Archive for the ‘Yazar : ‘Düşsel’’ Category

-Özlem-

Basit kelime mi ?

Hadi açalım..

 

Büyüdüler, geçip, hatta göçüp gittiler..

 

Artık sokaklarda destek tekerlekli bisikletleriyle birbirlerinin arkalarından yokuş aşşağıya son hız inen çocuklar yok.

Sokak aralarından, nereden çıkacağı belli olmayan bir yarısı buz dolu, omuzlarına astıkları kutularıyla “Sütal” dondurma satan dondurmacılar yok.

Dükkanlarının önlerinde, çocuklar uçurtma yapmak için “yürütsün” diye çita bırakan marangozlar yok..

Okul bahçelerinde unutulacak “pahada” ucuz top yok.

Üzerlerinde çocukların parmak izi olan, aniden basılıp kaçılmış ziller yok.

Soba üzerinde kavrulurken kokusu mest eden kestaneler yok.

Çatır çatır patlayan cin mısırı yok.

Biten piknik tüpünü değiştirmesi için evin en küçüğünün avucuna beş lira sıkıştıran anne yok.

Balkonda sütçü geldiğinde haber vermek için nöbet tutan çocuk yok.

He-man yok.

Clemantine yok.

Küçük ev ve Lessie yok..

 

Özlem, basit bir kelime mi ?

Hadi daha açalım..

 

Birbirimizden uzaklaşarak büyüyoruz, büyümenin özü bu sanarak. Bazen bizi büyüten şeyler geliyor gözlerimizin önüne, kirpiklerimiz nemleniyor, dudaklarımız titriyor, dizlerimiz bizi taşımaktan vazgeçiyor.

Birbirimizden uzaklaşarak büyüyoruz, büyümenin özü bu sanarak. Sonra kaybettiğimizi anlıyoruz belirli bir uzaklığa vardığımızda, dönüyoruz; toprak.. Bazen bizi büyüten şeylerin, gerçekten toprağın bir parçası olduğunu, yığıntı önünde diz çöktüğümüzde anlıyoruz. Kirpiklerimiz nemleniyor, dudaklarımız titriyor, dizlerimiz bizi taşımaktan vazgeçiyor..

Birbirimizden uzaklaşarak büyüyoruz, büyümenin özü bu sanarak. Belki de bu yüzden, plastik çay tabağının üzerinde dik durmaya çalışan aciz bir mumda kendimizi görüyoruz. Ateşimiz, hırsımız, öfkemiz bizi tüketiyor.. Minik bir ışık tüm karanlığımızı yüzümüze vuruyor, görüyoruz..

 

Özlem, basit bir kelime mi ?

Biraz daha açalım..

 

İnsan tek başınayken, kendisine fısıldamaya en müsait kelime “özlem”dir.

Gidenler, gidenler..

Şehir dolusu anlamsızlığın yakana yapıştığı sayısız gece, gidenin değerini sonradan sonradan işliyor hayatın gergefine.

İlk başlarda saçma sapan bir gururla zamanı yandaş alman uzun sürmüyor kendine,

sonra,

kaybetmek tokat gibi indiğinde yüzüne,

yüzüne,

aynada,

aynada,

kendi başına,

özlediğinden bahsediyorsun aynadaki yüze..

Özlem’in kökü “Öz” değil ama, kendini bulmadan özlemek de değil insanca..

 

Açıldıkça açılası geliyor meretin..

 

Düşsel

Embriyo Yalnızlığı (iki)

Nefes almak için bolca vaktin var. Korkma ! Şehri dışarıya kilitledin, evindesin..

Nefes al..

Ambülansın acı siren sesine “tadını” neyin verdiğini bilmeyen insanlar, elbette ambülans sesi duyduğunda irkilmeni, dizlerinin kontrolünü kaybetmeni anlayamayacaklar. Şimdi tüm sesleri boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Amaçsızca arşınladığın karanlığı taşıyan birkaç sokak lambasına koşarak saklanan ışık ve çocukluğunun gayri resmi olarak “yaşanmamış” kaydedilmesini sağlayan her “hızlı büyüten” kötülük, elbet bir gün eşiğine kapanıp af dileyecektir senden. Şimdi tüm bağışlamaları boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Verdiğin değerlerin hiçbiriyle örtüşmeyen, tinercilerin, böceklerin, farelerin, sokak köpeklerinin, kaldırımlarını işgal ettiği, ufka doğru uzanan gidiş yolu. Ayak bastığın yerlerin var oldukları zamanlar boyunca eriştikleri en yüksek mertebeden – her şeyle birlikte- yuvarlandıkları uçurum, gidenler.. Şimdi tüm gidenleri boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Anlamların ve yokların birbirlerine girdiği kalabalıklar, kaotik varoluşlar, analitik katliam anıtları, metamfetamin cinayetleri, sınırsız açlıklar, her soykırımın yıldönümünde bir önceki yıldönümünde ortaya çıkmamış “yeni yeni” fotoğraflar, lağım denizler, artık çocuk park edilemeyen açık hava meyhanesine dönen çocuk parkları, ticari kafiyelerin esaretinde can çekişen şiirler, satılık şairler.. Şimdi tüm yalanları boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Esrik tanrıların oğulları ve kızları umut tacirleri. Yumuşak sesli, okyanus bakışlı imamların, hahamların, rahiplerin, papazların sütunsal varlıkları üzerinde yükselen bu yalnızlık başkentleri.. Kendi kendine yetebilmeni onaylamayan alfabelerin aynı zamanda tanrısal sözler aktardığı mevzusunu irdelemeyi yasak bellemiş tüm yönelimler. Asalar, tespihler, haçlar ve önüne koyduğu her cismin önünde eğilmek zorunda olduğunu emreden kutsal sıfatlar.. Şimdi tüm spesifik yaklaşımları boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

 

DÜŞSEL

Embriyo Yalnızlığı

Nefes almak için bolca vaktin var. Korkma ! Şehri dışarıya kilitledin, evindesin..

Nefes al..

Seni ifade eden herşey ince bir iskeletin üzerinde yorgunlukla şakalaşıyor. Varlığına, et diyen de var, adam diyen de, basit yığınlaşmalar da. Şimdi bunları boşver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Göğsünün üzerinde “kırılabilir” levhası taşıman insanlara unuttukları hiçbir şeyi hatırlatmaz. Olağan hikayeler düşle, izin verme herhangi bir düşüne kurt düşmesine. Şimdi tüm ulaşılmazları boşver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Uzaklaştığını biliyorsun, korkun sadece dışın dışında kalamamak olsun. Sen iç bükeyisin yaşamının. Seni göremezler, seni duyamazlar. Duyumsuzluk içinde geçecek tuhaf bir zamanın ve hafızanı silebilmek için hala vaktin ve kararın var. Şimdi tüm hissiyat mağdurlarını boşver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Baş parmaklarına bağlanan kablolar, vücudunu döğen soğuk su, akarken tüylerini yakan doğru akım, kıçına girmek için “yalanını” bekleyen yağlı ebonit joplar, babanın sırtında eskiyen kemerleri, annenin gözyaşları ve içinde çınlaya çınlaya derisini yırtan çığlıkları, sırtını ikiye bölen ve taze kesildiklerini kanına karışan kızılcık kokusundan algılayabildiğin ince/elastik sopalar, kaşını açan polis kaskı, alnını yaran kelepçe metali.. Şimdi bunları boşver, hepsini hepsini hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Kim’liğinde ziyaretçi akınına uğrayan en solgun fotoğrafın, meraklısının dış bükeyidir. Nerde çekildin lan bunu sorusuna verdiğin, herhangi bir F tipi alfabeyle kurulmuş bir cümleden daha asılsız değil cevapların. Karşı kıyıda ışıldayan bir ütopya görebildiğin sürece devam et yüzmeye. Şimdi soruları ve cevapları boşver, evindesin.

Nefes al..

Ahşap merdivenlerin yangın merdiveni olması ne kadar komik görünüyorsa da ayakları olmayan aleve, sen tedbiri elden bırakmayıp su biriktir gözlerinde. Yangından ilk kurtarılacak “an”ların hepsini bir yerde topla zihninde. Şimdi önemsiz anları boşver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Ceviz oyması koltuğunun kadife döşemesi üzerinde yatarken, aralık kalmış pencereden arada bir içeri girip ortalığı kolaçan eden rüzgarın savurduğu perde dokunuyor tenine, kıpırdama. Başının altına en yakın takım yıldızından bir yastık al. Dizlerini göğüs çeperini zorlayacak şekilde kendine, göğüslerinin üzerine çek, ellerini bacaklarının arasına sok, öyle kal. Şimdi hangi yanına yattığını boşver, dışarıya kilitledin tüm yönleri, evindesin.

Nefes al..

‘Düşsel’

Peron 114

Ölene dek hep o noktadayım. Otobüsten indiğim tam o noktada, tam orada.
Seni terminalde bekleyen, heyecandan duvarlara yüzünü boyayan, gelen-giden yolcu kavramlarına uymayan burada ne işi olan yolcu modunda, tam bu noktada gelsende-gelmesende, sonsuzluğa neşeyle gülümsediğim tam burada.
Zaten öyle bir geliş, öyle bir boyna sarılıştan sözederdim ki bir kaç meleği tarafıma bile çekebilirdim ama değil işte. Terminalin kirli pencerelerinden yansıyan güneş öylece yüzümde damıtılıyordu ve söze hiç hacet yoktu.

Burada olacağım 114.ncü peronda. Ben ölene dek anlamayacak beni getiren otobüs nasıl bir belaya bulaştığını. Ben ölene dek anlamayacak insanlar burada ne beklediğimi. Yüzyılda bir “Metrodayım geliyorum” diye mesaj göndererek seninle metreleri, saniyeleri saymamı sağlayacaksın. Sonra bitecek senin için, boşluğuma gelecek ilkini tekrar eden ve aynı tadı veremeyen tüm sarılışların, ve hiç bana denk gelemeyeceksin. Seyretmek yandaşlarına katılacağım uzak bir köşeden, birbirlerine tüm ardlarını “o an için” sonsuza dek açan iki haylaz boynu, saçları, dudakları, kolları, ağırlıkları.. Sonra elele uzaklaşacağız sahneden, beni oracıkta bırakarak. Tersinden girdiğimiz ve çarpmak üzereyken kendimize geldiğimiz fotoselli kapı neşe içinde bizi “düşe” uğurlamak için orada olacak hep..

Mevsimler, insanlar, otobüsler doldur boşalt yaparak geçecek üzerimden. Bazen gelen-giden yolcuların olacak uğrayacaksın buraya, eski bizi göreceksin, bir damla düşecek Sur’a, İsrafil’in sol gözünden..

Kusursuz bir vuslat sahnesi tasarlamamıştık zaten, çift dingilli otobüsünü perona çekip halasının oğlunun getirdiği çakma havan purosunu yakan, terminalin sığacağı kadar geniş göbeğini sağ eliyle altından destekleyen otobüs şoförüne. Yine de keyif aldığını hissettiriyordu bıyıklarının burgusundan sarkan iğrenç gülüşü. Belki de sadece sarılışın kısmına takılı kalmıştı, bilemiyorum; ama heyecandan sırtından çıkmaya ramak kalan kalbini iki kolumla kapattığımı anımsıyorum silik silik..Ama yerimde olmak için notere gidip ruhunun satışını bana verebilecek rızada bakıyordu güzelliğine, farkında değildin.. Öyle ki içinde kalan son çocukta uçurumundan düşürdü elindeki elma şekerini, o an yapayalın kaldı dudakları arasında purosu, sandım ki..

Bugün ve her gün orada olacağım sevgili.
Şimdi kalk ve oraya git sen de.
Topla 114.ncü peronda biz kokan tüm cesetleri..

 
DÜŞSEL

Metamorfoz

Babam 16 yaşına kadar deniz görmemiş bir çocukluk bıraktı bana. Kırık bir “Pinokyo” bisikletten gizlice bakarak kontra “BMX” bisikletlere özenmek sonra. Ekmeğe hep ben gittim, eve gelirken almayı unuttuğu sigarasını market raflarında aramaya da, ki cins bir marka sigara içerdi babam, bulmadan dönemezdim.. Tüm sınavlara yalnız gider, yalnız dönerdim; sıkı yönetim altında yaşayan annemin “sen yaparsın” okşayışları olurdu sadece sırtımda, her zaman da babamın sınava gireceğim okullarda önceden keşif yapmadığı içindir, iki saat erken giderdim, adres sora sora..

Akşam ezanından sonra cinler, periler fink atardı bizim mahallede. Babam yalan mı söyleyecek ? Çıkmazdık top oynamaya, misket yuvarlamaya..

Babam 16 yaşına kadar deniz görmemiş bir çocukluk bıraktı bana, yüzmeyi bilmem bu yüzden. Hiç babamın kollarında yatay durumda su yutmadım ben herhangi bir denizden, çocukken. Kullanılmış kitaplardan bana ait olmayan notlar ezberler, altını çizmediğim halde, kullanılmış orjinalinde altı çizik cümlelerle fikirler bilerdim inceden. Pijamayla girdiğim beden eğitimi derslerinde rezil olurdu babamın vurdumduymazlığı, oralı olmazdı bir süre sonra görüntü alışkanları. gerektiği kadar görmezden gelinirdi yanaklarımın mesken tutmuş kızıllığı. Çuvaldızla ayakkabı dikilmeyi abartırdı yırtıklarım, yeni modeller üretirdi annem dike dike ayakkabılarımı. Tabanları için yapabileceği pek fazla birşey yoktu da, iklimin ibne ılımanlığına kızmak gelirdi hep dışımızdan. Yağmuru da pek sevmem bu gibi sebeplerden..

Uzak uzak okullarda okumak istemediğimi söylesemde, duyamayacak kadar dibimde olurdu babam. Yürüye yürüye, okul yollarında bıraktım çocukluğumun yarısını bu yüzden. Kahvenin önünden geçmem için yalvarırdı bazen yorgunluğum, yorgunluğum yüzünden yolu kısaltma zorundalığım, beni çağıran sesi hep görürdü beni geçerken. Giderdim mecbur, kulağımı uzatırdı saçma sapan bir gözünün üzerinde kaş var meselesi yüzünden. Bazen kafamla birleştiği yerden yırtılır, kanardı kulağım. Ama canım, annemin içi kadar acımazdı hiç..

16 yaşının sonunda denizi görüp görmeyeceğime pişman oldum bir gün. Eşşek derisidir babamın kemeri, milim milim bilir çocukluğum.

Bir kızı sever gibi oldum, başka bir liseden. Annem tanımak istedi, koynundan çıkarıp annem kokan 10 bin lira yol parası verdi, getireyim diye. Babam elimden parayı alıp, annemide benide berhudar eyledi yine kemeriyle.. Kız çok bekledi o gün biliyorum, çünkü ben de çok bekledim o günden sonra hep buluşma yerimizde. Hiç gelen olmadı dilenememiş özürlerin morluklarından öpmeye..

Babam 17 yaşına kadar küfre esir bir çocukluk bıraktı, ölürken bana. Çok şey öğretti ama, gazete kağıtlarını banklarda yatarken üşümemek için koltukaltlarına tepmeyi mesela, acıktığından fırından ekmek çalmayıda, eski morlukların yeni ve farklı morluklara bağışıklık kazanmış olmasını ya da. Polislerle içli-dışlı, joplu-sopalı olmayı sonra. Hiç gelmeyen kadınlara morluklarını itinayla saklamayı da..

Babamı kaybettim ben, üç ay önce hiç girmediği aramızdan ayrıldı, nasıl oluyorsa. Şimdi mezarına gidip gidip çiçeklerini, otlarını suluyorum, bildiğim bir kaç duayı ediyorum, bilmediklerimin üzerine basmıyorum. Babamı hiç kazanamadığım kadar kazandım şimdilerde, ölüp gerçekten benimle olduğu için kime minnet duymalıyım bilmiyorum. Tüm bağışlamalarımın ipini çözdüm, babamın ruhuna hediye ediyorum.

Ve sanırım herşeye rağmen onu çok özlüyorum..

 

‘Düşsel’

-Araf-

Ustaların bir kaçı atladıktan sonra,

tüm korkularını bir kenara bırakıyor acemi yağmur damlaları..

 

Sen hala düşmekten korkuyorsun..

 

-Sahne 1-

 

Yağmur yağdığında bu şehre, hiç sevilmez şemsiyeler.

Her yalnızlık yeni bir sevgili edinir,

dindiğinde, şemsiyelere nefrete kalınan yerden devam edilir..

 

-Sahne 2-

 

Reglini saklamıyor Tanrıça İrene,

göğün kapısı şimdi bembeyaz..

Ayetlerin kırmızı zamanlara yer çektiğinden beri böyle bu,

bir de hikaye içinde altı ilk çizilen cümlelerin küfü var,

eskiyen kokusu..

 

Bazen bir köprü uzuyor karşı kıyıya,

geçmek istiyorsun

bacaklarından yere doğru yumuşacık akıyor kasların.

Kimse geçmeden kapanıyor köprü,

sözlerinin dudaklarındaki çatlaklar iç içe giriyor,

metanet katlediliyor..

 

-Sahne 3-

 

Uyuyamıyorsun,

yatağın altında şehrin gürültüsü,

dolabından sızan, annenin patiskalara sarılı ninnileri,

komşudan yayılan yanık et kokusuna karışıyor odanda.

 

Yalnızlığın anormal alkol tüketimi,

senden çok daha önce ölen bir sesin çığlık gereksinimiyle,

şehrin üzerine kusuyorsun herşeyi.

 

Gardiyan yatağının kenarında,

elinde yağlı ebonit bir jop

ne zaman sigara isteyeceğini bekliyor tutkuyla..

Belinde sallanan anahtarlar

daha önce hiç duymadığın bir özgürlüğün şarkısını mırıldanıyor,

köprü açılıyor,

senin canın sadece sigara istiyor..

 

-Sahne 4-

 

Beni affedebilecek misin ?

 

İçimde seni saklamaktan öyle yoruldum,

cehenneme gidiyorum..

 

‘DÜŞSEL’

Yalnızlık

Bazen,

evin bir köşesinde kendi başına takılan,

ayağına küçük gelen bir çift terliktir yokluk.

Gözüne çarpar bir an, düşünürsün..

Düşünmekten öteye geçer, alır masanın üzerine koyarsın.

Tozlarını ıslak bezle alırken, ilgisizliğin için özür dilersin.

Kahve fincanının tam önüne koyarsın, kahveni içmek için elini uzatmalarının ve fincanı tutmanın periyodlarında bakarsın onlara.

Sonra konuşmaya başlarsınız ibraz ettiği yoklukla, farkında olmadan.

Sorarsın, cevap beklersin, susar..

Sorarsın, cevap beklersin, susar..

Sorarsın, susar,

sorarsın, susarsın..

Oysa en basitten başlamışsındır sorularına,

basitlik içeriyordur en zor soruların.

Sinirlerin bozulmaya başlar bir süre sonra,

çünkü kahve içilmeyecek kadar kötü değildir.

İkramı red, sinir bozucu olabilir bu gibi ortamlarda, bilinmelidir.

 

Kızdığını anlar.

Sorar, cevap vermezsin.

Sorar, cevap vermezsin.

Sorar, susarsın..

Bir çift terliği  kaale mi alacaksın ?

 

Düşsel

Babam

Siz uyuyordunuz, bahsi birazdan geçecek pazar sabahı..

Sabaha taşıdım kendimi, biri arkamdan mı itti, azim mi ettim bilmiyorum..

Saat 7 ye gelmek üzereydi, ya da gelmiştim tam emin değilim. Odaya giren ışık, girdiği pencerenin karşısındaki duvarı ikiye bölecek şekilde duvara dokunuyordu. O temas anları 06:45 en fazla 7’dir, bilirim.

Bir sigara yakıp kafamda günümü planladım, hiç adetim değildir aslında günü planlamak. Zaten beceremedim, sigaram bitti, kalktım.

Ayaklarımı sürüye sürüye buzdolabına kadar ilerledim, hemen dolabın yanındaki rafta bulunan radyoya “günaydın” dedim. Açtım, “Gripin – Sen gidiyorsun”. Değiştirmedim, doğru söylüyordu..

Buzdolabını açtım, hafta sonu olduğu için pek bir şey kalmamıştı buzdolabının saklama sınırlarında. 5-6 mantar, 2-3 yeşil biber, salça, bezelye, bakla, orta boy bir karnabahar, birkaç domates, birkaç limon, yağsız süt, 2 yumurta.. Buzluğu açtım, 10’lu bir paket milföy, kıyma, parça et, dondurma, asma yaprağı, kurutulmuş patlıcan.. Milföy hamurlarından 2-3 tanesini “gerçekten” diğerlerinden sökerek tezgahın üzerine koydum. “Şebnem Ferah – Yağmurlar” Etin bir kısmını uzun uğraşlardan sonra kesmeyi başararak mikrodalgada çözülmeye bıraktım. 2 yeşil biber, 2 domates.. Et çözüldü birkaç dakika sonra, tavaya aldım, üzerine domates, yeşil biberler ve mantarları doğrayıp ekledikten sonra bir bardak su ilave ederek, kısık ateşte bıraktım. Banyoya gittim, soğuk bir duş aldım, çamaşırlarımı değiştirdim, saçlarımı kurutarak tekrar mutfağa geldim. Karışımı, oklavayla biraz açtığım milföylerin ortasına dökerek, büyük mantı şeklinde kapadım. Ufak bir borcam tepsisi yağladım, milföyleri dizdim. Fırını açtım, biraz ısınması gerektiği için o ısınırken pantolonumu ve gömleğimi ütülemek üzere mutfaktan çıkarken radyonun sesini biraz daha açtım. “Teoman – Bana öyle bakma” diyordu, oralı bile olmadım.. Odaya girdiğimde yatağımı toplamadığım gerçeği karşıladı beni, biraz sitem etti.. Topladım.. Ütü yaptım tekrar mutfağa döndüm. “Feridun’u şarkısının sonunda, ufaktan toparlanırken yakaladım “Beni bırakma” kısa bir süre sonra da vedalaştık.. “Tual geldi hemen arkasından – “Tiryakinim” diye diye..

Milföyler fırında.. Onlar pişerken, ayakkabılarımı boyadım, aklıma geldi.. Ketıl’a bastım ( inadına Ketıl )

Cem geldi, Cem Özkan -“dön bana” demiştik ya.. Ona istinaden..

Siz uyuyordunuz, saat 8 e doğru yeltenmişti..

Çayım, milföy böreklerim (mantar, biber, domates, kuşbaşı et). Onur Akın – Bilmem doğru mudur yalan mı ama, “geceyi sana yazmış”.. İnanmadım, birinin daha seni böylesine yüceltebileceğine herhangi bir gece, yalanda olsa dinlemek gerekirdi..

Kahvaltımı yaptım, giyinip çıktım evden.. Hayır ! radyoyu kapatmadım.. Bir sürü güzel yalan söyledi, söylemeye de devam ediyor üstelik. Döndüğümde yalanda olsa dolu olsun istedim, evim..

Birazınız hala uyumaya devam ediyordu, 8:30 suları akıyordu..

Açık bir berber bulmak için bir süre cadde boyu yürüdüm, buldum da. Sabah sabah Edip Akbayram’la karşılaştık berberde, “Sen benden gittin gideli” dedi, merhaba yerine, sinirlerim bozuldu..

Sakinleştim Sakal tıraşı olurken, berber saçlarımı toparlarken Nirvana’ya ulaştık birlikte, “Lithium” ile, tıraş olduğum en sağlam berberdi..

Birkaç kişiyle, yol boyunca hiçbir doldur-boşalt istasyonuna uğramadan bitirdi yolu otobüs.. Babamın evinin olduğu mahallenin hemen başında indim otobüsten. Sessiz sedasız bir sokağa girdim, neşeli bir toprak kokusu karşıladı beni. Bahar havası sarkıyordu gök yüzünden. Evler sıra sıra ve simetrikti. Babamın evinin önüne dek geldim, hiçbir şey düşünmeden. Kapıyı yüzüme kapattığından beri, “Bak gidersen, babalıktan reddederim demiştim ya” kapı yüzüme yarı açıkken; o günden beri gelmedim, biliyorsun. Sözümü tutamadım, babamsın kabul ediyorum, sende hiçbir kapıyı yüzüme kapatmadın zaten..

Merhaba Baba dedim, “Seni göremez biraz daha yaklaş” dedi biri. Baktım, bizden başka kimse yok..

Yaklaştım, ama tezattır daha kısık bir sesle “merhaba” dedim, duydun mu ?

-Artık beni duyduğunu ve hayatında ilk kez sabit kalabildiğini ve ister istemez beni dinlemek zorunda olduğunu biliyorum, benim için bunun değerini bilemezsin Baba.. Bak nasıl hazırlandım sana, tertemiz, üstüm başım ütülü, ayakkabılarım boyalı, aklım derli toplu, aklım selim, istediğin kalıpta bir evlat gör beni..

Çok şeyler atlattık baba, biliyorum, atlattığımız çok şeylerin en çokta seni yıprattığını da. Her olay, her konu, omzuna binen artı bir yüktü, farkındayım artık. Önceden bu kadar yoğun düşünmediğimden olsa gerek, farkına varamadım; affet. Kardeşlerinin, akrabalarının darbeleri, sonra ağabeyimin, sonra benim.. Ne kadar hızlı tükettik seni. Ama sen babamızsın, dayanırsın tüm bunlara değil mi ? Kendin için ne yaşadın ki ömr-ü hayatında ? Ne olmuş biraz sabrını zorladıysak Baba ? Affet bizleri..

Sen gittin ya, kimseye babam gitti diyemiyorum ben. Eşşek kadar adamım, sen düşünce aklıma, gözlerimden damla damla çıkana dek dolanıyorsun aklımın her köşesinde. Seni çok üzdüm, biliyorum. Elinden gelen, hatta gelemeyenleri bile verdin bize, biliyor musun bu “sözüm” için çok geç kaldığımı düşünüyorum, ama tezaten bir şey yapmadığımı da. “Seni hiç Utandırmadım” baba..

Çok daha farklı olabilirdik aslında, konuşabilseydik arada. Ama başına açtığımız dertler, evlat sorumluluklarından filan olsa gerek hiç “adam” gibi yumurta tokuşturamadık seninle herhangi bir kahvaltıda.. Hep işin vardı, hayatla hep bir fazla mesain..

Gittiğin yerde bizi yine düşün Baba. Geldiğimizde yanında olmamızı sağla, biliyorum ki kıyamazsın sen bize. Son çabanda bizi daha da büyütmek içindi, şimdi anlıyorum Baba..

Dün Anne’min pardesüsünü asarken bir kağıt düştü yere, bir kaça katlı. Aldım yerden, açtım. “Ölüm raporun”

Kalp yetmezliği yazıyordu ölüm sebebine.

Hiç İnanmadım.. Senin kalbinin yetmeyeceği herhangi bir şey olabilir mi ?

O devasa kalbinin..

Koca koca doktorlar ama onlarda hata yapabiliyorlar.

Benim babam “insan yetmezliğinden” öldü, kimseye yetememezliği öldürdü onu..

Kalbi her şeye yetti ,

Yanılıyorlar !!

 

‘Düşsel’

Şiirim..

Bir veda havasında bu gece gökyüzü

yere değecek gibi yıldızlar,

kulaktan dolma korkularla

deprem bekler gibi ketum kaldırımlar.

Upuzun gecemin

sabah içtimasında güneşe tekmili

kaytarmışım senden belli

namlusu paslı bir uykuda..

Sanki yitirmişim seni

sol yanımda sağlam bir sancı.

Birkaç kaburgam,

seni korumak için feda etmiş kendini.

 

Şiirim..

İncinmişliğim..

Sen düştüğünde aklıma

Kepenk kapıyor hüzünler.

Pervasız bir çocuk

erik çalıyor bahçemden.

Cemre düşüyor ayazıma,

salkım salkım sözler topluyorum gönül bağımda;

tomurcuk gülücükler çiçek açıyor hırkamda.

 

Şiirim..

Eril halim..

Bedeninin kuytularında doğup

göğsümü kundaklayan

acz yangınım..

 

Şiirim..

Lal kalbim..

Boşa yanan cümlelerim.

1-3 nöbetlerinde öykündüğüm,

huzurlu uykum.

En üst rafta kurulmayı bekleyen,

çocukluk düşüm..

Sessiz kalma haklarına sığınıyor mevsimler.

Oysa hep sulhtan bahsediyor gülüşün.

 

Şiirim..

Esaretim..

Bağımlılık halim.

Senden başka herşeyi görme zorundalıklarında,

gıcırdamalarını duyuyorum gözbebeklerimin.

Canları yanıyor yerini yadırgayan serapların,

küçük bir çöl dudaklarım;

onlar için.

Yine de memnun seraplar,

en azından evlerini aratmıyor kuraklığın..

 

‘Düşsel’

OTOPSİ RAPORU BAĞIMSIZ BİR KAYIP İLANI

Ben bunları yazarken sen çok uzak bir sende, yılgın bir yöne uzatmış olacaksın beni. Sen bunları okurken ben çok uzaklarda değilmişsin gibi yapacağım eminim. Aramızdaki mesafeleri aklımda yenilgiye uğratmış olmama rağmen hiçbir yerimden zafersel bir gurur fışkırmıyor, garip.. İhtiyaç gibiymişsin gibi duruyorsun artık, belki de ondandır. Ne kadar yanılmış olabilirim ki’yle geldiğim ve döndüğüm o uzun yolun tamamen ölümüme attığım adımlar toplamı olduğunu anlıyorum şimdi. Çok hızlı gelişiyor özlemin, kontrol edemiyorum.

Fırtına öncesi sessizlik anlarıymış seni görmeden önce düşlediklerim, farkında olamıyor insan kavuşmadan, kavuşmaya ramak kala zamanlarının aslında ne çetrefilli, ne çocukça olduğunun. Seni gördüğümde o kısacık an içinde aldırdım en yakın yalnıza içimdeki çocuğu. Öyle bir boşluk doldu ki arafında, tüm beklenenler yargılandı ve layığını buldu huzurunda. Genişledi cehennem, ve yırtıp attı cennetle arasında süzülen sıratları. Çok eski hüzünlerden tanıdım yüzünü, hiç yabancı gelmiyordun, geldiğin yerden. Ne kadar astarsız boyalarla dokunsan, kapatsan kalbinin kapılarını illa kalmıştır birkaç tırnak izim kapılarında , demir parmaklıklarında çığlığım, görüyor musun, duyuyor musun ?

Serçe parmaklarınla tanışıklığımız uzun yıllara dayanıyor, ben uzatmadım sırtına onca uzun yılı dayan diye ama sen yine de rahat et usumun ormanlarında, yabanıl kalsın parmakların, evcilleştirmeye çalışmayacağım onları. Her dokunuşunda kirime, bir tel kopuyor içimde bir yerlerde; kısa devre yapıyor aklım. Tüm günahlarımı yolcu ediyorum bir araya getirdiğim otobüs koltuğundan. İlk mola yerinde, el sallamanı taklit etmeye çalışıyorum, gittikleri yerde eksiklik hissetmesin kendilerini günahlarım. Yoksa hiç dayanamam veda sahnelerine, sen bilmezsin; dayanıklı görünmüştüm tüm zerrelerime kadar senin yanında, sen bilmezsin..

Kelimelerimin üzeri çizilmez, karalanmaz. Çizilir, karalanır ama erir utançtan yabancı çizgiler, uyuşmayan renkler. Sessizce toparlar valizlerini uyuşmadığında renkler, çizgiler, karalamalar. Karşı kıyıya geçerler sırat’ımdan, dün-yarın arası bir yaşam kırıntısında, bir nefesinin sırtında; anlarlar geç olmadan, izoledir benim özgürlüğüm, anlattığım ve yazdığım tenlere siner kelimelerim.. Olmamış kadınlar sevdim çoğunlukla, tutkuları yoktu, kaprisleri çoktu, hamdılar yok olma zamanlarına kadar. Şimdi bocalıyorum tenine dokunduğumda, şimdi bocaladım, şimdi; senden uzakta.. Veda sahneleri tasarladım kağıtlar üzerinde, kolay olacak gibiydi, bir sürü müsvedde çıkmasına nazaran. Bir sürü beğenisizlik hissettim bunlarda da, tanrı okuduğunda. “Planlama” dedi eceli, “ben istediğimde ödeyeceksin son taksidini, peşinen verdiğim nefeslerin en nihayetini”. Ellerini çek yanaklarımdan, şakası olmaz silahın ve çok banal, tanrıyla aramıza bu kadar pervasız dalman.

Yol mu sana karşı provoke ediyor aklımı ? Yanımda duruyorsun oysa, başın omuzumda, uyumuyorsun da, bedenin olmasa da, başın.. Kesip almışım aklının orta yerinden, ama hata sesin, söz vermeseydin çıkmayacağıma zihnimden, açık bırakmazdım aklımın kapılarını; üşümezdin, üşümektendir bu uykulu hallerim, oysa geceyle uykusuzluk yarışlarında ipi hep ben göğüslerdim.. Seni en güzel halinle bıraktım ölürken, ne yaşlanacak, ne de değişeceksin artık. Tekrar karşıma çıktığında da zaman işlememiş olacak sana, en sağlam mirasımsın sen, kendime bıraktığım.

Bir benzin istasyonunun kamera kayıtlarıyla kanıtlandı vedasızlığın, zorla yanaklarına dokunan dudaklarım, iyice görünüyorlar üstelik.. Şimdi dilekçe hazırlamalardayım “güvenlik sebebi” ile başlıyor arzuhalim, geri almak niyetindeyim seni görüntülerden; adam gibi vedalaşana dek boyun eğmeyeceğim bürokratik engellere, üçüncü kişilerin sorgu sualine, adam gibi yalanlar sıralayacağım gerekirse. Kalbim harici hiçbir yerde, görüntün bile olsa, yalnız kalmayacaksın..

Son sevişmemiz ileri bir tarihe ertelendi, tarafından. Oysa amacım büyümek. Toprağın kalbinde dayandım tüm mevsim normallerine ve abartılarına. Nefesin kırdı kabuğumu, şimdi sürgünüm sana çiçek, dal. Diktiler seni yanıma. Henüz tanımıyorum mevzusu sık sık geçen rüzgarı, çok korkutmuşlar küçükken ağaçları; tekerrür ediyordur belki korkular, bilmem.. Dikil yanımda, yarı naylon bir iple bağlasınlar gövdemi, gövdene. Toprağa tutunmayı öğret bana gizli gizli, kökleşeyim kaldığım burada; gidecek bir yerim yok değil, olmayan bir yoka gidecek gibilerimden caydır beni.

De ki; git-me..

Ölüm korkusunu tatsın bizimle azrail. Omuzumuza dayasın nurdan başını, gözyaşlarını ilk biz silelim, ilk bizde isyan etsin alınyazısına.

De ki; git-me..

Sensiz bir şehir istemiyorum, tüm kaldırımları emzirmem gerekse de, seni büyütmek istiyorum; bir parça toprak biriktirdim geleceğini bile bile, serpil sen dal, çiçek.

De ki; git-me..

Zamanla genişleyeceksin yerinde, daha çok isteyeceksin biliyorum; o zamana dek, git –me..

Sevişme sonrası perte çıktım, dudaklarında yeniden yeniden ölerek; ama başardım sanırım, adıma dokunmadan çıkmıyor herhangi bir kelime, herhangi bir sözün, dudaklarından..

De ki; git -me..

Adım nasılsa dilinde.. Hınzır bir kafiye de sen-ben, tüm sonların ucundan hep taa en başa doğru, yine yine; git-me-de.

Alkol duvarıyla aramda sıkışıp kaldın dün gece. Asit damlıyordu şiirden, okunduğu usu yakıyordu. Denizime işer giderdi ya(ba)ncı insanlar, ama hiç zarar veremezdiler yakamozlara. Kimin gönderdiğini, kimlerin imzasıyla sıvarlardı paçalarını bilirdim. Usul bir dalgalanma olurdu yüzeyde, daha güzel görünürdü hatta ay, tuz oranı yükselirdi çok az; hepsi bu..

Verebildikleri en büyük zarar..  Bir kadeh daha ?

Aralanırdı tüm kapılar, simsiyah bir yoklukta ışıldardın; korkuturdu ışığın.. Ben seni daha çok üçüncü kadehten sonra sevmeye başlardım –ki tanrı hakkını doldurup çıkardı aramızdan. Yalnızlığımızı batırırdık, tuz oranı yüksek, tutku oranı ütopik değerler taşıyan denizimizde, yanardı yalnızlıklar, kanardı yakamozlar..

Adının iç denizlerinde sığınacak limanlar aradım, fırtına öngörüsü hakimdi tüm lokal gözyaşlarında; oysa yerlik bir “şey” değildin, ölesiye korkuyordun yer edinmekten.. Senin gibi bir katili hiç bu kadar tanrı misafiri bilmedi maktülliyetim. Hiç bu kadar güzel ölmemiştim daha öncesi. Anlayamıyorum, hangi ara caniler sıralamamda böylesine yükseldin. Karşında yarım kalmış bir önsevişme kadar utangaç ve acizim.. Lal kraterimsin sen, nasılını bilmiyorum ama bir gün senden fışkıracak içimdeki cehennem, neyin çıkarsa önüme yakarak.. Es’i yok seni seviyor olmamın. Ardımdan gelenlere bırakıyorum bu besteyi, kim ki anlatmaya meylederse aşkı, sadece bu notaların altına dizsin kelimeleri. Yoksun; yüzlerce kilometre uzaktasın üstelik. Hala “tad” burukta olsa, seni hayal ediyor olmak; saklı düşlerimin senlerime dek donduğu bu zemheride..

Bu sevimsiz oda ! Genzimi yakan bu kimyasal koku.. Parmağıma bağlı acil durum butonu.

Bu mevsimsizlik.

Hangi günün tam olarak neresindeyim ? Burnuma, ağzıma giren bu plastik borular, kollarımdan sarmal çıkan bu geçici damarlar, ucunda plastik birer kalp.. Sarıya çalıyor kanımın rutin rengi, nasıl zorla girdilerse içime, çeşit çeşit iğne izleri..

Hem kim bu insanlar, tam olarak hayatımın hangi kısmından çıktılar, şimdi neden yeniden girme telaşındalar ? Her an nefes ritmimi bozan bu reflü, bu zehir..

Jaluzilerin sakladığı ışık mı ? Herhangi birinin tanıdık sesiyle acınması mı ?

Arada bir gelip penceremden bana bakan taklacı mardin, kalkabilsem –ki anca ağrıkesici bir şeyler ikram edebilirim sana; birde yarım kilogramlık tetrapak paketinde ılık süt.. Ağrın, sızın var mı ? Süt içer misin ?

Neden boşalmayan bir kadeh duruyor jaluzinin ışığı sömüren paralel çizgileri üzerinde ? Neden omuzlarım üşüyor sadece, sızdığım senden çıkış noktasında, yattığım yerde ? Hep onulmaz kutuplar mı kullanır operatörleri bedenimin ? Neden böyle üşürler üstelik, kirpiklerimden sızan ilk ışıklar ?

Dur Doktor ! O’na bu kadar telaşlı dokunma ! Bu kadar habis değil O bedenimde..

İyiyim bir’az daha. Yasağımla cebelleşiyorum, henüz kendime bakmadım aynada..

Canım beyaz bir kağıt, tükenmeyen bir kalem çekiyor da, inadına tükettiriyorlar seni kinayeli yasaklarda..

Bana verdiğiniz nedir, bu zaman farklarına sebep ? Gözümü açıyorum güneş sızıyor pencere kenarlarından şarabi duvarlara, gözümü açıyorum tenha bir akşam.. 

Bir şiirden yeni çıkmıştı, üstü başı ironi.. Çıktığı yere büyük gelmişti, darmadağın etmişti, eskiden esnekliğiyle övünen Şair’i. Engizisyonlarda yargılandı bu şairler, bu kelimeler. Binleri asıldı, binleri sürgün edildi pert cümleler(d)e. Birkaç yaşamı kardım, toparladım yarısını. Asılanların cesetlerini söktüm, mermer lahitlerden; sen çıktın şimdi, diğer yarısını bulmak zorunda olmalarımda; kaybettiğimi yeni anladığım en güzel yarı’m. Yoksa çürümezdi hiçbir cümlem senle temas anında. Dayanırlardı sonsuza, vardığım en uzağa..

Nasıllarımı soruyor üst insanlar.. Nasıllarımı merak ediyor, hayatımda yönlerini sorgulayanlar.. Nasıllarım umurunda değil aslında, hiçbirinin; tanımıyorum hiçbirini bazen.

Sadece çok tanrılı bir geceydi, ve okaliptüs kokuyordu nefesin; tek sana dua ettim acemi avuçlarımı açarak natamam masallarda, seni seçtim bir Son’a. Yol üzerinde ilk intihar noktasında, milyon ışık yılı uzakta, milyon yıl mola verdim. Körebe oynadım, sesi kısık bir otobanda, en haylaz tanrıyla..

Sadece çok çeşitli şişelerde, irili ufaklı yalnızlıklardaydım. Cevap vermiyordu hiçbir tedavi şekline aklım. İkiye bölünmüş olduğumu anladım sonunda, diğer yarıma bakmaya çıktım; özgürleşmişti diğer yanım, yüksekte aramalıydım. Benimle kalan diğer yarım, üç adım arkamdan geliyor, ama asla yetişemiyordu bana. Durduğum anda kamçısı dökülüyordu ellerinden yelkovanın. Kaçmak zorundaydım !!

Kaçmak zorundaydım, şişeleri taşımaya üşendim, ya da yorgundum..  Sonrasını inanın anımsamak istemiyorum !

Diyaframı çalıştıracak kasıntıya sahip değil ölülerim. Tamamen senni tenefüslerle soludu cesetlerim. Ölü seviciye çıkacak olsa da ismim, kağıt balonlar yapacağım mezarlarımın üzerlerine basmasın diye insanlarım.

İnsanlarım.. iblislerim.. Rollerim.. Bakın yine mi beceremiyorum ? Uçamaz mısınız ?

Ölümü neden beceremiyorum ? Uçun ve yukardan bakın birde, alışacaksınız..

.. ve beton soyundu derisini, nasıl narindi rüzgar, nasıl utangaçtı tüyleri. Dokundu et, kanı çekildi dünlerinden bir anda, düşünecek pek fazla bir şeyi yoktu belki, onca ağırlığında kafamın. Lirik bir biçimdi, kıvranıyordu sonsuza; dokunmak istedim parmak uçlarımla, yetişemiyordum; uzandım boylu boyunca, kayboluyordu acele etmemem gerekliliklerinde, acele ettim henüz sızmadan; dokunmalıydım öylesine eş’ size…

Attığım adımın farkındalığı daha yavaştı benden.

Yüklemine takıntılı devrik bir cümleyim. Sanki geri kalan, ayakta edat çatıyorlar özneye. Ya cidden gizliyse ? Senden söz açıldığında aşkın meskun mahallerinde, bilinçsizce sözümüzü keserdi sessizliğin. Her yüzeyde derinleşir, derinlerimize nüfuz ederdi lekesizliğin. Yüklemine takıntılı devrik bir cümleyim. Yeni ilahiler yazma zamanlarına, dualar toplayıp, dualar biriktirmekteyim.; kaynayıp buharlaşmış bir Aralık tortusu üzerimde.. En kolayı kendine kesmek illaki faturayı. Sirenler çalmaya başladığında, sığınaklara kaçar kadınlarım; kağıt-kalem arası savaşlardan anlar önce. Üstelik hiç üstünlük sağlayamayacaklarını bile bile, birbirlerine. Şiirin hiçsel muharebesinde, ne sayfa, ne kalem; kurtulamıyordu kapılmaktan kelime sellerine, zafer aşktan yanaydı her seferinde…

Acıma sakın bana..

Belki susmayı ülkelendirecek ellerim, yine de en gizli ayrıntım kalacaksın benim. 

Boşuna telaşlanmış komşularım, bakın aranızdayım hala. Tüm sentetik zamanları paylaşalım. Ben sizler gibi değilim, sanmayın. Zar tutmuyorum hayat oyununda, en klas oyuncağım değil üstelik hayat. Ne gelirse, geldiği gibi dokunup, sürtünüp geçiyor bana. Kalbimden geleni yapıyorum..

Acıma sakın bana…

Bu buhranlar gerekliliklerim.. Belli bir tonajdan sonra çöküyor olması omuzlarımın, taşıyamayacağım anlamına gelmez, herhangi bir vedayı daha. Tüm anti-sosyal desteklere ihtiyaç duyduğum zamanlarda, ister istemez -boynunu süsleyen- bir kar tanesi şekilsizliğinde dökülüyorum kapına.. Mağrur gitme topraklarımdan, kanıma dokunuyor sükunetin. Kralın canına kast eden her soytarıyı severek alkışlıyor ayak izlerin. Yazmıyor tarih, ihtiyaç duyulduğu anda desteden birden fırlayan maça kızını..

Acıma sakın bana..

Cebimde işte ! Sen olmasan kimse anlayamazdı semadan çalınan yıldızı benim gizlediğimi. Cebimde işte, ilk karşılaşmamızda eritecektim kar tanesini, yahut asacaktım bir kirpiğine. Yanındayken nasıl unuttum ?  Unuttum; Kahverengi ufak bir kutuda uçuyor yusufçuğun…

Acıma sakın bana..

Ayık kafayla güdüleyemiyorum kendimi. Kendi kendini asan darağaçlarına hibe ediyorum tutkularımı. Dar ağacı olması için beslenen, büyütülen fidanlara asıyorum şimdi çalışkan çocukluğumu. Çocukluk yaşken eğiliyor sonuçta, başka kimsenin önünde eğilmişliğim yoktur, bilesin. Baktım olmuyor, kalbimi söker giderdim..

Özgürlük çok uzak ülke, yakınlarında. Üç tarafı hüzünlerle kaplı bu yarımada, geliş-gidiş yolu üzerinde senlerim. Sanma ki önünden geçip gitmeye menzilliyim. Sen çıktın yolum üzerine –de yol sensin. Gelip geçici sağanaklarız bizler, aklım uçurum boylarında ergenleşiyor sancılı aşklar.

Acıma sakın bana..

Çocukluk düşlerimin özü olsa da, tam bir büyümeden söz edemez bizim hikayemiz. Düşlediğim sen dibimdeyken, çok uzak kalmak “biz” den,  kapalı alanlarda, küçücük odalarda. Kıyılarına vuran bir asma kilit anahtarı, kumların kadar çekici, ılık bir lunapark muştusu kalbin, renkli renkli..

Aynı nehirde birkaç kez yıkanan bir ateş, bütün uçurtmaların peşinde aynı hızla; özgürlük.. Yabancı kalırım kara sularına, it dalaşı düşlerin penceresi, gökyüzü biraz. Merak etme, belki sana da uğrayacak aynı bulutlar, tuzu çekilmiş birkaç damla gözyaşımı dökecekler ayakuçlarına. Merak etme, kirlenmeden karşılanacak güneş, olduğu yerde batmasını bekleyen suskun akşamlarda.

Acıma sakın bana..

Seyrek bir Pazar gecesi, tüm insanlarım hücrelerindeki yerlerini almışken; yarın sana doğacak şehirler öldürüyordum şişe diplerinde.  Henüz yolun başında, şimdi olabildiğince çocuk kadehim; şarabın şımartısında.. Otoyollarla örülü kalbimde, birkaç beyaz önlüklü personeli, yabancı bir devletin. Tüm damaryollarımı kesmişlerdi, çevirme noktalarında ayrıştırıyorlardı tek tek hız sınırı kaçağı promilleri. Işıktan fırçaları vardı ellerinde, ışığı daha önce görmeyen her promil meraktan çakılıp kalıyordu olduğu yerde. Ayıkladılar hepsini kızıl sulardan, çokça uzun sürmüş olmalıydı üstelik.

Çatışmalarımı hükme bağladığım o yüksek köşebaşını özlerim bazen, yıktılar orayı çok önceden. Yerinde tuhaf bir yalnızlık var şimdi, rakımı sokak seviyelerinde sabit.. Gözümün içine baka baka sevişen, karşı binadaki kadında taşındı zaten –ki iyi ki taşındı, yoksa camdan sarkmak zorunda kalacaktı göstermek için tüm vurdumduymazlığıma kendisini. Benim izleme zamanlarında sevişirdi çoğunlukla, yabancı yabancı adamlar hırıltısında. Bazen kısa bazen uzun bakardık birbirimize. Bazen de ağlardık, ben boşlukta; O  gümüş bir kasede biriktirirdi gözyaşlarını. Arada sırada çay ikram etmek için çağırırdı. Gitmezdim hiç.. Gitse miydim ki, gelmemesi için saçma sapan zamanlarda aklıma ?

Yeşil gözlerinin yansıması kaldı ahşap pencerede. Sanki bilerek değiştirmedi bina sahibi, o masum pencereleri. O hariç tüm katlar pvc doğraması şimdi. Sanki bilerek değiştirmiyor, birkaç kez arkanda  hırlayarak gördüğüm yılgın aşk sahibi..

Ahh Jully ! Nerede sevişiyorsun şimdi ? Ahh Jully ! Hiç karşılıklı sevişmedik değil mi biz ?

Ahh Jully ! Herhangi bir elbiseyi sana yakıştırabilmeyi özlüyorum şimdi..

Acıma sakın bana..

Rakımını, nüfusunu, ve koordinatlarını bilmek istemediğim hayal kırıklıkları kenti. Bir daha gelecek olursam tüm sokak çocuklarını dolduruşa getirip salacağım en işlek caddelerine. Hepsinin ellerinde renkli renkli düşler, hepsinin elimde tüm dillerde ikamet adresin. Sende pişman olacak caniler, sende uyuyacak yorgun katiller..

Ben bu ölgün alfabe ile ne yapacağım ? Kaçmaz kurgusu kelime pazarlarının. Kaçıncı kuşak çığırtkanlıklarım ? Her harfe yazılan kaç hikaye duyumsayabilir, dinleyenler ?

-Almak şart değil usta, dene şu harfi. Bak ayna. Nasıl duracak üzerinde ?

-Almak şart değil usta, şair tezgahı bu; herkesten bir parça, her parça biraz biz..

-Almak şart değil usta, seçmece üstelik. Kağıt al biraz, dene usta, alma sorun değil.

-Almak şart değil usta, biz her gün buradayız. Uyduramazsan herhangi bir yere, belli bir yıpranmışlık düşer, iadesini alırız.

– Almak şart değil usta !!

Tanrı misafiri bir kurşunun adres karmaşası bu ayaz; gel..

Açık tüm iç organlarımın kapısı, usulca saplan istediğine, taşıyabildiğim kadar taşırım..

Çok kalacaksan yalnız, izin kağıdı çıkarmalısın altında senden vazgeçen katilin imzası..

Bir yere gitmiyorum merak etme, az uyurum sadece, seni beklerken..

Yine de uyurken yağmur ol isterdim en kurak iklimlere yatağına sadık kalsın isterdim güneşler,

Dağların çiçek..

Düşkörü dökülsün kirpiklerinden gerçekler, dayanırım, sen ovalayana dek mahmurluğunu gözlerinden.

Kalsın nöbetlerde, ılık dokunuşların.

Ok kirpiklerin..

Kolay mı ayaküstü uyumak, bir kez bile gözünü kırpmadan ?

Saklandığı yere sığmayan ışıklar sarkar illaki saklandığı yerde saklanamayacak kadar ışıldak

masum,  akluofobik gece bekçisi..

Dengesiz bir jiletin yol üzerinde duruyor bileklerim, sanırım; durabilme mesafesinde değilim..

‘Düşsel’