir, gerisini getiririm.

Karanlık basmaya yüz tutmuş, bomboş bir evin içinde “biz ne yapıyoruz?” diye soruyor kendine. Kendi sandığı besbelli “o”, “o” ise kendinden başkası değil. Hemen cevap geliyor: “Yüzümüzü hayata dönüyoruz.” Derin bir nefes alıp önce, sonra büyükçene bir yudum alıyor şarabından. “Elektrik yok, su yok, oturacak bir tabure dahi yok” diyor bu sefer. Karşıdan gelen cevap bir akbaba gibi pike yapıyor çürümeye yüz tutmuş kalp etine: “Bundan milyonlarca yıl önce, ne elektrik vardı, ne su, madam. Ama aşk vardı yine de.” Bu sefer şarap kesmiyor, bir sigara yakıyor. Derin bir nefes çekiyor, öksürüyor. “İyileşmeyen bir yaram gibisin. Kronik bir enfeksiyon gibi ta şuramda. İyileşti sanıp, sırtımı dönüyorum, belki unutursam kendiliğinden kapanır diye. Lakin nafile… Ne zaman yüzümü dönsem göğe, çat, zihnimin kapılarına dayanıyor, var gücüyle.”

Zil çalıyor. Kalkıyor yerinden, hali hazırda yarıladığı şişenin şimdi boş olan yerini bir zaman dolduran kırmızılık, artık damarlarında dolaşıyor. Ona edeceği kırmızı sözler tasarlıyor, kapıya kadarki birkaç adımda. Tüm dünyevi konforsuzluklara inat, ağırlamak için ilk misafirini kapıyı açıyor. Karşısındaki kendinden başkası değil. Ruhu “o”nun suretinde, “o” nun bedeninde, “o”nun gözlerinden bakıyor. Ayna gibi bir şey. Bir vakit önce ettiği, “Korkma, karşındaki senin yansımandan başkası değil” diye bir cümle geçiyor aklından. Yansımasına sarılıyor. Sarılıp, öylece kalıyor. 30 yıllık bir hasret bu. “Seni özlemişim” diyor. “30 yıldır görüşmedik. Nerelerdeydin?” Çantasından iki şişe daha çıkarıyor. “Gece belli ki uzun olacak” diyor. “Bir sürü hikaye biriktirdim sana.”

İki bedende tek ruh, yan yana oturup yere; sözcüklerin dünyasında geziniyorlar sabaha dek. Ağızlarından çıkan kendi sözleri, kulaklarına çalınan da. “İki” olduklarını unutup, aralarında asılı duran 30 yıllık uzaklığı yakın yapıyorlar. “Bir” olmaya kalkıyor kadehler. Parmak uçları köprüler kuruyor kıyıdan kıyıya. Uzak sandıkları meğer kendi nefeslerinden yakınmış onlara, şaşırıp kalıyorlar yabancı sandıkları toprakların bunca tanıdıklığına. Ying’ten yang’a uçuyorlar kelimelere binip. Işıklı, başka türlü bir evrene ışınlanıyorlar etten uzay gemilerinin içinde. Kapılardan geçiyorlar, duvarlardan. Tümden gelip, tüme varıyorlar.

“mişli ve ecekli bütün zamanların barbarlığını. sütlü ve ballı bir şarkı gibi siliyorsun. dudaklarında karanfilli bir sigara gibi tuttuğun gülümsemen. ve iki kadeh zevk parçası gibi salınan ellerinle. duruyorken sen. hangi kapı durdurabilir beni, madam?”

diyor biri.

“dur diyen kim? dayan var gücünle bütün kapılarıma. “

diyor beriki.

sonra sabah oluyor.

‘lucy in the sky’

Comments are closed.