Archive for Ocak, 2011

‘yalnızlığımı taşa astım, gölgesinde çalışıyorum yalnızlığım. benim ikiz kardeşim. sol yanım, huysuz sevgilim, en bencilim, en yaratıcım, en beğenmezim..’ – MEHMET AKSOY

‘heykelimi kendi kentlerine isteyenler , bilmeyerek de olsa mücadelemin önünü tıkıyorlar..

heykelime talip olanlar bu tavırlarıyla , sanata sahip çıkayım derken heykelin yıkılmasına ya da taşınmasına yardımcı olmuş duruma düşüyorlar.. yıkılacak , taşınacak söylentilerinin ayyuka çıktığı şimdilerde , taş yerinde ağır diye düşünüp heykelime yeni bir adres bulmayı bıraksınlar , mücadeleme destek versinler..

özgür düşünceye tahammülleri olmayanlar , kafalarındaki putları yıkamayanlar , heykelimi yıkmaya çalışmaktan vazgeçmeli..

bütün çelişki de buradan kaynaklanıyor.. sanatın , heykelin bir dil olduğunu kabul etmek istemiyorlar.. beğeni göreceli bir kavramdır.. ben bir şey yaptım beğenmeyebilirler , ancak hakaret edemezler..’

MEHMET AKSOY..

Alıntı : CUMHURİYET Gazetesinden OĞUZ YILDIZ’ın ‘Taş yerinde Ağırdır!’ başlıklı haberinden.. 28 Ocak 2011..

BASIN AÇIKLAMASI..

başbakan farıcıma ucube dedi. halbuki müsaade etselerdi, kanadını, tüyünü düzüp keklik olacaktı. başbakan onun keklik olacağını göremedi onu okuyamadı. aslında haklı sanat düz mantıkla, politik mantıkla anlaşılacak idrak edilecek ve giderek dilde ifadesini bulacak bir şey değil. (farıç : keklik yavrusu)

heykel sanatı form diliyle konuşur. bu dili öğrenmek, alfabesini, kodlarını çözmek bir kültür ve görgü işidir. bir uğraşı ve eğitimi gerektirir. politik arenanın çirkinliği her şeyin politik rant sağlayan bir meta olarak algılanması ve maalesef sanatında acımasızca ve kaba bir şekilde bu arenaya çekilmek istenmesi türkiye sanatı ve sanat kültürü adına bir kayıp bir düşmanlıktır. başbakanımız vicdanını göğsünde taşımıyor, iktidar koltuğunun arkasında saklamış görünmüyor. görünen ve gösterdiği yalnızca güç… yarın ahirette kalbi ağırlaşmış olarak terazinin kefesine konacak. biliyorsunuz terazinin öteki tefesinde bir tüy var, kalbin tüyden hafif olması gerekiyor, o tüy belki de benim kekliğin tüyü olur. kalbinizi, vicdanınızı ağırlaştırmayın sayın başbakanım.. bakın bir sürü bakanlarınız var danışmanlarınız var kültür bakanınız var bu heykel hakkında sizi bilgilendirsinler. kulaktan dolma gerçek olmayan enformasyonlarla konuşmamış olursunuz. sarıkamış’ta , kars’ta , çanakkale’de ölen tüm şehitlerimizin barış arzularını ruhlarını göğe yükseltiyor bu anıt , savaşları mahkum ediyor.

insan olma yolunda ilerleme kaydetmek istiyorsak barış içinde yan yana yaşamak hayatı daha derinden anlamlı hoşgörü içinde birbirimizi kucaklamak gerekir duygusunu veriyor… böyle bir içerikteki heykele başbakanın karşı olacağını düşünemiyorum.

heykel ortadan ikiye bölünmüş bir insanın bölünen parçaların karşı karşıya konularak kendi kendine düşman edilmesini simgeliyor. aralarındaki boşluk bir duvar gibi onları ayırıyor. boşlukta uzanan el insanlığa uzanıyormuş gibi tutulmayı bekliyor. bu el şuanda heykel yapımı durdurulduğu için yerde yerine takılmayı bekliyor. yapılması bitmeyen engellenen bir parçada insani vicdanı sembolize eden göz ve ondan savaşların acısıyla akan gözyaşı… heykelin şuanda yarısının kabası bitmiş durumda, bu dört senelik bir emeğe mal oldu. bu heykel yıkılır mı??

yıkılırsa ne olur. fizik olarak yıkılması çok zor.öyle kepçeyle, dozerle yıkılacak bir şey değil. normal betondan üç misli daha dayanıklı akışkan beton içinde çelik borular ve güçlü bir demir konstrüksiyon var. 1500 ton ağırlığında uçurumun kenarında bazalt kütlelerin üzerinde duruyor. altında bir tavya var. ancak c4 yada dinamitle patlatılabilir.bu da türkiye’de ve dünyada büyük tepkilere sebep olur. talibanın buda heykellerinin yıkımı eyleminden farksız olur. bu davranış iki yüzlü bir dış politika demektir. inandırıcılığımız kalmaz. bir yandan dışarıda barış çabaları gösterirken arabuluculuklar yaparken öte yandan barış öneren bi heykeli yıkamazsınız. ayrıca yurtta ve dünyada sanatsever kamuoyu her yerde karşılarına dikilir.

siz en iyisi beni bırakında heykeli tamamlayayım. bana sahip çıkın heykele sahip çıkın, barışa sahip çıkın… benim kafamı meşgul etmeyin, bana elleşmeyin, bırakında heykelimi yapayım. sizde kendi işinizi yapın. işsizlik sorununu halledin kars’taki besicilik işini halledin, hayvancılık işini halledin, okul sorununu halledin, çiftçinin ürününü dalında çürütmeyin aracıların tefecilerin eline bırakmayın. kanalizasyon problemlerini çözün. doğaya sahip çıkın, doğayı parsel parsel satmayın. daha söylenilecek çok şey var ama…

MEHMET AKSOY.. (www.mehmetaksoy.com)

‘BENİM ADIM RACHEL CORRIE..’

‘Biz başka çocuklar için endişe duyan çocuklarız..’ – RACHEL CORRIE

‘BENİM ADIM RACHEL CORRIE..’

23 yaşındayken 16 mart 2003 tarihinde israil buldozerleri tarafından filistinli  bir ailenin evinin yıkılmaması için buldozerin önüne kocaman yüreğini koyan ama insanlıktan nasibini almamış canavarlar tarafından buldozerle ezilerek katledilen barış elçisi , insan hakları eylemcisi , amerikan vatandaşı  RACHEL CORRIE’nin kendi kaleminden yazdıklarından oyunlaştırılan ve hayatından kesitler sunan oyun artık türkiye tiyatro sahnelerinde.. oyunun galası geçen günlerde yapıldı.. bizce mutlaka izlenmesi gereken kaçrılmayacak bir oyun..

RACHEL CORRIE aylakadamız’ın her zaman en büyük ilham kaynaklarından , yol göstericilerinden birisi oldu yola çıktığımızdan beri  ve olmaya da devam edecek.. ona karşı boynumuz bükük ve ona çok şeyler borçluyuz.. en azından insan olduğumuzu ve insan haklarının insanların gözleri önünde normal bir olaymış gibi yok sayılmasına , yok edilmesine sessiz kaldığımız için utanmamız gerektiğini bizlere hatırlattı..

hiçbir şey yapamıyorsak , sesimizi de çıkarmaktan korkuyorsak hala en azından bu oyunu izleyelim.. bu oyunu izleyerek ondan af dileyelim..

a-z kültür sanat ajansının yapımını üstlendiği ve hem türkçe’ye çevirip hem de oynayan setenay yener ile diğer tüm emek verenlere çok teşekkür ediyoruz..

‘BENİM ADIM RACHEL CORRIE’ oyunu tek perdelik bir oyun.. RACHEL CORRIE’nin kendi yazdıklarından oyunlaştırılmış bir oyun.. uyarlamayı yapanlar alan rickman ve katharine viner..

oyun programını , oyunla ilgili istanbul dışı turne programını , RACHEL CORRIE’nin yazdıklarını , katledilmesiyle ilgili açılan davayla ilgili gelişmeleri ve ailesinin onunla ilgili yazdıklarını da   www.benimadimrachelcorrie.com adresinden takip edip bilgi alabilirsiniz.. oyunu kaçırmayın , mutlaka izleyip destek olalım..

 Crockett..

 

BENİM ADIM RACHEL CORRIE..

 

Yazan : Rachel Corrie

Uyarlayan : Alan Rickman & Katharine Viner

Oynayan ve Çeviren : Setenay Yener

Yöneten : Turgay Kantürk

Dekor-Kostüm-Işık Tasarım : Cem Yılmazer

Müzik : Tolga Çebi

Yardımcı Yönetmen : Emrah Eren

Reji Asistanı : Gökhan Bozkurt

Yapım : AZ KÜLTÜR SANAT AJANSI

Yapımcılar : Adnan Kılıç , Fatih Bolcan , Mehmet Yalçın.

Görsel Tasarım : Serkan Arslan

Prodüksiyon Asistanı : Merve Adıyaman

Basın Danışmanı : Kübra Doğru

Dekor Realizasyon : Zeki İlyas Kızılışık

Aksesuar Realizasyon : Aslı Ersüzer

Oyun Fotoğrafları : Muhsin Akgün

Şarkı Sözü : Turgay Kantürk

Afiş ve Broşür Tasarım : Savaş Çekiç

Efekt Kumanda :  Hakan Çetiner

Işık Kumanda : Kerem Duralar

Sesleriyle katkıda bulunanlar :
Zeyno Eracar
Beyti Engin
Gürsu Gür
Turgay Kantürk
Emrah Eren
Gökhan Bozkurt

 

Oyunla ilgili daha ayrıntılı bilgi için :

www.benimadimrachelcorrie.com
Turunçlu Sokak Mesa Plaza No: 25/4 Merter İstanbul
Tel: +90 212 677 20 80 pbx
Faks: +90 212 677 20 88
info@adanzyereklam.com
info@benimadimrachelcorrie.com

 

‘çoğumuz hatta aslında hiçbirimiz, bu kadar duyarlılığa ve cesarete sahip olmadık. içimizde hissettiğimiz acının peşinden gitmedik. durduk. sonuçlarına katlanamazdık çünkü. televizyondan seyretmesi daha kolaydı. gazetelerden okumak da öyle. oturduğumuz yerden bir şeyler karaladık en fazla. öfkelendik, kaleme/klavyeye davrandık… ha, şu anda ben de farklı bir şey mi yapıyorum? hayır… bu durumda seyircilerden biri miyim? evet… insan olmak, en çok böyle durumlarda acı geliyor işte. onurdan çok zulme yakın olup bu olanlara alıştığımız zaman… umursamamaya, gazetede görünce sayfa çevirip televizyonda denk gelince kanal değiştirmeye başladığımız an… orda ölenler biz olmadığımız için mi bu kadar rahatız? yoksa kanıksadığımız için mi? ölen her herde ölüyor, giden hiçbir yerde geri gelmiyor oysa…’ – RACHEL CORRIE

‘neredeydik , neredeyiz , nereye..’

‘babam ve annem okuma yazma bilmiyordu.. benim üniversite okumam için çok çalıştılar.. 15 yaşında hayata başladım.. 5 kardeştik.. 15 yaşında aileme bakan bir kişiydim.. ortaokulda mahalle arasında oynarken , büyüklerin baskısıyla kaleye geçtim.. 24 yıl kaleciliği sevmeyerek yaptım..

ben o zaman fakir bir ailenin çocuğu olarak , denizde yüzüyordum , kumsalda geziyordum , özgürdüm , organik meyve yiyordum.. bugün ekonomik durumu iyi olan bir baba olarak çocuğumu yüzmeye götüremiyorum , organik meyve yediremiyorum..

ben hiç kaleci eldiveni giymedim.. zonguldak maden işçilerinin eldivenleriyle toprak sahada antrenman yapıyordum. eskiden fakirler oynuyordu , zenginler seyrediyordu.. yani açlar oynarken , toklar seyrediyordu.. şimdi ise toklar ve zenginler oynuyor , fakirler seyrediyor..

sadece sonuçsal kaygı ve ekonomik beklenti var.. o zaman olmaz.. eskiden yokluktan çıkarırken , şimdi eskisi gibi başarılı sporcular çıkaramıyoruz..’

ŞENOL GÜNEŞ

Türkiye Spor Yazarları Derneği’nde yaptığı konuşmadan..

(Daha fazlası ve başka yazılar için : Express , sayı 116 , Ocak 2011..)

SARIIIIIIIIII.. KIRMIZI..

SARIIIIIIIIII.. KIRMIZI..

‘günler geçiyor.. aylar , yıllar geçiyor.. şairin dediği gibi ‘yırtarak geçiyor kalbimizden hayatı da törpüleyen zaman..’

sessizce oturuyorum günlerdir.. çevremi , dünyayı izliyorum.. nereye doğru bir gidiş demiyorum zaten cehennemin tam ortasında yol alıyoruz..

başlamadan ‘aylakadamız’ın yeni sunucuya taşınması için günlerce emek harcayan ‘reis’e teşekkürlerimi sunuyorum.. sitenin fikir babası ve yaratıcısı kendisiydi , yaşaması için de elinden gelen her şeyi sonuna kadar yapıyor ‘reis’..

günlük oynanan tiyatrolar üzerine bir şeyler yazmak istiyorum kaç zamandır.. yazıyorum siliyorum.. tıpkı senin gibi ‘yalanım..’ hani yazardın da sonra birden tuşlara basıp silerdin ya , vazgeçtim yazmaktan derdin ya ona benziyor işte..

ama benimkisi öfkemden dolayı vazgeçişler.. yazıyorum yazıyorum sonra siliyorum.. kocaman kocaman yağmak istiyorum.. işte o an ne yapılmak istendiğinin farkına varıyorum ve susup duruyorum.. küçücük dünyalarımıza hapsedilmiş biz insanları artık son noktaya getirip toplu şekilde çıldırtmak ya da toplu şekilde teslim almak istiyorlar..

böyle öfkeli anlarımda kendime daha fazla zarar vermemek için kendi dünyamın derinliklerine doğru inerim , kitaplardan filmlerden oluşan küçücük yaşam alanıma çekilirim işte.. ya kitap ya müzik ya dergi ya filmlere dalarım..

gerçi bu gidişle yakında oralara da el atacaklar.. anayasadan ve milletten aldıkları yetkiyle bizim için ‘zararlı’ dergi , kitap , müzik ve filmleri de ya yasaklayacaklar ya da yaş sınırı getirecekler.. çıldırmamak ve gülmekten kırılmamak elde değil..

koskoca adamlar çıkmış ‘biz gençlerimizi , insanlarımızı düşünüyoruz ve onları koruyoruz’ diyorlar.. 

yalan bu cümlelerin her yerinden fışkırıyor.. siz kimsiniz kardeşim , insanları koruyoruz diyorsunuz.. insanların anası babası mısınız , insan terbiyecisi misiniz.. özgürlük , özgürlük dediğiniz hikayeler bunlar mı.. yaşam alanlarını gasp etmek mi..

insanlar 18 yaşında size ya da başkasına oy verebiliyor , anayasa değişikliği için evet ya da hayır oyu verebiliyor bunda mahsur yok.. askere 20 sinde gidebiliyor.. silah ruhsatı almak isterse alabiliyor , sonra o silahla istediğini ya da kendisini vurup katil olabiliyor.. bunda da mahsur yok.. ehliyet alıp olası trafik canavarı ya da mağduru olabiliyor.. şirket kurabiliyor.. istediği dine inanıp ,  her türlü dini vecibelerini yerine getirebiliyor.. internete girebiliyor.. siyasi partilere üye olabiliyor.. sigara içip kanser olabiliyor.. hormonlu ya da genetiğiyle oynanmış katkılı yiyecekler yiyip kanser olabiliyor.. evlenebiliyor ve 18inde evlenince 3 sene içinde emir üzerine 3 çocuk yapabiliyor ve bu çocukları büyütmeye onları yetiştirmeye başlayabiliyor vs vs.. bunlar yapabildiklerinin sadece bazıları..

ama ne yapamıyor artık içki içemiyor , bir bira alamıyor.. niye burada yüce devlet mekanizması giriyor devreye ve ‘aman cicim diyor sana , sağlığına , ruh sağlığına zararlı olabilir , accük daha bekle 24’üne kadar.. sonra iç..’

ya komedi işte komedi.. her türlü abuk subuk ölümün yaşandığı ülkemizde sağlığımız bir alkolden korunuyor.. ha bu arada sigara mı , isteyen alabiliyor sigara , sonuna kadar serbest.. ona yasak yok.. çünkü sigaradan korumaya gerek yok gençleri de insanları da.. koydular gösterme yasakları ; toplu yerlerde , kapalı yerlerde içilemiyor filan diye.. hikaye herkes her yerde içiyor.. yazın sonuna doğru bir iş için gittiğimiz urfa’nın çok güzel ve yeni adliye binasında memurları ya da vatandaşları ellerinde yanan sigarayla ya da altınlı gümüşlü tabakalarından urfa tütünüyle sigara sararken koridorlarda gördüğümüzde arkadaşımla gülmekten kopmuştuk.. sonra bir mübaşire sorduğumuzda ‘burada yasak yok ve uygulanması imkansız’ demişti..

sonra bir gün sorulunca ‘ee biz ne yaptık ki , aksırıncaya tıksırıncaya kadar zaten içiyorlar’ diyor.. bu haberi de internetten tam biz mekanda topluca aksırıp tıksırıncaya kadar içerken okudum.. haber yeni düşmüştü ajanslara.. sesli olarak okuyunca kendileri okumaya başladılar tüm arkadaşlar yanıma yanaşıp çünkü kafa buluyorum zannettiler.. okuduklarında gözleri faltaşı gibi açıldı.. hemen esip gürleyip yağanlar oldu , susup içinden daha beter yağanlar oldu.. kardeşim etki tepki meselesi işte.. sempatik olmayı bileceksiniz.. madem bir şey yapıyorsunuz insanları incitmemeye çalışın.. özgürlük özgürlük diyorsunuz sonra ne farkınız kalıyor böyle yapınca eleştirdiğiniz kesimlerden.. hikaye..

şimdi trilyonluk yalılarında ya da residance mıdır nedir oralarda oturup sıcak şaraplarını içerken bu haberleri yorumlayan ve devamlı size tam gaz destek veren liberal geçinen ama kendilerine liberal olan liberaller ve sarı solcuları merak ediyorum.. tek başlarına kaldıklarında yani kendi içlerine konuşup düşündüklerinde ne düşünüyorlar , ne diyorlar çok merak ediyorum.. çünkü onlarda yürek yoktur çıkıp kamuoyunun önünde bu durumu eleştirsinler..

her neyse bu meseleye fazla takılmayayım diyeceğim ama geçenlerde zap yaparken tesadüfte olsa çıldırma noktasına geldiğim anlardan birisi oldu.. mürekkep yalamış , okumuş , eserler vermiş birisi olarak bildiğimiz pek sayın murat bardakçı hazretleri canlı yayında fatih altaylı ile  yaptıkları programda şöyle buyurdu ‘alkol meselesi zapturapt altına alınmalı..’ evet evet aynen böyle dedi.. birçoklarınızın severek okuduğu ya da dinlediği murat bardakçı böyle dedi.. pek demokrat fatih altaylı bile bu söz üzerine durumu toplamaya çalıştı , sözü geri alması için yada düzeltmesi için manevralar yaptı ve onu da sonunda sinirlendirdi bu laf.. bilmiyorum , bilmek ve anlamak da istemiyorum murat bardakçı’nın derdini bu lafı söyledikten sonra..

gelelim aksırıp tıksırma meselesine.. kardeşim yaşam tarzı , giyim kuşam , özgürlük falan diyorsunuz bari samimi olun.. 8 senedir iktidarda olan partisiniz , şimdi mi aklınıza geldi anayasadan aldığınız yetkiyle insanları gençleri korumak.. 8 senedir neredeydiniz.. 8 senedir siroz olan , karaciğer yetmezliği yaşayanlar veya içki nedenli diğer hastalıklara yakalananlar ne olacak.. şimdi onlar yada yakınları kalkıp size dava açmasınlar yahu.. aman bu konuda da bir düzenleme yapılsın tez vakit lütfen.. yeminlen sizi düşünüyorum.. maazallah tazminatların altından kalkamazsınız sonra benden söylemesi..

ayrıca neden 24 yaş.. ben bir de buna çok taktım.. neden 25 yada 23 değil.. 24 yaşına kadar ne oluyor kardeşim.. ha diyorsunuz ki 24’e kadar içirmezsek sonra hiç içmez mi.. böyle mi diyorsunuz.. böyle bir bilimsel çalışma mı yayınlanmış , bilimsel bir makale var mı kardeşim.. varsa biz de okuyalım da.. 24 e kadar içmeyen insan 24 ünden sonra daha beter içer be agalar.. hem öyle aile terbiyesi , insan eğitimi filan boş işler bunlar.. biz iki kardeşiz , babamız 65ine merdiven dayamış , hayatı boyunca hiç içki içmemiş olduğunu söyler ve söylerler.. bununla da gurur duyar.. ha biz iki kardeş ne durumda mıyız aksırıncaya tıksırıncaya kadar içeriz.. üstelik benim kardeşim koyu bir alkol karşıtı olmasına rağmen kendiliğinden 20 sinden sonra içmeye başladı.. ne teşvik eden ne de yasak koyan vardı ona.. ha biz iki kardeş kötü insanlar mıyız kesinlikle değiliz.. insanlığa , topluma her şekilde faydamız oluyordur biraz eminim..

her neyse agalar hükümetsiniz dilediğinizi yaparsınız.. kimse bir şey diyemez.. çünkü o sizin takdirinizdir.. seçimle gelip iktidar olmuşsunuz kimsenin müdahale şansı yok bu konuda.. yarın başka parti gelir başka türlü ülkeyi yönetir.. bu böyle gelir gider..  kimse ilelebet oturamıyor malum o koltuklarda.. 37 yaşımdayım kimler geldi geçti gördük bu ülkede.. bir daha gitmez diyenler unutuldu gittiler.. o yüzden kimse sizin iktidardayken yaptığınız icraatlara eleştiri getirmek , tartışmak dışında bir şey diyemez.. ama o icraatlar arasına insanların yaşam alanlarına yönelik müdahaleler (saçma sapan , hukuka dayanmayan , bilimsel gerçeklerle örtüşmeyen nedenlerle) girerse o icraatlara karşı sesler yükselmeye başlar..

hani şimdi tarih pek moda ya ve şimdi dizilere de müdahale ediliyor ya.. o yüzden tarihten örnek vereyim diyeceğim ama pek bir bilinen şey olacak.. dördüncü murat mı kimdi bilmiyorum , bana zorla okutulan tarihte öğretilmişti.. bu padişah asmış kesmiş ama engelleyememiş içki , sigara içenleri.. aynı hızla devam etmiş içenler ve çoğalmışlar toplumda.. ee ne oldu dördüncü muradı neyle hatırlıyoruz şimdi tarihte.. içki , sigara yasakçısı vs..

işin uygulama kısmına gelince bu yasaklar içki kullanımını azaltmaz agalar beyler.. tersine arttırır.. hele 20 cclik içkilerin satışının yasaklanması tam komedi.. şimdi adam 20 cclik rakı alıp içiyordu.. yetiyor bu diyordu.. 20 cclik rakısı bitince içki de bitiyordu yani adam istese içemiyordu.. ee şimdi ne olacak adam ya da kadın evine giderken 35 lik ya da 70lik alacak ya da daha ekonomik diye litrelik rakı alıp götürecek.. işte mesele burada başlayacak adam ya da kadın 20 lik içerken şimdi masada kuzu gibi 35 lik yada 70 lik duruyor olacak gözünün önünde ve ver bir duble daha , ver bir tek daha filan derken alkol tüketim oranı günde 20 likten 70liğe litreliğe kadar varıp ‘aksırıp tıksırıncaya’ kadar içmiş olacaklar.. ha bunun tek çözümü var komple yasaklayacaksınız.. ama o zamanda ne olur biliyor musunuz o pek mükemmel dediğiniz ama icra dosya sayılarının ecevit hükümeti döneminin kat be kat üstüne çıktığı günümüzde sahte geçici önlemlerle ayakta duran ekonominiz çöker komple.. bu ülkede en yüksek vergileri alkol , sigara ve benzinden alıyorsunuz malumunuzdur.. hadi komple yasaklayın görelim sizleri.. o zaman benzini herhalde 20 lira yaparsınız toparlayabilmek için.. içki içenlere en azından bu vergiler yüzünden biraz saygı lütfen , saygı..

bu içki muhabbeti çok uzadı ve ben başka meselelere giremedim daha.. devamlı aksırıp tıksırarak içtiğimden içimdekileri biraz kusmak istedim sadece.. yoksa şükür 24 ü çoktan geçmişim , öyle galalara ya da kokteyllere filan da gittiğim yok.. işim olmaz.. yani kısacası bu yasağınız bana değmiyor , şimdilik.. ama yine de rahatsız ediyor insanı işte.. umarım bu konuda daha fazla rahatsız etmezsiniz insanları..

alkol meselesini ancak bitirdik.. oysa daha heykel ve büyük galatasaray meselesi vardı.. hele galatasaray vakası yok mu ah ah durup dururken tekrar cimbom aşkımı körükledi.. kendimi bildim bileli galatasaraylıyım.. sarı kırmızı renklere küçükken vurulmuştuk.. lise yıllarımda hiçbir maçını kaçırmazdım.. ta ki kar altında oynanan werder bremen avrupa kupası maçına kadar.. o maç öncesi ve sonrasında sekiz saat boyunca tipi yağan sulu kardan ıslanıp çok fena hasta olmuştum , ses tellerim geri dönüşü olmayacak şekilde zarar görmüştü.. bir ay boyunca konuşmam yasaklanmıştı çünkü ses tellerimi tamamen kaybetme riski vardı.. iyileştim ama o maçtan sonra gelen bu hastalıkla tribünlerden jübilemizi aile zoruyla yapmıştık..

sonraları da top meselesinden soğumuştum politik nedenlerle.. iç ve dış politikada futbol sonuna kadar kullanılmaya başlanmıştı egemenler tarafından.. bu soğumaya rağmen galatasaraylılık kalbimizde yaşıyor , damarlarımızda kan kırmızı akıyordu.. neyse işte geçenlerde cimboma yeni stadyum yapmışlar , onun açılış töreni sırasında bazı ıslıklı filan protestolar olmuş.. sonra da çeşitli çevrelerden malum açıklamalar arka arkaya geldi..

kafama en çok takılan sanki sadaka veriliyormuş gibi galatasaraya stadın verilmesiydi.. yıllar boyunca bu ülkenin asla kimse tarafından yapılamayacak reklamını yapmış olan galatasaraya bir lütufmuş , bir sadakaymış gibi stat veriliyordu.. galatasarayın hiçbir katkısı yokmuş falan filan.. 70 milyonluk ülkede en azından 30 milyon galatasaraylı var , bu stadın inşaatı da işte o galatasaraylıların ve diğer vatandaşların vergileriyle yapılıyor.. cebinizden yapmıyorsunuz o statları.. galatasaray’ın üst hakkı olan ali sami yen stadını ihaleyle verdiniz işte başkalarına.. o yeter zaten on stat yapmaya.. benim tavsiyem milletin içkisiyle filan oynayın ama galatasaraylılarla uğraşmayın bence.. nerden baksan 30 milyon galatasaraylıdan en az 15 milyon oy kullanan vardır.. bu oylardan kaybetmek istemezsiniz değil mi.. bu konuda birkaç laf da sayın başkan adnan polat’a.. başkan yakışmadı size.. galatasaraylılık bu değildir.. galatasaray tarihine biraz baksın.. öyle kameraya bakıp stada sokmayacağız ıslık çalanları demek galatasaraylılık ruhuyla bağdaşmaz.. yakışmadı sayın başkan..

neymiş ıslıklama olmuş.. ne yapmaları gerekiyordu , insanların damarına basan konuşmalar nedeniyle tepki vermesi gerekiyorsa..

benim sizlere önerilerim var çünkü bu tür ıslıklamalar filan devamlı olmaya başladı.. daha öncede bir milli basket maçında da olmuştu.. önerilerim şöyle : bu tür vakalar olunca derhal stadın ya da salonun kapıları kapatılsın , tüm stat veya salon gözaltına alınsın.. eğer kulüpler düzeyinde bir maçsa ev sahibi takım derhal küme düşürülsün , yönetimleri tutuklansın.. tarihte statlarla da ilgili acı anılar var.. gerek latin amerika gerekse irlanda da statlarda acı olaylar yaşanmıştı.. işte bu olaylardan hareketle örnekler alınarak statlarda bu tür olaylar olunca açık hava hapishanesine çevrilsin statlar ve içindekiler gözaltına alınıp salıverilmeden derhal yargılanıp o stadyumlarda ömür boyu hapse mahkum edilsinler..

 diğer bir önerim statlara maç izlemeye gidenlere olası ıslıklı protestoları önlemek için stada girerlerken zorla hepimizin çocukken yediği leblebi tozu yedirilsin ve sıvı namına stadyuma hiçbir şey sokulmasın.. böylece ıslıklı protestolar önlenmiş olur.. malum leblebi tozu yiyen sıvı bir şey almadan zor ıslık çalar.. hem bu ıslıklama önlenirse karşı takım da ıslıklanmaz , böylece takımlar arasında kardeşlik ve barış sağlanır..

yine stadyumlara müsabakaları izlemeye gelenlerden sabıka kaydı istensin ve geniş gbt taramaları da yapılsın..

ayrıca aksırıp tıksırıp içerek stadyumlara gelen ve protestocu olma olasılıkları yüksek insanları önlemek için turnikelerde  alkol kontrolü yapılsın , geçemeyenler içeriye alınmasın..

sonra mı süt liman baba ortalık oh ne güzel.. gir maçını izle gör bak var mı ıslıklayan.. ha bu projeler tutmadı mı o zaman yine kökten çözüm seyircisiz oynatın maçları herkes evinden izlesin yahu.. hem böylece sadaka olarak verilecek stadyum yapmaya da gerek kalmaz.. oldu da bitti maşallah..

(mehmet aksoy – insanlık anıtı..)

son olarak da accük heykel meselesine gireyim.. ya agalar beyler yapmayın bakın seçim zamanına geliyoruz.. yeterince antipatik hareketler yapıyor her kesimden herkes.. bir de siz  taşlara kafayı takmayın.. tüm illere gidiyoruz , her ille ilgili illa ki bir şey söyleyeyim mantığıyla hareket etmeyin.. ne gereği vardı işte heykel meselesinin.. daha yakın zamanda allonoi meselesi olmuştu.. ondan ders alınmadı şimdi kars’ta eski kendi belediye başkanınızın ön ayak olup ve kendi kültür bakanınızın onay verdiği insanlık anıtı heykeli meselesi hortladı.. benim şahsen sevmediğim bir şarkıcı allonoi’nin baraj suları altında kalacak olmasına tepki verdi , adamı nefes aldığına pişman ettiler.. bakanın teki kalkıp o şarkı söylemeye , müziğine baksın , anlamadığı işlerle uğraşmasın dedi.. güler misin ağlar mısın.. yahu adam kendi çapında bir sanatçı hem de dünyaca ünlü.. adamı sev sevme , adam tarihi bir yer katledilmesin diye fikrini söylüyor.. vay vay , vay babam vay.. adamı bin pişman ettiler.. herkes susacak bu ülkede , bir kendileri konuşacak.. biz şakşakçılık yapacağız.. tıpkı kendi milletvekilleri gibi.. başkanları kürsüden karayolları haritası gösteriyor , hurra alkış tufanı.. ‘durun yahu’ diyor , ‘bu esas harita değil , niye hemen alkışlıyorsunuz..’ alkışlayacak tabi , adam alışmış şakşaka.. ezbere alkış hurra.. bence bu tip parti toplantılarında a partisi olsun b partisi olsun tüm partiler için önde amigolar gibi ya da televizyon programlarında alkış işareti veren görevliler gibi bir şakşak görevlisi istihdam edilsin.. böylece olası alkış kazalarının önüne geçilmiş olur..

(mehmet aksoy – 1 mayıs 1977 heykeli..)

neyse meseleden yine kaydık başka yerlere , biz heykele dönelim.. işte malum ‘ucube’ kelimesi söylendi orada.. ya heykeli sen yaptırtmışsın , anıtlar kurulu , kültür bakanlığı onay vermiş.. heykelin kaba inşaatı bitmiş.. sonra politik ayrılıklar oluşmuş ve heykel yarım kalmış.. simgesel olarak ve fikir olarak çok güzel bir girişim.. tamamlanınca daha da güzel olacak eminim.. hemşerim mehmet aksoy’u fazla tanımam.. eserlerini denk geldikçe gördüm.. özel bir ilgim olmadı.. bu olaydan sonra iyi bir daldım mehmet aksoy’un eserlerine.. bunda ‘sarı’nın katkısı var biraz.. gerçekten mükemmel eserleri var ustanın.. hayran kalmamak elde değil.. insanlık anıtı heykeliyle ilgili konuşmalarını da dinledim ve gerçekten ona yapılan bu haksızlığa çok üzüldüm..

(mehmet aksoy – anlamak..)

heykele daha önce izin veren anıtlar kurulunun bu kez yıkılması gerekir diye karar vermesi daha da korkunç bir olay..

hele bir partinin il başkanının konuşması vardı ki ağlamak istedim.. bu beyefendiye göre efendim heykelin bir parçası türk’ü simgeliyormuş , diğeri de ermeni’yi.. türk kısmı mahçup bir şekilde elini ermeni’ye sanki özür dileyerek uzatıyormuş , bu da bizim ülkemizi küçük düşürüyormuş.. muş muş muş muş muş muş muş muş muş muş.. ne dersiniz bu çözümlemeye.. kimse kimseye değil artık heykeller bile el uzatamayacak birbirlerine bu ülkede.. o bile yasak.. taş kesilsen ne yazar , yassah kardeşim işte..

(mehmet aksoy – kayıp anaları..)

bu saydığım acayiplikler kafka’nın romanlarında , cronenberg’in filmlerinde bile rastlamadığım derecede acayiplikler.. gerçi mehmet aksoy’un başına yıllar önce de ‘tükürürüm böyle heykellerin’ içine olayı gelmişti.. kendisi alışkın biraz bu ülkede bir sanatçı olarak aşağılanıp , horlanmaya..

ne acı olaylar bu çağda değil mi.. ben hep susmak istiyorum bu durumlarda üzüntümden.. susup içime içime ağlamak istiyorum.. hele bu heykel meselesinden sonra devamlı gözlerimin önüne talibanların afganistan da binlerce yıllık buda heykellerini dinamitle havaya uçurması geliyor.. insanlığın hafızasına kazındı o görüntüler.. şimdi mehmet aksoy diyor ki dinamit koymadan zor yıkılır o heykeller.. ne olur ‘ucube mucube’ filan diyin ama aynı görüntüleri yaşatmayın bu ülkeye..

(mehmet aksoy – nelson mandela..)

daha yazılacak onlarca konu var , çok doluyum ama oturup artık biraz mola verip aksırıp tıksırıncaya kadar içerek ucubeleşmek istiyorum müsaadenizle..

gülüşünüzle , sanatla ve heykelle kalın aylaklar..’

Crockett..

Teşekkürlerimizle

27 Nisan 2009 ‘ da başlamış olduğumuz bu serüvene siz değerli takipçilerimizin  desteği ve ilgisinden dolayı sitemizin bulunduğu sunucu yetmemeye başladı ve bugün aylakadamiz.com artık yeni sunucusuna taşınmış bulunuyor .

Siteyi kurarken önce kimse girmez takip etmez diye düşünüyordum ama bugün geldiğimiz noktayı inanın bende kestiremiyorum . İnanılmaz bir hit sayısı ve takipçi kitlesine ulaştı aylakadamiz.com sayenizde .

Burada bu siteyi her zaman beni destekleyen biricik ağabeyim , sevgili dostum güzel insan Crockett ‘ e huzurlanırzda teşekkürü bir borç bilirim . O’nun bu desteği olmasaydı bu site olmazdı .

Biz var oldukça , siz var oldukça aylakadamiz.com sonsuza kadar yaşayacaktır . Yakında aramıza katılmasını beklediğim sevgili kardeşim “Yüco” da burada yazılarıyla ve paylaşımlarıyla aramızda olacak . Kendisine şimdiden aramıza , ailemize hoş geldin diyorum  .

Normalde bu kadar uzun yazamam aslına bakarsanız ama bugün bir ayrı mutluyum , çok değişik duygular içindeyim . İlk defa bu hayata bir gol attım . Aylakadamiz.com bugün geldiği bu durumda en güzel şeyleri hak ediyor .

İyi ki varsınız sevgili dostlar .

BLACKHAWK

 

 

 

ZEHİR-ZIKKIM.. – AYDIN BOYSAN

ZEHİR-ZIKKIM..

‘zıkkımlanmak’ diye bir deyim kullanmak , alışkanlıklarımız arasındadır.. anlamını bilir bilmez kullanırız.. niyet ‘zıkkımlananı’ batırmaktır.. niyetin bu olduğunu bilene , bu bilgi yeter , batırır durur.. ya ne demektir bu zıkkımlanmak.. ne demek istenir..

açıklayalım : zıkkım sözü , o güzelim dayanaklı çiçek ‘zakkum’dan kaynaklanır.. en çok saygı ve sevgi duyduğum bir çiçek türüdür.. nazlı çiçeklerden değildir , cömert çiçek açar.. önemli başarısı , az su ile yaşamını sürdürebilmesidir.. ülkemizde de çok bilinen ve sevilen bir türdür..

(dostum fethi naci de , ben de çiçek olarak zakkumu severiz.. her ne kadar yenince zehirler ise de çiçeği yiyen insanlara acımak gerekmediğini düşünürüz..)

zakkumu , yalnız insanlarımız değil , hayvanlarımız da iyi tanır.. örneğin hiçbir eşek zakkum yemez , çünkü zakkumun zehirli olduğunu bilir.. her eşek anasından , zakkumun zehirli olduğu bilgisiyle doğar.. yeni doğmuş sıpa açlıktan kıvransa bile zakkum yemez.. bu özellik eşeklerde hayranlık veren bir doğuştan bilgi türüdür..

zakkum , müslümanlığın doğduğu ülkelerin de bitkisidir.. tıpkı hurma gibi.. bizim ülkemizin eşekleri de hurmayı yemesini bilir de zakkum yemezler..

hayvanlar zararlı yiyecek ve içeceği , insanlardan çok daha doğru ayırt ederler..

softalarımız da hayvanların bu özelliğini iyi bilir.. örneğin hayvanların bu özelliğini öteki insanlara öğretirler de..

bir softa , köy kahvesinde sorar :

‘besin ürünleri doğal olmalıdır.. üretilmiş ürün kullanılmamalıdır.. hiçbir hayvan , örneğin hiçbir eşek , doğal olmayan malzemeyi midesine almaz.. bir eşeğin önüne bir kapta su bir kapta rakı koysan , elbette yalnız suyu içer.. neden..’

kahvenin öbür köşesinde oturan bektaşi açıklar :

‘eşekliğinden..’

içmekte , yalnız zevklenme amacı olduğunu sanmak , yanlış düşünce.. neden mi içilir.. soru zor da , cevabı daha zor.. şairimiz turgut uyar’ın şiiri de sorularla bitiyor : ‘böyle , bu sazlı bahçe neresi / nasıl da içiyorum ölürcesine / sahnede bir bezgin kadın / bir gariplik vermiş sesine / o niçin şarkı söylüyor şimdi / ben neye ağlıyorum..’

anlamazlar ki..

 

AYDIN BOYSAN..

Uzun Yaşamanın Sırrı , Aydın Boysan , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , Ekim 2008..

19 OCAK 2007..

Ruh Halimin Güvencin Tedirginliği


Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım.
Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı… Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum.Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum
Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“Ya sabır” çeke çeke…
Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.
Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım… Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
“Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.
Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum.
Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.
Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.
Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti.
Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
“Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”
Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.
Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.
“Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
“Türk Devleti adına”
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde.
Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?
Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim…
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.
İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi…
İşte size bedel… İşte size bedel…
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında…
O noktada hep çaresiz kaldım.
“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
“Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.
Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan’a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915’teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı…
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.
Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

HRANT DİNK

Agos Gazetesi , 19 Ocak 2007

‘yeraltında kör bir köstebektim..’ – Charles Bukowski

‘siz bana nehirlerden ve yağmurdan söz edin , ben size uyuşturucu ve ıstırap bağımlısı sıska bedenleri anlatayım , kadınsız ve işsiz ve ülkesiz , verilenden daha iyi bir yaşamı hayal ederek , akortsuz piyanolar çalan eşcinsellerden geçilmeyen barlarda ve bok suratlı kasa sahipleri ıslık çalar ölü parayla..’

‘herkesin savaştan yana olduğu bir dönemde savaşa karşıydım.. iyi savaşı kötü savaştan ayırt edemiyordum -hala edemem.. ortalıkta henüz hippiler yokken hippiydim ben ; beat kuşağı gelmeden önce beat’tim..

bir protesto yürüyüşüydüm tek başıma..

yeraltında kör bir köstebektim ve ortalıkta benden başka köstebek yoktu.. daha henüz yer altı oluşmadan yer altı’ydım ben.. pis genç bir adamdım..

ben hip’tim zaten..’

Charles Bukowski..

‘yalnızlık gittikçe daha tatlı bir hal alıyor , bir zamanlar hapis yatan bir adam tanırdım.. onu deliğe tıkmışlardı..

ona ‘şimdi dışarı çıkmak istiyor musun’ diye sorduklarında , ‘hayır’ dedi.. yine de onu çıkardılar.. deli olduğunu düşünüyorlardı.. gördüğüm en akıllı adamlardan biriydi.. evet , evet..’

Charles Bukowski..

‘bir yazar yazacağı bir sonraki satır kadar vardır.. onun gerisinde kalanlar bir bok ifade etmez.. eğer o bir sonraki satırı yazamazsanız , insan olarak ölmüşsünüz demektir.. sadece bu bir sonraki satır , daktilo döndükçe ortaya çıkan bu satır vardır , bu sihirdir , gürlemedir , bu güzelliktir.. bu ölümü yenebilecek tek şeydir..’

Charles Bukowski..

CHARLES BUKOWSKİ & BEAT KUŞAĞI , Çeviri : ARTEMİS GÜNEBAKANLI, ALTIKIRKBEŞ Yayınları ,  Türkçe Edisyonu Hazırlayan : ŞENOL ERDOĞAN , AVİ PARDO’nun çevirilerinden yararlanılmıştır , 2. Baskı Ocak 2011..

‘çuvalında yeni ölmüş bir çocuk.. kanatları sığmamış..’ – ECE AYHAN

BAKIŞSIZ BİR KEDİ KARA..

gelir bir dalgın cambaz.. geç saatlerin denizinden .. üfler lambayı.. uzanır ağladığım yanıma.. danyal yalvaç için.. aşağıda bir kör kadın.. hısım.. sayıklar bir dilde bilmediğim.. göğsünde ağır bir kelebek.. içinde kırık çekmeceler.. içer içki üzünç teyze tavanarasında.. işler gergef.. insancıl okullardan kovgun.. geçer sokaktan bakışsız bir kedi kara.. çuvalında yeni ölmüş bir çocuk.. kanatları sığmamış.. bağırır eskici dede.. bir korsan gemisi girmiş körfeze..

ECE AYHAN..

BÜTÜN YORT SAVUL’LAR (Toplu Şiirler) , ECE AYHAN.. , YKY Yayınları , Ekim 2003..

GRUP YORUM 25. YIL KONSERİ..

‘yazıma başlamadan önce aramıza yeni katılan ‘kevok’a hoş geldin diyorum.. umarım sana aylak adamız’ı tanıtan ‘sarı’ gibi yazıların yıllık olmaz.. güzel yazınla güç kattın bize.. ‘sarı’ya da umarım örnek olur.. yeni yazılarını sabırsızlıkla bekliyoruz ‘kevok’..

12 haziran 2010 da elli beş bin kişilik koroyla inönü stadyumunda 25. yılını kutlayan grup yorum’un bu tarihi konserinin dvdsi kalan müzik’in özenli ve titiz çalışmasıyla raflarda yerini aldı nihayet..

grup yorumla birlikte her türlü baskı ve zulme birlikte direnen ve yıllar önce imç’de ‘umudo’yla birlikte tanıştığımız ve bu tanışıklığımızın henüz ilk yarım saati bitmeden peşimizden hem gülerek hem küfür ederek imçdeki o zaman ki dükkanından bağırıp kovalayan hasan saltık ustaya bu konser kaydının bize ulaşmasını sağladığı için binlerce kez teşekkür ederiz.. o kovalamayı hasan usta hatırlamaz ama ben ve umudo çok iyi hatırlarız.. umudo ve ben kötü niyetli değildik.. elimizde çok iyi bir grup vardı ve hasan saltık abimize bu grubun kayıtlarını dinletmeye gitmiştik.. o dinlemem diye ısrar edince umudo daha da ısrar etmeye başlamıştı.. iş sertleşmeye başlayınca ben devreye girip ‘peki usta sen bu kayıttan o zaman bize bin tane basıver parası neyse verelim’ dediğim an oturduğu masadan gülerek fırlayıp bizi kovaladı.. ee biz daha liseyi yeni bitirmişiz her şeyi halletmişiz menajerliğe başlayıp bir de ‘umudo’yla onun teyze oğlunun kurduğu grubun kaset işine girmişiz.. kafaya bak işte.. yaşlar küçük ama hayaller o zamandan büyük.. hasan saltık ustaya naçizane beş dakikalık bir menajer eskisi olarak son bir önerimiz bu konser kaydı müzik cdsi olarak da yapılırsa bence çok iyi bir çalışma olur ve raflardan kapışılır diyorum..

her neyse tekrar gelelim grup yorum’a..

tam 25 yıl olmuş grup yorum yola çıkalı..

tam çeyrek asır dile kolay..

dün dvdyi görüp alınca reis’e mesaj attım hemen , dedim ki ‘tam 25 yıl olmuş reis ben daha ortaokula yeni başlamış çocuktum ilk dinlediğimde..’

neler yaşamışım bu 25 yıllık sürede düşünüyorum da ve hep grup yorum olmuş yanımızda.. uğradığı onca zulme , baskıya , işkenceye , hapislere , sürgünlere rağmen grup yorum hep var olmuş..

grev çadırlarında , öğrenci eylemlerinde , bir mayıs alanlarında direnişin olduğu her yerde yanlamadan , vınlamadan , dimdik durarak ‘türküler susmaz halaylar sürer’ demiş grup yorum..

grup yorum’u ilk olarak diyarbakır’da yaşadığımız sırada hemşerimiz olan ve ingilizce öğretmenliğinde okuyan ‘meryem hocam’ vermişti.. odamda zülfü livaneli dinlediğimi duyunca odaya gelmiş bizimkilere çaktırmadan çantasından çıkararak haziranda ölmek zor-berivan albümünü bana uzatmıştı.. dinle belki beğenirsin demişti.. beğenmek ne demek grup yorumla soluk alıp vermeye başlamıştım sanki.. zülfü livaneli’den ve diğer ustalardan çok farklı gelmişti..

aylar boyunca o albümle yatıp kalkmıştım.. sonra bir gün babama yakalanmıştım , babam o ana kadar dinleyip ses çıkarmadığı grup yorum’a eve gelen o zamanın hızlı solcularından şimdinin amerika’sında kapitalizmin ve emperyalizmin çarklarında ona destek veren  mithat abinin boşboğazlığı sonucu ‘oooo.. abi sizin evde yorum çalıyor hayırdır’ diyince grup yorum’un ne olduğunu babam aşağı yukarı anlamış ‘gel lan buraya’ diyerek küçük bir sorgu sualden geçirmişti beni misafirlerin önünde.. mithat abi gülmekten yerlere yıkılmıştı zevkle ‘abi yapma müzik dinliyor çocuk , sen de dinle beğenirsin’ demişti.. babam ona da manalı bir bakış fırlatmıştı.. babam epeyi bir sorguladı ama kaseti kimden aldığımı söylemedim , çözülmedim.. ilk direnişim bu olmuştu belki de hayatımda.. ha babam kasede bir şey yaptı mı diye soracaksınız hayır hiçbir şey yapmadı.. aynı dünya görüşlerini pek paylaşamasak da sağolsun babama çok şey borçluyum hayatımda.. özelikle kitap okuma sevgisini kazandıran , aziz nesin , rıfat ılgaz ve muzaffer izgü ustalarla beni tanıştıran ve o kızıl zehrin kanıma karışmasına sebep olan babama ne kadar teşekkür etsem azdır.. hiçbir zaman ne okuduğuma ne dinlediğime karışmadı , engellemedi.. bazı konularda fikren çok çatışsak da bir kere bile engel koymadı..

işte grup yorum’la bu tanışmamızın ardından daha önceden kanıma bulaşmış zehrin daha da hızla vücuduma yayılmasına yol açtı grup yorum..

kim ne derse desin , kim hangi yakıştırmayı yaparsa yapsın ve kim hangi çamuru atarsa atsın güneş balçıkla sıvanamadı ve grup yorum tam 25 yıldır hep ezilenin yanında olmaya devam etti..

insanlar piyasa koşullarında savrulurken grup yorum hep aynı çizgide yoluna devam etti.. faşizmin en şiddetli dönemlerinde yüzlerce kez konserleri iptal edilmesine rağmen , üyeleri topluca ya da bireysel olarak gözaltılarla , işkencelerle ve uzun süren hapisliklerle yıldırılmaya çalışıldıysa da yok edemediler grup yorum’u…

aile büyüdü , genişledi gittikçe.. yeni sesler , yeni müzik emekçileri ağabeylerinden ablalarından aldıkları bayrağı daha da ileriye taşıdılar.. kolektif üretimle unutulmaz eserler kazandırdılar bizlere..

‘sıyrılıp gelen’ albümünde gülbahar uluer , ayşegül yordam , efkan şeşen , tuncay akdoğan , taci uslu  , kemal sahir gürel ve diğer yol arkadaşlarıyla  yola çıkan daha sonra serdar keskin ,  ejder akdeniz , ilkay akkaya , hilmi yarayıcı gibi onlarca ismin grup yorum kervanına katıldığı ve 21 albümün ve onlarca yeni şarkı , türkünün üretildiği bir süreç yaşandı..

grup yorum’a engeller koyan , baskılar yapan , zulmedenler tarihin çöplüğünde üzerlerine atılan yeni çöplerin altında unutulup yok olup gittiler ama grup yorum büyüyen ailesiyle dimdik ayakta ve türküler susmaz halaylar sürer şiarıyla yoluna daha güçlü devam ediyor..

dün dvdyi alıp izlemeye başladığımda tüylerim diken diken oldu her şarkıda.. şarkılarla birlikte kendi tarihimde gözlerimin önünde canlandı ve fark ettim ki grup yorum hep benim de yanımda yer almış , bana en zorlu zamanlarımda yaşama gücü vermiş , kaybolan umutlarımı yeniden canlandırmış..

grup yorum’un 25. yılını 55 bin kişilik korosuyla kutladığı bu muhteşem konserin titiz bir çalışmayla sunulduğu bu arşivlik dvd çalışmasını bir an önce alıp izleyin..’

Crockett..