Archive for the ‘Dergi’ Category

Yeni FİLM dergisinin yeni sayısı çıktı!

Nitelikli sinema dergisi YENİ FİLM’in “nisan-haziran 35-36” numaralı yeni sayısı çıktı. Bu sayısı da her zamanki gibi dopdolu ve 35’e yakın yazı var. Ayrıca derginin bu sayısında sevgili PETROS MARKARIS’le türkçede yeni yayınlanan son kitabı SONSUZLUK ve BİR GÜNlük adlı kitabıyla ilgili SERAY GENÇ’in bir yazısı ve yine PETROS MARKARIS’le yapılan birbirinden ilginç ayrıntı ve olayla dolu altı sayfalık çarpıcı bir röportaj da mevcut. Yıllardır kalitesinden ve niteliğinden ödün vermeyen bir sinema dergisi olarak takip ettiğim YENİ FİLM dergisinin bu sayısı kaçırılmayacak bir sayı olmuş sinemaseverler için…

Crockett…

 

yeni film-1 001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yeni film-2 001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yeni film-3 001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Yeni Edebiyat YENİ SİNEMA Yeni Tiyatro” dergisinin yeni sayısı çıktı…

“Yeni Edebiyat YENİ SİNEMA Yeni Tiyatro” dergisinin Nisan-Mayıs 2015 yeni sayısı çıktı… ‘Auteur’ kuramı üzerine bir dosya mevcut derginin bu sayısında. Dergide Zeki Demirkubuz’la yapılan bir söyleşi de ilgi çekici tespitlerle dolu. Bu sayıyı kaçırmayın derim.

Crockett…

yeni sinema-1 001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yeni sinema-zeki 001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘YENİ FİLM’ dergisinin yeni sayısı çıktı!

film-1 001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

film-2 001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘YENİ FİLM’ dergisinin 32. sayısı (Mart-Haziran 2014) çıktı! 

GELECEĞİN GÜRÜLTÜLÜ ZAFER ŞENLİKLERİ İÇİN

Geleceğin gürültülü zafer şenlikleri için,

O soylu kuşak uğruna, yoksun kaldım

Babamın şölenindeki kadehimden.

Mutluluğumdan, onurumdan.

 

Omuzlarıma atılıyor şu kurt köpeği çağ,

Oysa benim kanım kurt kanı değil.

İyisi mi, bir Sibirya kürkünün koluna

Bir kalpak gibi sokun beni ki,

 

Gözüm görmesin korkakları, yıvışan çamuru,

Tekerlekteki kanlı kemikleri,

Ve bütün gece ışısın benim için

Mavi tilkiler ilk zamanlardaki gibi.

 

Yenisey’in aktığı geceye götürün beni

Çamların yıldızlara değdiği,

Çünkü benim kanım kurt kanı değil,

Ancak bir benzerim öldürebilir beni.

 

Belki de çılgınlığın başlangıcı bu.

Belki de senin vicdanının sesi :

Hayatın bir düğümü içinde yakalanıp

Tanındığımız,

Sonra da varolmamız için çözülen.

 

İşte akıllı ışık örümceği

Yeryüzünde olmayan kristal katedrallerde

Birbirinden ayırıyor, sonra yeniden

Bir demette topluyor kaburga kemiklerini.

 

Ve ince bir ışında bir araya gelen

Çizgi demetleri şükrediyorlar.

Bir gün toplanacaklar, güneşlikleri kalkık

Konuklar gibi toplanacaklar,

 

Hem de burada, yeryüzünde, cennette değil,

Ezgiler dolu bir evdeymiş gibi,

Yeter ki, incitmeyelim, ürkütmeyelim onları.

Ne güzel bunu görebilmek için yaşamak!

 

Bağışla beni bu söylediklerim için.

Oku bana bunları sessizce, sessizce.

 

OSIP MANDELSTAM

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çeviri : CEVAT ÇAPAN, Alıntı : SOKAK DERGİSİ, Mart 1988, Sayfa :64, 65, 66..

(‘tayfun pirselimoğlu ile serdar ışın’ın yayına hazırladığı ‘sokak dergisi’nin bu sayısını okumamı sağlayan sevgili ‘zaferimiz’e (zafer yalçınpınar) sonsuz teşekkürler.. crockett..)

SİNEMA VE ŞİİR..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“böyle bir başlık altındaki konunun birkaç yönlülüğü yazmaya girişir girişmez ortaya çıkar hemen.. çeşitli görünüşlerle çeşitli evrelerden geçmiş, köklü ve uzun şiir sanatı ile henüz yüzyılını bile bütünlememiş, her geçen gün atılımlar, değişmeler ve sınırsızlıklar içerisinde genç bir sanatın, sinema sanatının ilişkileri, yan yana ya da iç içe düşünülmeleri yeni görüngeler (perspektifler) getirir.. biz buradaki çerçeve içinde sinema ve şiir terimlerini özel herhangi bir anlayışla tanımlamaksızın genel anlamlarıyla geçerli sayarak başlıyoruz..

başlangıcından bu yana, ozanların her ülkede, her yörede sinema sanatıyla bağlantılar kurmaları, öteki sanatçılara göre daha olağan ve doğal gelmiştir.. her ozanın göğüs çekmecesinde araştırılsa birkaç taslak yatmaktadır, bulunabilir.. eldeki belgelerle sinema tarihi açısından bu olgunun gerçekleşmiş örneklerini sergilemeye ufak bir araştırma yeter.. ‘rusya’da ‘mayakovski’nin sinemayla ilgilenişi, dergisinde bu sanata özenle yer verişi, kendi şiirine oradan olanaklar ve biçimler edinmesi açık bir bilinçliliktir.. (‘l. trauberg’ ile ‘g. kozintsev’in ‘feks topluluğu’ olarak yaptıkları, ‘oktiabrina’nın serüvenleri’ (1924) filminde ise ‘mayakovski’ şiirinin öğeleri, devinim ve biçimleri gözle görünürcesinedir..) ‘türkiye’de ‘nâzım hikmet’in sinema çalışmaları önce en azından mutlu bir rastlantı, sonra bilinçlilik. ‘hikayelerin filmini yapmalı.. mesela ‘sabahattin ali’nin hikayelerini.. iki kısımlık filmler.. hikayelerden sonra şiirlerin filmlerini yapmalı’ diyor ‘nâzım hikmet.. ‘halkla en karşı karşıya sanat, bu..’ diyor sinema için..

‘fransa’da ‘jean cocteau’nun, ‘jacques prevert’in başkalarıyla ya da bir başlarına yaptıkları filmler, yazdıkları, katıldıkları senaryolar.. (‘l’eternel retour’ / ‘ebedi dönüş’ (1943), ‘la belle et la bete’ / ‘güzel ve hayvan’ (1946), ‘voyage-surprise’ (1947), ‘orphee’ (1950), ‘le testament d’orphee’ (1960), vb.) ‘gerçeküstücülük’ün sinema sanatına sağladığı, getirdiği olanaklar, çıkış noktaları, uzantılar ve simgeler.. (‘bunuel’in ‘endülüs köpeği’ (1928) – ‘s. dali’ ile – , ‘l’age d’or’ / ‘altın çağ’ (1930), ‘robinson crusoe’ (1952); ‘hitchcock’un ‘spellbound’ / ‘öldüren hatıralar’ (1945), vb.) ve her ülkede bir takım ortaklaşa denemeler ve verimli verimsiz girişimler..

şiirsel bir deyişle, bütün sokak fotoğrafçıları iyi kötü birer ozandır.. tüfekle resim, görüntü avlayanlar da öyle.. çeşitli aygıtları deneyenler, geliştirenler, sinematografı çalıştıranlar, ‘kara maria’ya kapananlar için de ozandırlar diyebiliriz.. ilkin tek makaralık şiirlerle yola çıkıldı.. ‘l. lumiere’ ve  ‘g. melies’ ve öteki öncüler bir garip tutkulu, ozansı kişilerdi; bir kusurdan giderek bir tür, bir sanat türü yaratmışlardır çünkü.. bilerek bilmeyerek, bir  ayrımı yok..

sinemadaki akımlar, dalgalar,  okullar ve görüşler bir bakıma şiir akımlarıdır..  itki şiirden gelsin gelmesin böyledir bu.. sinema başlangıçta bütün sanatların  bir bireşimi sayılırken de, ilkesi rönesans’la ortaya çıkan, son anlatım sınırını ‘barok’ resimde bulan plastik gerçekçiliğin en gelişmiş yönü’ sayılırken de şiir en çok ağırlığını duyuran olmuştur.. ilk elde görüntü kavramı sinema ile şiir sanatının birbiriyle hısımlık kurmasını sağlamaya yetiyor.. geniş bir ortak alan.. yöntemleri arasındaki yakınlıklar, her ikisinin de kendilerine özgü bir dilleri olması.. sinema her şeyden önce bir dil ise, ki öyledir de.. bunları ayakta yazarken sinema ve şiirin ayrı ayrı sanat türleri olduklarını, gereçlerinin de, ortamlarının ve işleyişlerinin de benzemezliklerini unutmuyoruz elbet.. ve özellikle sinema sanatının gitgide bağımsızlaştığını, kendi özgün havasını soluduğunu, zamanını ve yerini bulduğunu biliyoruz.. şimdi birdenbire bir optik kaydırmanın gereği yok. sinema ile şiirin ilintilerini aşarmamalı, abartmamalı öyle.. şiir öteki sanatlara hangi oranda katkıda bulunuyorsa sinemaya da benzer oranda katkıda bulunuyordur.. tabii sinema için dahi aynı durum söz konusu.. ve ozanlarca yadsınamayacağını umarak şunu da yazmalıyım : sinema şiire daha çok etkiyor bugün..

sinemanın birimi olan görüntü nasıl yalnız bir fotoğraf ise, bir başına fotoğraf olmaktan öteye başka bir anlamı yoksa; şiirin birimi olan sözcük de öyledir, onun da şiir olarak bir başına hiçbir anlamı yoktur.. (gerçi kuramsal açıdan sinemada en küçük birim çekim’dir, ama çekim şiirdeki dize’ye bir karşılıktır..) sinemada kavramlar görüntü yoluyla anlatılıyor, şiirde imge yoluyla.. kaldı ki çağdaş şiirin imgeye tanıdığı başatlık ve verdiği görev geçmişlerden daha bir belirlidir, açıktır.. yeni açılımlar, yeni uzanımlar imge yönünden gelişmektedir hep..

sinema içinde bulunduğu sanat büyük ayracının genel ya da özel gidişiyle, eğilimiyle alış-verişler yapar, gelişime katılır.. sinemanın yalnız kendi kanıyla, gereçleriyle beslenmesi varoluşuna aykırı düşer ve tıkanıp kalırdı bir yerde zaten.. tek tek örnekler (‘s. ray’, ‘o. welles’, ‘i. bergman’, ‘m. antonioni’, vb.) bir yana, alman dışavurumculuğu, fransız izlenimciliği, yeni dalgası, bu olguyu, bu çabayı seçik bir biçimde kanıtlarlar.. özellikle ‘gerçeküstücülük’ün sinemanın önemli, bir kısmına kaynaklık ettiğini, sinemaya yeni tin bilimsel ve tin çözümsel araçlar kazandırdığını görmeliyiz.. sinemanın gerçek ozanları, bu uzak ya da yakın ilişkileri sürdüre gelmiş olanlardır.. bilerek isteyerek ozan diyorum ben sinemacılara.. yani yönetmenlere.. örneğin sinema bir sanat türü olarak gerçekleşmeseydi, herhangi bir aksi rastlantıyla gelişmeseydi, bugüne dek yapıtlarını (filmlerini) vermiş bütün bu yaratıcı kişilerin büyük çoğunluğu ozan olurdu.. hiç kuşkunuz olmasın.. alıcı (kamera) yerini kaleme, görüntüler yerlerini sözcüklere ve imgeye bırakacaktı, yani şiire.. ya da hiç değilse düzyazıyı seçerler, yazı makinesinin başına otururlardı.. ‘fellini’ gibi çok sinemacının sinema olmasaydı, ozan (yazar) olacaklarını söylemiş bulunmaları bir yana, sözgelişi ‘visconti’yi kim bir romancı olmanın ötesinde düşünebilir? sözgelişi şu ‘almerayda’nın oğlu ‘j. vigo’ bir ozan değildir de nedir? ‘albert lamorisse’, ‘bunuel’, ‘godard’, ‘resnais’, ‘antonioni’, ‘truffaut’, ‘demy’, ‘dovçenko’..? buradan şuraya geliyorum.. sinema tarihinde, şimdide (ve gelecekte de böyle olacaktır) üç çeşit sinema var; sinema ve şiir görüngesinden bakarken :

a) şiir sinema,

b) şiir-düzyazı sinema,

c) ve düzyazı sinema..

sinema yapıtlarının büyük çoğunluğu düzyazı sinemadır.. anlatımını, kurallarını ve kendince dilini edinmiş bir geleneği vardır ve yeni örnekleriyle sürüp gider.. genel çizgi ve eğilim budur.. ama başyapıtlar, en güzel ürünler bu geleneğe aykırılığın izlerini taşırlar ya da büsbütün karşısına düşmüşlerdir, şiir sinemadırlar.. bir çırpıda ve kesinkes değilse bile insan kendiliğinden şu filmlerin bu ulamlara göre sınıflandırılmasını yapabilir : ‘robinson crusoe, senso, korkunç ivan, la strada, peter pançali, sessizlik, sevgilim hiroşima, potemkin zırhlısı, toprak, lâle sokağı, rashomon, jean d’arc’ın çilesi, los olvidados, altın çağ, roma açık şehir, milano mucizesi..’

şimdi yeni bir oluşumdan da söz açmak gerekiyor.. ‘pier paolo pasolini’nin şiirsel sineması ‘italya’da kuramı ve örnekleriyle yankılar uyandırmaktadır.. ‘j.- l. godard’ı da bir öncü olarak benimseyen ‘marco bellochio, bernardo bertolucci’ gibi genç yönetmenler bu yeni anlayışın filmlerini yapıyorlar.. aynı kuşaktan sayılan ‘romano scavolini, eriprando visconti, ermanno olmi, lina ventmüller, tinto brass’ gibi adların içinde ‘p. p. pasolini’ ile birlikte şiirsel sinemayı geliştiren ‘bernardo bertolucci’ ilgiyi çekiyor.. çift anlamlı bir havayı soluyan filmi başkaldırmadan öncedir.. film yapmak onun için kendi kendini bulabilmenin, kendi üzerine konuşabilmenin bir yoludur..

özgürlüğün bu biçimde sürdürülmesinde de anlaştıkları için sinema ve şiiri bundan böyle de ilişkiler içinde tasarlayacağız..”

ECE AYHAN..

‘YENİ SİNEMA’ Dergisi, Haziran 1967, sayı : 7, sayfa : 18,19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yenerek kaçılmış güzel intihardan…’

SONNET

 

Yenerek kaçılmış güzel intihardan

Şöhret közü, köpükle kan, altın, fırtına!

Ey gülmek eğer orda bir kırmızı hazırlanırsa

Uzatmaya kralsı yalnız benim yok gömütümü.

 

Ne! Bütün bu parıltıdan yırtık bir parça bile

Kalmıyor, gece yarısı şimdi, bizi kutlayan gölgede

Yalnız bir kendini beğenmiş kafa hazinesi

Dökmekte okşanmış gevşekliğini meşalesiz,

 

Seninki eğer hep zevk ise! Seninki

Evet silinmiş gökten tek alıkoyan

Birazcık çocuksu zafer, süs diye başına

 

Aydınlıkla koyduğunda onu yastıklar üstüne

Bir çocuk imparatoriçenin savaş başlığı gibi,

İçinden seni göstermek adına güllerin düştüğü.

 

STEPHANE MALLARME

Fransızcadan çeviri : AHMET SOYSAL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GÖMÜT

 

Yıldönümü – Ocak 1897

 

Öfkelendirilmiş kara kaya yuvarlasın yel onu

Durmayacak dindar eller altında

Ki yoklar benzerliğini insan acılarıyla

Sanki kutsamak için onların uğursuz bir kalıbını.

 

Burda kuğurursa hep güvercin

Zorlar bu madde-dışı yas birçok

Genç kıvrımla gelecek günlerin olgun yıldızını

Ki bir parıldamasıyla gümüşe bürünecek kalabalık.

 

Kim arar, kat ederken yalnız ve

Birazdan dışarıda sıçrayışını bizim başıboşun-

Verlaine’i ? Otlar arasında saklı, Verlaine

 

Yakalanır yalnız safça uyumdayken

Dudak içmeden ya da kurutmadan soluğunu

İftiraya uğramış bir az derin dere ölüm.

 

STEPHANE MALLARME

Fransızcadan çeviri : AHMET SOYSAL

BEYAZ KİTAP Dergisi, Sayı : 6, Haziran 1984, Dergiyi  Yayına Hazırlayanlar : TURGAY ÖZEN, AHMET SOYSAL, HAKKI MISIRLIOĞLU..

AYRILIK

Doğu yeli esiyor karşıdan

kirpiklerim tozlu

Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan

         Sensiz

 

Bir serin denizde misin kumda mısın

Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu

                         Bensiz

 

Çorak tarlada geçkin bir at çakalı    

Bir telli kavak bir zeytin bir kuş

                             Sensiz

 

Evde misin masal söyleyenin var mı

Açık mı kapılar yataklar boş mu

                          Bensiz

 

YUSUF ATILGAN

(Milliyet Sanat Dergisi, Şubat – 1980)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yok ettim, yaşadım

Bir akarsu nereye akar?

Nereden doğar bir akarsu?                            

Bir dağ sırasının ortasından mı, ya da korkutucu kayalıkların ardından mı süzülür önce, masumca, sonra da yıkıp yok eder her şeyi?

Bir akarsu her şeyden fazla, en çok da bir insanın içinden doğar, gene oraya akar ve gider.                                                             

Suya yüzünü dönebilmektir tek mesele, bakabilmektir suya ve gördüklerine.                                                            

Bir akarsu en çok da bu yüzden doğar işte: Zamanın bir yansımasıdır su, yaşamın yaşanmışlığın…

Ölümün bir yansımasını tutar dibinde. Bazen bir yitime akar bir akarsu, bir yitimden doğar; bazense sadece bir sevidir onu doğuran ve içine akıtan…

Malcolm Lowry

Kaynak: K Dergisi, 219. Sayı , 1 Temmuz 2011…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim..’ – ÖZCAN ALPER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“senaryoyu yazarken tek bir çizgide ilerlemiyorum.. o süreçte çok emek harcıyorum.. filmi yazma ve çekme süreçlerinde ben de öğrenmesem, heyecanlanmasam belki de film yapamam diyebiliyorum kendi kendime döndüğüm zaman.. çünkü sadece setin mekanikleşen bir tarafı var.. bense film yapmak istediğim andan itibaren kendimce alt kazılar dediğim 4-5 katman belirliyorum.. bu hem hikaye, hikayenin geçtiği mekanlar, beslendiğimiz sinema, edebiyat.. bu etkilenmeyi olumlu bir şey olarak görüyorum.. yönetmen görüşünü, hikayenin ilk halini yazdığım zaman rahatlıyorum.. işin temeli çıkmış oluyor.. ondan sonrası emek yoğun bir süreç oluyor.. kentin kendisini de, doğanın kendisini de bir karakter gibi düşünmeyi ifade ediyorum ve bunun üzerine çalışıyorum.. yazma sürecinde o mekanlara ve kente daha çok gidip gelmeye başlıyorum hatta orada yaşamaya başlıyorum.. o kentin görünürdeki hikayelerini değil derinliğini yakalamaya çalışıyorum.. sabah erkenden kalkıp sokaklarında dolaşıyorum, ruhunu yakalamaya çalışıyorum.. ‘sonbahar’da örneğin ‘john berger’in ‘avrupa üçlemesi’ benim için yol gösterici oldu.. ölmekte olan köylülük hakkında yazdıkları.. birinin senden önce yapmak istediğini edebiyatta yaptığını görüyorsun.. ‘john berger’in bunun için çamlıhemşin’de yaşaması gerekmiyor.. alpler’in altındaki fransız köylerinde de aynı şeylerin yaşandığını görüyorsun..

..

filmi büyük bir ev olarak düşünmüştüm.. bana bunu hatırlatan ‘tül akbal’ın kitabı oldu sanırım.. bizim çamlıhemşin’deki evleri düşünün.. odaların açıldığı ortadaki odaya ‘hayat’ denir bizim orada.. orta kısım geniştir, odalar ise dar olur.. ‘sonbahar’daki ‘yusuf’un odası çok küçüktü örneğin, bir usta bulup büyütmek zorunda kaldık.. yine de bir hapishane hücresinden daha büyük olmadı.. düşündüğüm şuydu : bir sorun çıkıyor bir odayı kapatıyorsun, türkiye de böyle.. bir süre sonra bir yaşam alanı kalmıyor.. ev ve oda konusu üzerine düşünmüştüm.. kendi yaşam alanını da yok ediyorsun aslında..

yası nasıl tutacağız meselesi aslında.. ağıtlar da bunun bir parçası.. türkiye’de aslında etnomüzikoloji diye bir bölüm yok.. antropologlar ilgileniyor..

buradaki esas sorun ülkenin kendisinin aslında bir kayıplar ülkesine dönüşmesi ama bununla nasıl baş edilecek,  yası nasıl tutulacak belli değil.. o yüzden ‘john berger’in ‘efendilerin’ sözünü kullandım ve ’musa anter toplumsal hafıza merkezi’ni kurdum filmde.. bütün otuz yılda çok ağır koşullar yaşanırken bir arşiv tutulmamıştı aslında.. tabi 1,5 milyon ermeni’nin öldüğüne resimlerini görünce mi inanacaklar.. esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim.. filmin bir yerinde, filmin kendisi de sadece kayıt altına almayı amaçlıyor, sadece bunu yapsa yeter dedim.. o yüzden kayıplarla ilgili kayıtları uzun uzun çektik..

film esnasında onlarca kişiyle kayıt yaptık.. bir kopyasını bir kurum olsa da versek diye düşündüm.. ama orada fark ettim ki , ağıtlar, dengbejler de bu hafızanın korunmasını sağlıyor.. yaşar kemal ağıtların bir direniş biçimi olduğunu da söylüyor.. başka kültürlerle de karşılaştırıyor.. faili meçhul cinayetlerde kaybedilen insanların fotoğrafının üzerine bir tülbent örtülüyor evlerde.. ölüm yaşanmıyor, kabullenilemiyor.. bu durumda ciddi travmalar yaratıyor.. bir mezarı olsa her şeyi affedecek hale geliyor kadınlar.. o mezara gidebilse neredeyse yarı yarıya bağışlayacaklar..”

YENİ FİLM Dergisi’nden SERAY GENÇ ve YUSUF GÜVEN’in ÖZCAN ALPER’le yaptıkları röportajdan bir bölüm..

Röportajın tamamı için ‘YENİ FİLM DERGİSİ..’, Sayı 24, Kasım 2011,  Sayfa 14, 15, 16, 17, 18, 19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir+bir’in 13. sayısı bayilerde !

‘roll’ yayın hayatına son verdiğinde epeyi bir boşlukta sallanmıştım..

‘virgül’le arka arkaya olunca da tam koymuştu..

gazete bayilerindeki dergi avlarım tatsızlaşmıştı..

türkiye’de dergicilik gerçekten zor iş.. hele arkanı bir sermaye grubuna dayamamışsan, arkanda bir cemaat, parti vs de yoksa işiniz çok çok zor.. ‘virgül, roll, express’ vs dergiler yıllarca direndiler tekellere karşı.. tekellerin birinci sınıf hamur kağıda basılı sudan ucuz dörtte ikisi reklamla dolu cafcaflı dergilerine karşı ayakta durdular.. sonra bazıları yayın hayatlarını tamamen sona erdirdiler, bazıları da başka adlarla bir süre sonra tekrar yayın hayatına döndüler..

işte ‘roll’ dergisinin bizi terk etmesinden sonra ‘bir+bir’ doğuverdi hayatımıza.. ilk başta biraz yadırgasam da sonra hastalık haline geldi bir+bir de.. bayilerde onu göremediğim zaman ürker oldum.. gecikme var, acaba yine mi diyordum.. çünkü bağımsız dergicilikte çıkan her bir sayı kazanılmış bir savaş edasıyla kutlanır.. bu sayı da ‘çıktık’ denir.. kadehler kaldırılır bunun için.. verilen emek, özverinin sonunda çıkan dergilerin arkasından yeni sayı için korkular doldurur kafayı : acaba gelecek sayıyı çıkarabilecek miyiz diye..

içerik yönünden, duruşları yönünden gerçekten yıllardır takdir ettiğim ‘express, roll’ ve ardılı ‘bir+bir’ dergilerini mutlaka alıp okumamız ve destek olmamız lazım.. okuyalım, okutalım.. hediye alacağınız zaman birilerine birer dergi alın ya da az derseniz hediyenize birer dergi ekleyin mutlaka.. gecelerini gündüzlerine katarak özveriyle çalışan bu bağımsız dergicilere destek olalım en azından bu şekilde.. abone olabiliyorsak da olalım lütfen..

neyse son 50 gündeki dünyayı devirip dolaşıp durduğum sıralarda istanbul’a her uğrayışımda kitapçı ve dergilerdeki turlarımda gözlerim bir+bir aradı.. göremedim.. korktum.. ama geçenlerde ‘terk-i dünya yolculuğu’ndan dönüşümde bir+bir’i görünce mutlu oldum.. kaptım bir tane baktım canımız ciğerimiz ‘turgut uyar’ kapak hem de çok güzel bir resimle..

fazla gevezelik yapmayayım bir+bir dergisinin bu sayısının içeriği de yine eskileri gibi dopdolu.. sırf kapağı için bile kaçırılmayacak bir ağustos-eylül sayısı sizleri bekliyor.. tükenmeden gidin alın.. ve imkanınız varsa da abone olun, oldurun derim..

‘hoop değiş tonton gülücük oldum..’ sizler de gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

BİR+BİR  Ağustuos – Eylül 2011, 13. Sayı

İçindekiler :

 

A’DAN X’E, Sayfa 4

ARSLAN EROĞLU RÖPORTAJI, ‘O nehirde yüzmek’, Sayfa 6

MURAT MOROVA RÖPORTAJI, ‘Hibrid Yolcu’, Sayfa 13

KINAY OLCAYTU’ ‘SANATSAL GERİDÖNÜŞÜM’, Sayfa 18

FİLMAMED, ‘Belleğin açığa çıkması’, Sayfa 20

ORHAN KOÇAK’LA A’DAN Z’YE TURGUT UYAR, ‘En kızıl saçlı levend’, Sayfa 23

SES DUVARI, Sayfa 33

MABEL MATİZ, ‘Aysel gel başıma, sen bana göresin’, Sayfa 34

TOM MORELLO, Nam-ı diğer the watchmen’, Sayfa 36

ELECTRELANE, ‘Bütün kızlar toplandık’, Sayfa 39

GNAOUA FESTİVALİ, ‘Minimal duyu direnişi’, Sayfa 40

BOB DYLAN 70 YAŞINDA, ‘I ching aşısı’, Sayfa 43

OKUMA GÖZLÜĞÜ, Sayfa 49

MUHSİN KIZILKAYA İLE ‘AÇLIĞIN SOFRASINDA’, Sayfa 50

SAİT FAİK ÖDÜLLÜ ÖYKÜCÜ AHMET BÜKE, Sayfa 53

DİL TARİH COĞRAFYA BÖLÜMÜ, Sayfa 60..

 

BİR+BİR E-posta ve Abonelik İçin : yekyekk@gmail.com