Archive for the ‘Yazar : ‘Nedim (Crockett)’’ Category

“Ali Dayıya Mektuplar” – Binali Duman

Binali Duman abimizin üçüncü şiir kitabı “Ali Dayıya Mektuplar” Kaos Çocuk Parkı Yayınevi tarafından yayınlandı. 2011-2013 seneleri arası şiirlerinden oluşan kitabı şimdilik ve sınırlı sayıda 6.45 kitabevi (Kadıköy) ile Orfe Moby Dick Kitabevinden (Moda, Kadıköy) ve online satış olarak Kaos Çocuk Parkı Yayınevinin sitesinden satın alabilirsiniz.

Daha önceki iki kitabı “Hayatı Sevdir Bana” (1996) ve “Yağma ve Huşu” (2000) Piya Kitaplığı Yayınevinden yayınlanmıştır. Binali abimizin uzun seneler sonra yayınladığı ilk şiir dosyası olan “Ali Dayıya Mektuplar” kitabı şiir okumayı seven aylaklar için mutlaka okunması gereken bir kitap. Ali Dayıya Mektuplar kitabının yolu açık olsun.

Crockett

 

"7.

sözü yoran kalmaktan geri
sözü yoran gitmekten ileri
menzil de acıdır öğreneceksin
bekler yara tadında

olmayanı doldurur boşluk
olmayana dokundukça
acıya dem olan senden
uyanır son gerçeğine insan

hem ham hem cinnet
sığmanın güle olmayacağını 
döner ve kabullenir acı
ve sizin hatırladığınız odur külden 

öyle doydum gülde eksilmenin tokluğuna"



"32.

baktım ölümden yapılmıştı her şey ve hile
mağrur mağdur ve fani
dişlerimin arasına sıkışmış tükürük ile 
gördüm tükürük olana olmayan idi

şimdi olduğunca eskitsin diye beni
gülden kırmızı bir eksilme olan 
bir meğer anı idi bendeki
ertelendiğim yerden dönmeyecektim yani 

iyisi bile
iyi olmayan insanın 
dili yüktür
kalbi hile

öyle hatıra kopartır idi insanın etinden"


"83.

insan acıyı kandırır idi haliyle acı da insanı 
bizim can dediğimiz hem cam hem encam idi
insan kendine doğru kanar idi acıya doğru değil
bütün etrafıyla iyileşmeye kanar idi ölmeye değil

elif dediğin anlamda zehir idi bak zehirde anlam
hem hakikat hem de suikast içinde idi ve içimde
sonradan bakmış olmalıyım insan gibiyim çünkü
şimdi eksiğine eksik eğiğine eğik taşına diş idim

sanırsın ki ben olmayan her şeyle kesilmiş gibiydim
bütün omuzlardan münezzeh bütün boşluklara eğimli
olmayan tuhaf bir yakarı gibi bak istersen ben baktım 
görünmüyor idi bir şey

salya budur terbiye budur
onlar insanda durmadan kımıldanır durur"



“Ali Dayıya Mektuplar” - Binali Duman , Kaos Çocuk Parkı Yayınevi, 114 sayfa, 2018.





yoğurt çok faydalı…

bir edebiyat (?) dergisinin manşeti : “2000 kuşağının donanımlı şair ve eleştirmeni b.a.t.”
he canım yoğurt da çok faydalı…
jüriler kurun, edebiyat mahkemelerinde ödüller, payeler verin birbirinize, 100 tane satmayan dergiler çıkarın, sonra da birbirinize övgüler dizin o dergilerde.
okumayan ve kendinden menkul yazar ve şairler çağı.
birbirinizi gaza getiriyorsunuz da geleceğe değil de iki üç sene sonraya ne bırakıyorsunuz…
birbirinizden başka bir şey okumuyorsunuz da diyemeyeceğim çünkü hiç okumuyorsunuz.
bari GUILLAUME APOLLINAIRE’in ‘KATLEDİLEN ŞAİR’inden aşağıdaki alıntıyı okuyun. biraz uzun ama… neyse siz zaten okumazsınız, merak edenler okur…

Crockett…

 

kaltedilen-sair-121-210x300

XVI
ZULÜM..

“o dönemde, her gün şiir ödülleri dağıtılıyordu.. bu amaçla binlerce dernek kurulmuştu ve bunların bolluk içinde yaşayan üyeleri, belirli tarihlerde şairlere de ihsanlarda bulunuyorlardı.. fakat bütün dünyanın en büyük dernekleri, şirketleri, idare konseyleri, akademileri, komiteleri, jürileri vs, vs asıl büyük ödüllerini her yıl 26 ocak tarihinde veriyordu.. o gün, toplam değeri 50.0003.225,75 frank eden 8019 şiir ödülü veriliyordu.. öte yandan, hiçbir ülkede toplumun hiçbir sınıfında şiir zevki yayılmamıştı.. kamuoyu, tembel, gereksiz vs şeklinde nitelendirilen şairlere karşı çok öfkeliydi.. o yılın 26 ocağı olaysız geçti; fakat ertesi gün, adelaide’de (avustralya) fransızca yayınlanan ‘ses’ gazetesinde, keşifleriyle icatları çoğunlukla mucize gibi görülen kimyager-ziraatçı horace tograth’ın (leipzig doğumlu bir alman) bir makalesi çıktı.. ‘defne’ başlıklı makale, filistin’de, yunanistan’da, italya’da, afrika’da ve provence’ta defne yetiştirilmesinin tarihiyle ilgili bir tür açıklama içeriyordu.. yazar, bahçelerinde defne olanlara tavsiyelerde bulunuyor, ağacın beslenmede, sanatta, şiirdeki çeşitli kullanımlarını ve şiirsel zaferin simgesi olarak rolünü belirtiyordu. sözü mitolojiye getiriyor, apollon ile daphne hikâyesine göndermede bulunuyordu. yazının sonundaysa horace tograth birdenbire tarzını değiştiriyor ve makalesini şöyle bitiriyordu :

‘aslında bu işe yaramaz ağaç hâlâ çok yaygındır ve halkın defnenin meşhur lezzetini yakıştırdıkları daha az şanlı simgelerimiz de var. defne, çok kalabalık olan dünyamızda çok fazla yer kaplıyor – defne yaşamaya layık değildir.. bu ağaçlardan her biri iki insanın yerini alıyor.. defneler kesilmeli ve yapraklarından zehirden kaçar gibi kaçılmalı.. defneler bugün artık şiir ve edebiyat biliminin simgesi değil, yalnızca bir ölüm-şanın simgesidir ve ölüm hayat için neyse, şanın eli anahtar için neyse, bu ölüm-şan da şan için odur..

gerçek şan; bilim, felsefe, akrobasi, insanseverlik, sosyoloji vs için şiiri terk etmiştir. bugün şairler yalnızca, iş yapmadan kazandıkları parayı cebe atmakta iyidirler, zira hiç çalışmazlar ve çoğunluğunun (şarkıcılar ve diğer birkaç tanesi hariç) hiçbir yeteneği, dolayısıyla hiçbir mazereti yoktur.. birkaç marifeti olanlarsa daha da zararlıdırlar, çünkü hiçbir şey alamazlarsa, her biri bir alay askerden daha fazla gürültü çıkarır ve lanetli şeylerle kulaklarımızı tırmalarlar.. bütün bu insanların hiçbir varlık nedenleri yoktur.. onlara verilen ödüller çalışanlardan, mucitlerden, bilginlerden, filozoflardan, akrobatlardan, sosyologlardan vs çalınmıştır.. şairlerin ortadan kalkması gerekmektedir.. lykurgos (m.ö. 9. yüzyılda yaşadığı varsayılan ve sparta’nın yasa koyucusu kabul edilen kişi..) onları cumhuriyetten sürmüştü, onları yeryüzünden sürmek gerek.. aksi takdirde şairler, bu azılı tembeller bizim prenslerimiz olacak ve hiçbir şey yapmadan sırtımızdan geçinecek, bize eziyet edecek, bizimle dalga geçecekler… sözün kısası, bu şiir diktatörlüğünden bir an önce kurtulmalıyız..

eğer cumhuriyetler, krallar, milletler bu konuda önlem almazlarsa, fazlasıyla ayrıcalıklı şair ırkı öyle büyük oranlarda ve öylesine hızlı çoğalacak ki, çok geçmeden, hiç kimse çalışmak, icat etmek, öğrenmek, akıl yürütmek, tehlikeli şeyler yapmak, insanların acılarına çare bulmak ve kötü talihlerini iyileştirmek istemez olacak..

o halde gecikmeden durumu görmek ve insanlığı kemiren bu şiir kanserinden kurtulmak gerek..’

bu makale müthiş bir ilgiyle karşılandı.. her taraftan telefonlar ve telgraflar geliyor, bütün gazeteler makaleyi yeniden yayınlıyordu.. bazı edebiyat gazeteleri tograth’ın makalesinden alıntılar yapıp, bilim adamı hakkında alaycı düşüncelere yer verdiler, onun zihniyeti hakkında kuşkuları vardı.. lirik defne konusunda gösterdiği bu dehşete gülüyorlardı.. bunun aksine, haber ve ticaret gazeteleri bu uyarıya çok önem veriyorlardı.. ‘ses’teki makalenin dâhiyane olduğu söyleniyordu..

bilim adamı horace tograth’ın makalesi, şiire duyulan kini ifade etmek için eşsiz, olağanüstü bir bahane olmuştu.. ve bahanenin kendisi de şiirseldi.. adelaide’li bilginin makalesi, bütün insanların belleğinde yer etmiş antikitenin harikalarına gönderme yapıyor ve bütün varlıkların tanıdığı kendini koruma içgüdüsüne sesleniyordu.. işte bu yüzden, tograth’ın okuyucularının hemen hemen hepsi hayranlık duymuş, korkmuş ve yararlandıkları çok sayıdaki ödül yüzünden toplumun bütün sınıfları tarafından kıskanılan şairleri haksız çıkarma fırsatını kaçırmak istememişlerdi.. gazetelerin çoğu, kampanyalarını hükümetin en azından şiir ödüllerinin kaldırılması için önlemler alması çağrısıyla bitirmişlerdi..

o, akşam, ‘ses’in ikinci baskısında kimyager-ziraatçı horace tograth, aynen ilkinde olduğu gibi, her taraftan telefonlar, telgraflar alan, basında, kamuoyunda ve hükümetlerde fazlasıyla heyecan yaratan yeni bir makale yayınladı.. bilgin, yazısını şöyle bitiriyordu:

‘ey dünya, kendi hayatın ile şiir arasında bir seçim yap, eğer şiire karşı ciddi tedbirler alınmazsa uygarlığın işi bitti demektir.. hiç tereddüt etmeyeceksin.. yarından itibaren yeni çağ başlayacak. şiir yok olacak, bu eski esinlerin fazlasıyla ağır lirleri kırılacak. şairler katledilecek.

***

o gece, dünyanın bütün şehirlerinde hayat aynıydı.. her tarafa telgrafla gönderilen makale, çok aranan yerel gazetelerin özel baskılarında yeniden yayınlandı.. halk, her yerde tograth ile aynı fikirdeydi. birtakım hatipler sokaklara dökülmüş, halkın arasına karışarak onları galeyana getiriyorlardı. hükümetlerin çoğu, yayınlanan metin sokaklarda müthiş bir heyecana sebep oldukça, hemen aynı gece kararlar almaya başlamıştı bile. fransa, italya, ispanya ve portekiz, kaderleri hakkında karar verilene kadar, toprakları üzerindeki şairlerin en kısa süre içinde hapsedileceği konusunda kararname çıkartan ilk ülkeler oldular.. yabancı ya da ülke dışında bulunan şairler bu ülkelere girmeye teşebbüs ederlerse, idam cezasına çarptırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardı. abd’nin, mesleğinin şairlik olduğu bilinen herkesi elektrikli sandalyeyle idam etme kararı aldığı, telgrafla bildirildi. aynı şekilde almanya’nın da, imparatorluk toprakları üzerinde yaşayan manzum ya da mensur şairlerin, yeni bir emre kadar ikametgâhlarından çıkmamaları konusunda bir kararname çıkardığı, yine telgrafla bildirildi. aslında bu gece ve ertesi gün boyunca dünyanın bütün devletleri, hatta yalnızca lirizmden nasibini almamış kötü destan şairlerine sahip olanlar dahi, ‘şair’ sözüne karşı bile önlemler almışlardı. yalnızca iki ülke bunun dışındaydı : ingiltere ve rusya.. bu alelacele çıkarılan kanunlar hemen yürürlüğe kondu.. ertesi gün fransa, italya, ispanya ve portekiz toprakları üzerindeki bütün şairler hapsedilirken, bazı edebiyat gazeteleri siyah çerçeveyle yayınlanıyor ve bu yeni terör hükümranlığından şikayet ediyordu.. öğleyin gelen telgraflar, haiti’nin büyük, zenci şairi ‘aristenete güneybatı’nın aynı sabah, güneş ve katliam duygusyla kendinden geçmiş bir zenci ve melez güruhu tarafından parçalara ayrılıp yendiğini haber veriyordu. köln’de kaiserglocke bütün gece boyunca aleyhte şiddetli sözler söylemiş ve sabah, kırk sekiz kıtadan oluşan bir ortaçağ destanının şairi olan profesör doktor stimmung (fransızcada tam karşılığı olmayan almanca bir sözcük, ruh hali veya şiirsel atmosfer anlamlarında kullanılır), hannover’e gidecek trene binmek için dışarı çıktığında, ‘şaire ölüm!’ diye bağıran ve onu sopalayan fanatik bir grup tarafından takip edilmişti.

profesör bir katedrale sığınmış ve birkaç kilise görevlisiyle birlikte, zincirden boşanmış drikkes, hannes ve marizibill (köln bölgesi folkloruna ait şahsiyetler, bakınız apollinaire’in ‘alkoller’ adlı kitabındaki ünlü ‘marizibill’ şiirleri) halkı tarafından buraya kapatılıp kalmıştı.. özellikle bu sonuncular azgın görünüyorlar, kutsal bakire’yi, azize ursula’yı ve üç müneccim kralı alman tarzıyla yardıma çağırıyorlar, bu arada, kalabalığın arasında kendilerine yol açabilmek için yumruk atmayı da ihmal etmiyorlardı.. pazar duaları ve sofuca yakarışlarının arasına, şöhretini özellikle âdetlerinin üniseksliğine borçlu olan şair-profesör hakkında rezilce hakaretler karışıyordu.. başını yere eğmiş olan profesör, tahtadan yapılmış büyük aziz khristophoros’un altında korkudan donmuştu.. katedralin bütün çıkışlarına duvar çeken duvarcıların gürültülerini duyuyor ve açlıktan ölmeye hazırlanıyordu.

saat ikiye doğru, napolili kutsal eşya koruyucusu bir şairin, aziz ianuarius’un kanını şişede kaynarken gördüğünü bildiren telgrafı geldi.. kutsal eşya koruyucusu mucizeyi ilan ederek dışarı çıkmış ve mura (parmaklarla oynanan bir oyun) oynamak için aceleyle limana gitmişti.. bu oyunda istediği her şeyi kazanmış ve sonunda kalbine bir bıçak darbesi almıştı..

telgraflar, gün boyu birbirini izleyen şair tutuklanmalarını haber veriyordu.. amerikan şairlerinin elektrikli sandalyeyle idamı saat dörde doğru öğrenildi..

paris’te, fazla tanınmadıkları için başlarına bir şey gelmemiş olan, sol kıyıdan birkaç genç şair, closerie des lilas’dan, şairler prensinin kapatıldığı conciergerie’ye doğru bir gösteri örgütlediler..

göstericileri dağıtmak için bir alay geldi.. süvariler silahlarını doldurdu.. şairler silahlarını çıkarıp kendilerini savundular, fakat bunu gören halk arbedeye karıştı.. şairleri ve kendini onların koruyucusu ilan eden herkesi boğdular.

bütün dünyada hızla yayılan zulüm işte böyle başladı. amerika’da ünlü şairlerin elektrikli sandalyeyle idamlarının ardından, bütün zenci şarkı besteciler, hatta hayatları boyunca hiç şarkı bestelememiş birçok kişi linç edildi. daha sonra sıra beyazlara ve bohem edebiyatçılara geldi. avustralya’daki zulmü bizzat idare ettikten sonra tograth’ın da melbourne’dan gemiye bindiği öğrenildi..”

GUILLAUME APOLLINAIRE..

‘KATLEDİLEN ŞAİR..’ , GUILLAUME APOLLINAIRE, Çeviri : NİHAN ÖZYILDIRIM, KANAT Yayınları, Aralık 2004, 202 Sayfa..

72. Venedik Film Festivali (2-12 Eylül 2015)

Bu yıl 72.’si yapılacak olan Venedik Film Festivalinin jüri başkanlığını “Gravity” filmiyle kendinden uzun süre söz ettiren Oscar ödüllü Meksikalı yönetmen “Alfonso Cuaron” yapacak.

Festivalin açılış filmi ise Baltasar Kormákur’un yönetmenliğini yaptığı “Everest” filmi oldu. Son olarak “Gece Vurgunu” adlı filmindeki oyunculuğuyla döktüren ve şahsen taptığım Jake Gyllenhaal, “Everest” filminde başrolde. Kendisine ayrıca Josh Brolin,  Jason Clarke, Keira Knightley gibi yıldız oyuncular eşlik ediyor.  Filmin konusunu ise 1996 yılında Everest’e tırmanan 8 dağcının başından geçenler oluşturuyor.

Görünen o ki bu sene hem festival hem de “Everest” filmi yine çok konuşulacak. 

Crockett

everest

everest-1

venedik72

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KEN LOACH!

yine sağda solda “ken loach” ile sallayanlar olduğunu görünce dayanamadım ‘land and freedom’ filmini anmak istedim 19 sene sonra… sadece bu filmiyle ve polit…ik görüşleriyle bile ona sallayanların kat be kat fersah fersah üstündedir “ken loach”. ken loach’a dil uzatabilmek için “hayata çalım at”, “kes” ve “land and freedom” gibi 30 yakın uzun metrajlı filmi izlemek, etüd etmek ve anlayıp ondan sonra eleştirmek gerekir. sırf siyasal görüşleri nedeniyle ve stalinist kampın dışında olduğu için saçma sapan eleştiri ve görüşlerle onu ve sinemasını mahkum etmeye çalışmak faşistliğin en alasıdır! sen çok yaşa ken loach! sen çok yaşa devrim ispanyası! 
Crockett
ken loach-3 001 ken loach-4 001 ken loach-5 001 ken loach-6 001 ken loach-1 001 ken loach-2 001
“İSPANYA 1936 BAHARI” , Charlie Hore, Duncan Hallas…, Çeviri : Melike Çakırer, Z Yayınları, Eylül 1995

 

‘HOŞGELDİN/B’XÊR HATÎ’ – BAJAR

“son dokuz ayda çok sayıda yeni albüm çıktı. aralarında çok kaliteli yapımlar vardı. mesela çerkez ezgilerini yorumlayıp seslendiren ‘xexec’ grubunun ‘kalan’ müzik etiketiyle çıkan ‘çerkez ezgileri’ albümü çok başarılı bir çalışmaydı. yine ‘kalan’ müzik etiketiyle çıkan grup ‘karmate’nin üçüncü albümü ‘zeni’ de sağlam ve güzel bir albümdü. Özellikle vokaldeki ‘resul dindar’ın gruptan ayrılmasından sonra grubun çok etkileneceğini düşünenler bu albümün gücüyle yanıldıklarını anladılar. tabi bizler ayrıca ‘resul dindar’ın da yeni çalışmalarını dört gözle bekliyoruz. burada saydığımız ve sayamadığımız albümlere de vaktimiz olduğu zaman yer vereceğiz ayrıntılarıyla.

işte bu yeni albümler arasında özellikle İlk albümlerinde tüm insanlığa ‘yaklaş/ nêzbe’ diyen grup ‘BAJAR’ kasım ayında çıkan ikinci albümleriyle bu kez 13 yeni şarkıyla ‘hoşgeldin/b’xêr hatî’ diyor. Bu albüm de bir ‘bgst’ ve ‘kalan’ müzik yapımı.

rock ve folk ezgileri harmanlayarak şarkılarını türkçe ve kürtçe dillerinde seslendiren grubun en büyük gücü ise ‘kardeş türküler’den de bildiğimiz vokaldeki  ‘vedat yıldırım.’ vedat yıldırım’ın kendine has sesi şarkılara ayrı bir ruh verirken kalbinizi tüm sıcaklığıyla sarıyor. iki üç şarkı dışında söz ve müziklerin çoğu yine ‘vedat yıldırım’a ait. grup BAJAR ayrıca bu albümlerinde büyük ustalar ‘şivan perwer’in ‘serhıldan jiyane / yaşamak isyandır’ ve ‘ahmet kaya’nın ‘yalan da olsa’ şarkılarını da yorumlamışlar. ikisi de bence çok güzel yorumlar olarak öne çıkıyor. yine 2008 yılında ‘kazım öz’ün yönettiği ‘bahoz / fırtına’ filminin film müziklerinden olan ‘bahoz / fırtına’ (söz ve müzikleri ‘vedat yıldırım’a ve şarkı içindeki şiir sezai sarıoğlu’na ait) şarkısı da albümde yer bulmuş kendisine. Bu şarkı da uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir şarkı. ama benim albümdeki favori şarkım söz ve müziği yine ‘vedat yıldırım’a ait olan ‘betbeyaz – rûspî.’ aylardır sıkılmadan çevire çevire dinlediğim bir şarkı. özellikle sıkıntılı anlarımda bunaldığım zamanlarda ilaç gibi geliyor bu şarkı.

sözün özü albümü hâlâ edinip dinlemeyenler bence çok şey kaybediyorlar. bir an önce en yakınlarındaki mağazalara koşup giderlerse orada grup ‘BAJAR’ın son albümü kendilerine raflardan ‘hoşgeldin/b’xêr hatî’ diye seslenecek. iyi dinlemeler…

Nedim (Crockett)

 

BAJAR

 

VEDAT YILDIRIM : Vokal

BURAK KORUCU : Vokal

CANSUN KÜÇÜKTÜRK : Elektrik Gitar

ARİ HERGEL : Bas Gitar

FERHAT GÜNEŞ : Klavye

ERDEM GÖYMEN : Davul

 

bajar-2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BETBEYAZ / RÛSPÎ

 

“yine bir yorgun pazartesi

adımların tik tak sesi

ömüriliğe bağlamışım

patronumun müfrezesi

ütüm düzgün yüzüm buruşuk

kafam ortaya karışık

masa üstüm hesaplarım

bu düzenle çok barışık

bir of çeksem bir of çeksem

yelkovana bi dur desem

 

boşver…

bugün cuma bi tek at geçer

doldur boşalt hadi keyfe keder

yalan da olsa inan geçer

 

boşa mı onca okudum

kaderi yalan dokudum

övün çalış güven istiklal

yusuf makamına soyundum”

 

BAJAR

‘ŞİİR’

Dünyanın bütün ‘sığıntılarına’ ve tüm aylaklara günün şiiri olarak da ‘Kenneth Rexroth’un ‘Şiir’ isimli şiirini buradan yolluyorum. Anlayanlara artık! Şiirle kalın…

 

Crockett (Nedim)

 

ŞİİR

 

Yatıyorum yabancı bir yatakta

Yabancı bir evde ve sabah

Bütün geceyarılarından daha acımasız,

Boşaltıyor aydınlığını pencereden…

Çiçek yüklü kiraz dalları

Soluyor ve artlarında altın

Alımlı bibloları akağacın,

Daha ötede saf, sonsuz

Nisan göğü ve beyaz püskül püskül bulutlar

Ve hepsinin içinde ve ardında,

Hazır bekleyen kaçınılmaz

Uzaklığı yalnızlığın.

 

KENNETH REXROTH

 

(Aşk ve İsyan, Çeviri : GÜVEN TURAN, İYİ ŞEYLER YAYINCILIK, Aralık 1991…)

(Ayrıca ‘Aylak Adamız’daki 2 şubat 2012 günlü KENNETH REXROTH yazısına bakabilirsiniz..) 

kennethrexroth-121

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kennethrexroth-18-

 

hoş geldin DENİZ BARAN !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aylak adam ailesi gün geçtikçe büyüyor.. çeşitli nedenlerle durağanlaşan yalnızlaşan  aylak adamız yakında tüm gücüyle geri dönüş yapıyor hem de ailemizin en küçük üyesi ‘deniz baran’ımızla..

‘emel ve gürsel’ kardeşlerimizin bugün ‘deniz baran’ı dünyaya ve biz aylaklara merhaba dedi.. en yakışıklı aylak ‘deniz baran’ımıza anne ve babası ‘emel ve gürsel’le bir ömür boyu mutlu ve özgür bir yaşam dileriz.. duydum ki ‘gürselim’ bize mekanda ‘deniz baran’ımızın şerefine müthiş bir gece hazırlamış.. sabırsızlıkla bekliyoruz o geceyi..

tekrar hoş geldin ‘deniz baranım’ nedim amcan bir elinde jack bir elinde tavşanlı bira poşeti seni mekanda bekliyor..’

 

Nedim.. (Crockett..)

‘CEM KISMET’in ‘BEHZAT Ç. DİZİ VE FİLM MÜZİKLERİ’ albümü çıktı!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘CEM KISMET – PİLLİ BEBEK’in ‘BEHZAT Ç.  DİZİ VE FİLM MÜZİKLERİ’ albümü çıktı!

 

değil yazı yazacak, konuşacak ve nefes alacak bile durumda değilken ancak ya ‘gamzem’ ya ‘behzat ç.’ ya ‘pilli bebek’ yazı yazdırabilirdi bana.. ‘gamzem’ için yazmak kolay değil.. onu anlatabilmek, onu yazabilmek bilemiyorum.. cesaret edemem şu an.. hayattaki tek kutsalım.. onunla, onun sayesinde nefes alabiliyorum uzun zamandır.. onlarca yıllık dost, aile, akraba vs kuleleri birer birer yıkılırken kırk yıldır berabermişiz gibi bana destek olan, her şeyi göze alarak arkamda değil yanımda duran ‘gamzem’i de belki bir gün anlatırım.. en kısa zamanda kendisi de aramızda olacak zaten..

neyse kim ne derse desin bu topraklarda rock müziğin en kralını yapan ve ‘behzat ç. dizisine verdiği katkıyla diziyi daha yukarılara çıkaran ‘cem kısmet’ ve grubu ‘pilli bebek’in ‘behzat ç. bir ankara polisiyesi dizi ve film müzikler’ bugün müzik marketlerde yerini aldı..

zor ve boktan günler geçirdiğim şu günlerde uzun süredir beklediğimiz bu albümün çıktığını ‘reis blackhawk’ telefon mesajıyla müjdeleyince hemen sıcakta kendimi kadıköy sokaklarına attım.. gittiğim ilk iki müzik markette albümü bulamayınca kan ter içinde ve küfürler yağdırarak en gıcık olduğum yere gittim ve albümü karşımda buldum.. hemen reise ve kendime birer tane kaptım ve doğruca çöplüğüme döndüm.. daha dinlemeden mekana ‘reis’ ile birlikte ‘yücelim’ de geldi..  ve hemen ‘haram geceler’den dinlemeye başladık iki cd den oluşan bu muhteşem albümü..

‘cem kısmet’ ile ‘pilli bebek’i ve gelmiş geçmiş en iyi yerli dizi ‘behzat ç’yi burada uzun uzun anlatmaya gerek yok.. özellikle kendini solcu ve entel dantel zanneden kesimden bazı insanların diziye yaptıkları zulme karşı yazdığım yazımı yakında bitireceğim.. herkesin eleştirilerine, görüşlerine saygılıyım ancak sadece bir diziyi bitirmek, yok etmek için yapılan eleştirilere aynı sertlikte yanıt verdik ve vermeye devam edeceğiz..

uzun zaman sonra yazdığım bu yazı ‘aylak adamız’ için belki yeni bir dönemin başlangıcı olur ‘cem kısmet’ sayesinde.. hadi bakalım herkes albümü almaya.. bu albümü almayanlar için sadece üzülürüm bu albümü dinleyemedikleri için..

‘reis’e selam ‘cem kısmet ve pilli bebek’le yola devam..

nedim.. (crockett..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraflar albümden..)

‘sınırlara inanan o sınırların parçası olur..’ don cherry

her zaman olduğu gibi yerimdeyim.. mekanda arka odadayım..

‘katia farah’ çalıyor.. o çalarken yanında ‘fifi abdo’ muhteşem dansıyla ona eşlik ediyor.. kendimden geçiyorum ‘fifi’yi izlerken.. ‘katia farah’ ön odanın pencerelerinden içeri girmeye çalışan insan kalabalığının anlamsız gürültüsünü geri püskürtüyor..

o insan kalabalığının aralarından bir hayalet gibi geçip geldiğim şu sığınağımda her şeyden herkesten uzakta alkole yatırıyorum ruhumu ve beynimi..

evet bir hayalet gibi geçtim geldim yine.. hiçbiri görmedi beni.. görünmezliğime ilk başlarda üzülüyordum fakat şimdilerde o görünmezlik için kendimi şanslı sayıyorum..

gelirken herkesin gözlerinin içine bakmama rağmen görmüyorlardı beni.. herkesin yüzünde sahte bir gülüş, yapmacık konuşmalar, davranışlar.. herkes ayrı bir rolde.. ne kadar da mutlu görünüyorlar..

kimisi tuttuğu takıma göre sırtlarına formalarını giymişler birazdan başlayacak maçı bekliyorlar.. kimisinin arasında maçla ilgili hararetli tartışmalar, kimi köşe başlarında ise gerginlik en üst seviyede kavgalar koptu kopacak..

bir toplum nasıl böyle ‘top kafa’ , ‘top beyin’ olabilir anlamıyorum.. varsa yoksa top.. ‘şut ve gol..’ ‘yaşşaaaaaaaa.’. bağırın yırtının.. dünya savaşa gidiyor ama bizim aklımız fikrimiz topta.. yanı başımızda kıyamet birkaç yerde birden koptu kopacak bizim aklımız topta sayın seyirciler.. ‘savaşa, savaşlara hayır’ diyen kimse yok artık.. herkes iyi ‘seyirci’.. herkes izliyor, ipnotize olmuş, uyuşturulmuş, tek tipleştirilmiş insanlık.. ‘franco’ canavarı yaşasaydı ne mutlu olurdu tüm ülkelerdeki toplumları gördüğünde.. ‘fado, futbol, fiesta’, yani 3f formülü tam tutmuş durumda.. gözleri yaşarır ağlardı faşist ‘franco’ tam ‘top beyin, top kafa’ olmuş bu insanlığı gördüğünde..

ama beni en çok şaşırtanlar bu topa başka anlamlar yükleyip yüceltenler.. hele tribünlerde ‘sol’ siyasi çağrışımlı gruplar yok mu onlara daha da bitiyorum.. trilyonluk oyuncular sahada kafalarına, keyiflerine göre koşturup dakika başına on binlerce dolar para kazanırken tribünlerde bazıları kendilerini yırtıyor, karşı takıma ya da hakeme demediklerini bırakmayıp saydırıyorlar, bir yandan da kendilerini bilmem ne grubu diye nitelendiriyorlar.. bu arka odamız ne adamlar gördü.. ahh ah.. sendika başkanlığı yapmış birinden benim tüm futbol takımlarının kirlenmişliğine yönelik bir tespitimi söyledim diye az kaldı dayak yiyordum.. ‘alın şunu önümden götürün’ dedim onu getirenlere yoksa bir kaza çıkacaktı.. adama bak binlerce işçinin sendika başkanlığını yapmışsın yıllarca ama ben genelleme yaparak tüm futbolun kirlendiğini söylemişim, beyefendi ne çıkarsamalar yaptı bilseniz kafayı yersiniz.. aman aman.. koptum yıkıldım yahu.. her aklıma gelişinde de vay halimize, vay başımıza diyorum..

iki gün önce turgut abiyle otururken ne güzel demişti ‘elime imkan verseler iki şeyden başlardım.. önce tüm spor faaliyetlerini durdurur ve tüm takımları lağvederdim, sadece amatör mahalle takımlarının kurulmasına izin verirdim.. ikincisi de tüm ülkede bütün inşaat faaliyetlerini durdururdum..’ ağzından bal damlıyordu sanki turgut abinin.. bir sanatçının kanayan yüreğinden dökülenlerdi bunlar.. ona katılmamak mümkün mü.. yüz milyarlarca euroluk futbol pazarının uyuşturucudan daha tehlikeli olduğunu kabul etmemek at gözlüğü takmaktır..

ön odaya gidiyorum aşağıya bakıyorum.. sokak hınca hınç dolu.. bardaklar inip kalkıyor.. herkes rolünü doğru dürüst yapmaya çalışıyor.. pencereden onların hepsine birer oscar heykelciği yolluyorum.. en beğendiklerime de altın portakal fırlatıyorum.. herkes döktürüyor.. kimisi de aptal kutusu beyaz camlara kitlenmiş durumda.. kimi köşelerde ise sert tartışmalar, itişip kakışmalar.. sokağa bakan mobese kameralarının görüntülerine sahip olmak isterdim.. tam bir toplum tahlili yapmak için müthiş bir imkan.. ama yok elimde öyle bir şans..

tekrar arka odaya dönüyorum..

‘halo dayı’ gibi şişeleri birbirine tokuşturarak insanlığın akıl sağlığına içip reverans yapıp eğiliyorum saygıyla tüm insanlığın önünde ve ‘st. simon tepesine’ ‘bekle beni birkaç gün sonra yine oradayım’ diyerek dışarıdaki gürültünün içeri hiç girmemesi için ‘tony hanna’nın şarkıları çalarken sesi sonuna kadar açıp kafamı kitaplara gömüyorum : 

‘asla alman işgali altındayken olduğumuzdan daha özgür olmadık.. savaşımızın gaddarca koşulları bize gerçekten hayatta olduğumuzu, maskeler ya da peçeler olmadan insanlığın durumu  denilen o dayanılmaz yürek parçalayıcı hali anlamamızı sağladı..’ j. p. sartre..

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ZEKİ DEMİRKUBUZ’dan yeni bir başyapıt : ‘YERALTI..’

“çamura batmanın bile bir anlamı olmalıydı..” – ‘YERALTI’

 

‘zeki demirkubuz’u kimseler bilmez ve izlemezken izlerdim boş sinema salonlarında.. ‘bekleme odasını’, ‘kader’i ve ‘kıskanmak’ filmlerini tek başıma defalarca kocaman salonlarda izlemişliğim vardır..

‘zeki demirkubuz’un ‘dostoyevski’ takıntısı da onun müptelası olma nedenlerimdendir.. insan ruhunun çözümlemelerini özellikle de karanlık ve anlaşılmaz yanlarını ‘dostoyevski’   gibi yapan bir yazar var mıdır tartışırız bu konuyu.. ‘dostoyevski’nin her biri birbirinden önemli romanlarının çoğunu daha lise çağlarımda hatmetmiştim..

herkesin tersine benim en çok sevdiğim üç romanı şöyledir : ‘ecinniler’, ‘budala’ ve ‘yeraltından notlar..’ herkesin dilinde olan ve ilk okunan ve mutlaka da okunması gereken ‘suç ve ceza’, ‘karamazov kardeşler’ ve diğerleri sonra gelir benim için..

özellikle ‘budala’nın ayrı bir yeri vardır benim hayatımda.. sonra ‘ecinniler..’ kaç kere okumuşumdur ‘ecinniler’i acaba hatırlamıyorum.. ‘insan’dan neden korkulması gerektiğini çok iyi anlatır ‘ecinniler..’

ve sonra da sonsuza kadar bir başyapıt olarak kalacak ‘yeraltından notlar..’ herkesin elinin altında olması gereken bir kitap.. ama nerde.. devir blöfçüler devri.. okumadığına okudum, izlemediğine izledim, dinlemediğine dinledim diyeceksin bu devirde.. yoksa ayıp olur.. gençlik sıfır okumayla dünya rekorlarına oynarken, yeni yeni şatafatlı konutlar içinde lüzumsuzlar da dahil olmak üzere her şey mevcutken bu evlerde kitaplık ya da kütüphane diye bir eşya ya da bölüm yoksa ne yapsın gençler.. her şeyi izleyerek öğrenen bir gençlik.. okuyan yok.. sıfır.. hiç unutmuyorum bir gün evimize gelen yakın aile dostumuzun küçük oğlu iki odaya yayılan kitapların arasında dolanırken ilk klasik soru : ‘hepsini okudun mu’yu hemen patlattıktan sonra ‘victor hugo’nun ‘sefiller’inin dört cildini uzun süre inceleyince ona hediye etmek istedim.. önce almak istemedi, al dedim okumazsan bile hatıra kalır, hava atarsın gelene gidene ‘okudum’ diye.. yüzünde bir gülümseme yayıldı önce sonra da ‘insanlar etkilenir mi gerçekten’ diye sordu.. tabi dedim.. yüzünde ki gülümseme yayıldı ve ekledi ‘tamam, mutlaka okuyacağım bu kitabı göreceksin’ dedi.. iyi hadi hayırlısı deyip yolladım çocuğu.. yaklaşık iki sene sonra yine bize yaptıkları bir ziyarette hatırlayıp  sordum ‘sefiller’i okumuş mu diye.. zaten kendisi de biraz büyüyüp olgunlaşmıştı.. ama maalesef büyüme sadece fizikselmiş..  pis bir sırıtmayla birlikte ‘yok be abi, onun internette özetini buldum onu okudum, kim okur 4 cilt, tuğla gibi her bir kitap’ dedi.. yıkıldım.. hiç okumasaymış daha iyiymiş.. özet okumuş.. özet dediği de tahminen en fazla 20 sayfa.. ‘victor hugo’ olsa ne derdi kim bilir..

neyse böyle bir nesil varken ortalıkta bir de eski nesillerde gelişen ‘blöfçülük’ hastalığı var.. bilmeseler de bilirmiş gibi yaparlar, okumamışlarsa da okumuşlar gibi, dinlememişlerse dinlemişler, gitmemişlerse de gitmişler, izlememişlerse de izlemişler, duymamışlarsa da duymuşlar vb gibi yaparlar.. hastalık haline gelmiş durumda bu.. 20. yüzyılda başlayıp 21. yüzyılda insanlığı saran ‘blöfçülük’ hastalığı  vebadan beter bir hastalık.. ikinci üniversitem hukuk fakültesini okuduğum sıralarda arkadaşlarla birlikte ‘kadıköy’ün sokaklarında kitap sattığımız günlerden birinde çok okumuş olduğunu her defasında belli etmeye çalışan arkadaşlarımızdan birisi, bir bayan arkadaşımıza ‘yeraltından notlar’ı okuyup okumadığını sormuştu.. sonra okumadığını öğrenince kitap standında duran ‘yer altından notlar’dan bir tanesini çekip bayan arkadaşa verip hemen okumasını söyledi.. bayan arkadaş teşekkür edip gitti.. iki gün sonra aynı yerdeyken biz, kitabı alan bayan arkadaş gelip kitabı kendisine veren mürekkep yalamış arkadaşa bu kitabı okumasına fırsat verdiği ve önerdiği için  teşekkürlerini sunarken kitapla ilgili birkaç şeyden bahsedip kitapla ilgili konuşmak isteyince kitabı veren arkadaş bu sefer sırıtıp ‘iyi de ben o kitabı henüz okumadım’ deyince gülmekten yerlere yattım.. bayan arkadaş şaşkın gözlerle bizim arkadaşa bakarken, ben gülmekten kriz geçiriyordum.. komikliğe güldüğüm kadar şaşkınlığım da gülmemin sürmesine yol açtı.. ulan diyordum bu yaşa gelmişler ikisi de hala ‘yeraltında notlar’ı okumamışlar.. ne acayip insanlar var şu dünyada diye düşünüyordum, üstelik çok okuyan bir arkadaştı birisi.. ve okumadığı halde bir kitabı ballandıra ballandıra övüyor ve öneriyordu.. okumadığın bir kitabı nasıl över, tavsiye edersin hala anlamış değilim..

uzun yıllar geçti, bizim bu tür arkadaşlarla ilişkilerimiz şükür sıfır düzeyine indi.. bu tipler hep köşe başlarında bir gözlerinde dolar diğer gözlerinde euro işaretleriyle dolanırken bizler hala inatla kitapların içinde debeleniyoruz ve onlardan daha mutluyuz..

işte bizler de bu blöfçüler dünyasında geçen sürede de ‘zeki demirkubuz’ gibi bir yönetmenin doğuşunu ve gelişimini izledik sinema dünyasında.. kendisiyle ve filmleriyle tanışınca çok fena etkilenmiştim.. artık ne zaman yeni filmini yapar diye bekliyordum.. eski filmlerini defalarca seyrediyordum.. yeni filmlerine ilk seanslarda izlemek için işi gücü bırakıp koşuyordum..

insanların çoğu ‘masumiyet’i, ‘kader’i izledikten sonra izledi.. çünkü o zamanlar bu kadar bilinmiyor ve medyatik değildi ‘zeki demirkubuz..’ belli sanat çevrelerinde büyük yankı uyandırmasına rağmen ‘masumiyet’ ne sinema izleyicisinden gişe olarak ne de genel olarak sinema dünyasından olumlu tepki alamamıştı.. ancak ne olduysa ‘kader’ filminden sonra oldu, herkes ‘zeki demirkubuz’ hayranı oldu.. filmleri paketler halinde kampanyalarla satılmaya başlandı.. geç de olsa ‘zeki demirkubuz’ gibi bir ustanın bu rağbeti görmesi muhteşem bir şeydi.. ancak bu yükselen talep nitelikli bir talep miydi, yoksa tüketime yönelik medya destekli bir tüketip yok etme talebi miydi.. malum kapitalizmin mekanizmaları iyi olan şeyi de manasızlaştırıp, şeyleştirip tükettirmeyi çok iyi beceriyor.. bunu ileriki süreçte göreceğiz.. ama şu bir gerçek ki ‘zeki demirkubuz’ her filminde sinemasının üstüne yeni bir şeyler  koyarak daha da geliştiriyor dilini..

bir başka usta ‘nuri bilge ceylan’la yapılan kıyaslamalar bile çok komiğime gidiyor.. bu iki ustanın da kendilerine has dilleri varken kıyaslanmaları, ikisinin arasında bir husumet yaratılmaya çalışılması o kadar komik ki.. iki ustanın  da önü açık.. ne kadar sallarlarsa sallasınlar ikisine de artık ulaşamazlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

benim tıpkı ‘dostoyevski’de olduğu gibi bir ‘dostoyevski’ hayranı olan  ‘zeki demirkubuz’ sinemasında da en çok sevdiğim filmleri diğer insanlara göre farklıdır.. benim de hastalığım belki budur kim bilir.. herkes ‘masumiyet’ ve ‘kader’ der bense ‘itiraf’ ve ‘yazgı’ derim.. sonra ise ‘üçüncü sayfa’ gelir.. bu üç filmin ikisinde oynayan ‘başak köklükaya’, ‘itiraf’ta oynayan ‘taner birsel’, ‘üçüncü sayfa’da oynayan ‘ruhi sarı’ ve ‘yazgı’da oynayan ‘serdar orçin’in oyunculukları gibi oyunculuklara zor rastlanır sinemamızda.. ayrıca filmlerin senaryoları, kurguları da birer başyapıttır.. kadın erkek ilişkileri bağlamında yaşananları ekonomik ve politik ortamdan soyutlamadan ruhlarına derin inişler yaparak anlatan ‘zeki demirkubuz’ bu çizgisini tüm filmlerinde devam ettirmiştir..  ‘bekleme odası’nda kendisi başrolde oynamış ve bu filminde de ‘dostoyevski’nin ‘suç ve ceza’sını sinemaya uyarlamak isteyen ‘ahmet’ adlı bir yönetmenin yaşadığı ilişkileri ve sorunlarını anlatır.. hayatımın en dandik dönemlerindeyken bu filme o kadar takmıştım ki sanırım arka arkaya beş kere gidip izlemiştim sinemada filmi.. ve bu beş izleyişimin hepsinde de tek kişiydim salonda.. artık bu filmle beraber bir hastalık halini almıştı ‘zeki demirkubuz’ sineması bende.. tüm filmlerini topladım.. kamera arkalarını, onun röportajlarını çölde susuz kalmış insanlar gibi defalarca izledim..

sonra ‘kader’ ve ‘kıskanmak’ filmleri geldi üçer yıl arayla..  zaten ‘kader’in yarattığı etkiyle beraber herkes ‘zeki demirkubuz’ demeye başladı.. bir dönem filmi olan  ‘kıskanmak’ adlı filmi ise ‘kader’den etkilenen tayfanın pek hoşuna gitmedi.. oysa ‘zeki demirkubuz’ sinemasının başyapıtlarından birisiydi ‘kıskanmak’ filmi..  özellikle ‘nergis öztürk’ün oyunculuğu beni bitirmişti..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ve nihayet yine ‘kıskanmak’tan üç senelik bir zaman diliminden sonra büyük beklentiler içinde zeki ustanın son filmi ‘yeraltı’ dün 25 kopya gibi çok az bir kopyayla gösterime girdi.. ‘zeki demirkubuz’ istese 300, 400 kopyayla gösterime girecek gücü olduğunu ancak türkiye gerçeklerini ve filmi izleyecek kişi sayısını aşağı yukarı tahmin ettiği için bu sayıda kopyayla girdiğini söylemiştir.. 350, 400 kopyayla gösterime giren ve gişeleri ‘fethettiği’ söylenen sabun köpüğü, gazoz gazı filmlerin yanında ‘zeki demirkubuz’ gibi bir ustanın filmi ancak 25 kopyayla gösterime giriyor bu ülkede.. bir ay önce yine bir başka usta yönetmenimizle sohbet ederken maddi imkansızlıklar nedeniyle gösterime sokamadığı  son filmini ancak üç kopya yaptırabildiğini ama salon bulamadığından üç kopyayla bile gösterime giremediğini söylemişti.. ne acı..  

işte iki senedir ‘yeraltı’ ile yatıp kalktıktan sonra ‘zeki demirkubuz’ ve sinema tutkunları nihayet dün ‘yeraltı’na kavuştu..  neler yazılmadı ki film gösterime girene kadar.. bin bir türlü fasa fiso haber.. yazılmadık çizilmedik şey kalmadı.. magazinleştirmek, filmin içini boşaltmak için yüzlerce balon haber..

ve tüm bu zırıltının içinde dün beyazperdeye yansıdı ‘yeraltı..’ dostoyevski’nin ‘yeraltından notlar’ kitabından esinlenerek senaryosu yazılan ve günümüze uyarlanan bu filmi dün tüm koşturmacamın, sıkıntımın içinde iki saat ayırdım ve izledim.. oyuncu kadrosu çoğu ‘zeki demirkubuz’ filminde karşımıza çıkan isimlerdendi çoğunlukla.. en baştan söyleyeyim ‘engin günaydın’ın müthiş oyunculuğu çok konuşulacak ama kıskanmak filmindeki performansıyla da hayran kaldığım ‘nergis öztürk’e bu filmdeki oyunculuğuyla tekrar hayran kaldım.. ‘nihal yalçın’ ve ‘serhat tutumluer’de öne çıkan oyunculardı.. ama ‘engin günaydın’ aylardır hazırlandığı filmde oyunculuğun doruk noktalarına çıkmış.. ‘yazgı’da da oynamış olan ‘engin günaydın’ sinemada ve televizyon ekranlarında çizdiği tüm tiplemeleri ezmiş geçmiş bu filmde.. kaç kere gider izlerim bu filmi ama ‘engin günaydın’ın oyunculuğuna sanırım doyamayacağım hiçbir zaman..

öyle olmadığı halde genelde metne dayalı ve durağan, yavaş  filmler olarak eleştirilen ‘zeki demirkubuz’un filmlerinden sonra son eseri ‘yeraltı’ için ne yakıştırmalar ve eleştirilerde bulunacaklar çok merak ediyorum.. bence romandan çok iyi esinlenip günümüze uyarlanmış bir senaryosu ve çok sağlam bir kurgusu vardı filmin.. filmin en başında ve bazı yerlerinde yakın plan ‘engin günaydın’ sahnelerinde ki yavaşlık bile fazla gelmiyordu insana.. baştan aşağı üzerinde çok iyi çalışıldığı belli olan bir film.. 107 dakikalık bu filmin hiç bitmesini istemedim.. anlatılan bir ölçüde 19. ve 20. yüzyılın insanının hikayesi olduğu kadar esasında 21. yüzyılın insanının hikayesiydi.. senaryo öyle ustalıkla romandan uyarlanmış ki tartışmasız özgün bir başyapıt ortaya çıkarılmış..

‘zeki demirkubuz’un ‘ankara’da çektiği bu filmde ‘ankara’nın karanlık ve puslu havasının dışında özellikle gece yaşamına yönelik ilginç sahneler de var.. taşradaki insanların arasındaki ilişkilerin yanı sıra insan ruhunun karanlıklarında dolaşıyor film.. muharrem (engin günaydın) bir devlet dairesinde çalışan çeşitli ruhsal takıntıları olan ve yalnız yaşayan bir memurdur.. her gün eve gelen temizlikçi kadın ‘türkan’ (nihal yalçın) ve ara sıra uğradığı ‘kızıl elma’ diye hatırladığım bir derneğin çevresindeki üç beş insanla nefret ağırlıklı ilişkisi vardır.. uzun süredir görmediği bu arkadaşlarının yanına bir gün uğrar.. son romanıyla ödül kazanan arkadaşları ‘cevat’ (serhat tutumluer) için bir akşam yemeği organize eden arkadaşlarına zoraki de olsa yemeğe davet ettirir kendisini.. arkadaşları bu durumdan pek memnun değildirler.. ‘cevat’ın fikir hırsızı olduğunu düşünen ‘muharrem’ o yemeğe gider ve olaylar gelişir..

filmin özellikle ‘muharrem’ ve arkadaşlarının yemek sahnesi, uluma sahneleri, ‘muharrem’in evdeki cinnet sahnesi ve ‘muharrem’ ile ‘türkan’ arasındaki diyalogların olduğu sahneler unutulmaz sahneler.. tıpkı ‘dostoyevski’ gibi saralı bir ruh halindeki ‘muharrem’in ve çevresindeki insanların yaşantısı etrafımızdaki dış dünyada olup bitenlere ve çevremizde her zaman bulabileceğimiz tipteki insan örnekleriyle günümüzü de anlatıyor aslında..

kaçırılmaması gereken bu başyapıt için başta ‘zeki demirkubuz’ ustaya ve filmde emeği geçen başta oyuncular olmak üzere herkese aylak adamız adına teşekkürlerimizi sunuyoruz..

gülüşünüzle ve ‘zeki demirkubuz’ ustayla kalın..

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Yeraltı..’

 

Yönetmen ve Senaryo: Zeki Demirkubuz

Oyuncular: Engin Günaydın,

Nergis Öztürk,

Serhat Tutumluer,

Nihal Yalçın,

Murat Cemcir,

Feridun Koç,

Serkan Keskin,

Sarp Apak

Yürütücü Yapımcı: Başak Emre

Yapım sorumlusu: Ahmet Boyacıoğlu

Yönetmen Yardımcısı: Rezan Yeşilbaş

Görüntü Yönetmeni: Türksoy Gölebeyi

Ses Kayıt: Furkan Atlı

Miksaj: Serdar Öngören

Işık: Hatip Karabudak

Kostüm: Nihan Güneş

Yapım: Türkiye

Yapımcı:Zeki Demirkubuz, Mavi Film

HD-35 mm / Renkli / 107 dakika / Format: 2.35

Yapım Yılı: 2012

 

(fotoğraflar: http://zekidemirkubuz.com/)