Archive for the ‘Yazar : ‘Ters’’ Category

Aynılaştıramadıklarımızdan mısın, öyleyse boyalı kuşlar gibi ölmeye hazır ol !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aynılaştıramadıklarımızdan mısın, öyleyse boyalı kuşlar gibi ölmeye hazır ol !

“Toplum, her yerde ve her bir bireyine karşı kurulu bir komplodur! ” – Emerson

 Aldığım her nefeste kendim için yeni yollar çizmeyi bildim ben hiç başkasının çizdiği yoldan yürümek istemedim. Ve işte tam da bu tercihimden ötürü hep yalnız kaldım, benim kendime çizdiğim yola hayranlıkla bakanlar bile korktular bu durumu alkışlamaktan.

 Toplumun bu tepkisinin nedenini ise Kosinski’nin ‘Boyalı Kuş’unda buldum geç de  olsa ;

 “Önde koşmak arkada kalmak kadar tehlikeliydi. Her yanlış adım hareketi yavaşlatır, her düşen öz kardeşlerinin ayakları altında ezilirdi… Oysa hepimiz yalnız olduğumuzu, Gavrilaların, Mitkaların ve öteki dostların, yaşantımızdan gelip geçtiğini bilmeli, anlamalıydık. İnsanlar anlaşamadıklarına göre dilsizliğin de bir önemi yoktu. Birbiriyle takışır, birbirlerinden hoşlanır, öpüşür ya da tepişir. Ama herkes yine kendisini düşünürdü”

 Babam kendimi bildim bileli neden bu öfke, neden insanlarla uyum içinde yaşayamıyorsun der durur. Sanırım bunun en şahane sebebi ben ehil bir hayvan değilim, türdeşlerimle mutlu olayım, ben farklıyı seviyorum tüm toplumun aksine ve koyun psikolojisi beni deli ediyor.

 Boyalı kuş, 2. dünya savaşını mavi gözlü sarışınların ülkesindeki esmer bir çocuğun gözünden anlatan muhteşem bir roman. Ama öyle bir roman ki okudukça karnınıza kramplar girecek acıdan, her satırda neden okuyorum diye sorarken bulacaksınız kendinizi ve galiba en zoru da her kelimeyi gözünüzde canlandırabiliyor oluşunuz olacak, çünkü ‘Kosinski’ öyle yalın bir anlatımla öyle muhteşem duygular uyandıracak ki zihninizde bundan sonra sıradan roman okuyamayacaksınız…

 ‘Boyalı Kuş’tan ;

 

 Garip kuşlardı leylekler. Günün birinde, yuvasını düzeltmeye kalkınca dişi leyleğin kendisine nasıl saldırdığını anlatmıştı Lekh. O da öcünü, kuluçkaya yatan leyleğin yumurtaları arasına bir kaz yumurtası koymakla almıştı. Yavrular yumurtadan çıkınca erkek ve dişi leylek bu garip yaratığa şaşkınlıkla bakmışlardı. Kısa, çarpık bacaklı, biçimsiz bir şeydi yavrularından biri. Yamyassı bir gagası vardı. Dişisinin kendisini aldattığına inanan baba leylek yavruyu öldürmeye kalkıştı. Dişi leylekse küçüğü kurtarmak gerektiğine inanmıştı. Erkeğinin elinden kurtarmak için damdan avludaki samanların arasına yuvarlamıştı zavallıyı. Bununla aile kavgası sona ermişe benziyordu. Ama göç çağı gelince, leylekler toplanıp görüştüler. Uzun süren tartışmalardan sonra, dişinin kocasını aldattığı, onunla birlikte gelemeyeceği kararlaştı. Ardından da kararın uygulanışına geçildi. Leylekler havalanmadan erkeğini aldattığına inanılan dişi, gaga ve kanat vuruşlarıyla öldürüldü. Erkeğiyle birlikte yaşadığı damın altında bulundu ölüsü. Yanında çirkin bir yavru, iki gözü iki çeşme ağlıyordu.

 

 Türkiye de ilk kez 1968 de Aydın Emeç’in çevirisiyle basılan ‘Boyalı Kuş’ Türkiye’deki yayıncısı ‘E Yayınları’nın ilk kitabı olmasının yanında Jerzy Kosinski’nin de ilk kitabı olması hoş bir tesadüf tür.

 ‘TERS’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatı ‘Piç’ Olmak…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatı ‘Piç’ Olmak…

Hakan Günday’ın 2003 yılında Doğan Kitaptan çıkardığı ve üzerinden yıllar geçmesine rağmen defalarca okuduğum nadir kitaplardandır. Ve her okuduğumda da kendimi biraz daha fazla ‘piç’leşmiş hissetmişimdir…

İlk basımı ben üniversitedeyken çıkmıştı ve elime alıp sokaklarda okumuştum deli gibi herkes hem kapağındaki resme hem bana hem de kitabın adına bakıp ‘cık cık’lıyordu… gerçi muhtemelen o zamanlar bu kitabı benim annem de elimde görse aynı tepkiyi verirdi… Kitap Türk yeraltı edebiyatının birkaç örneğinden biridir bence.

Kitaptan altını çizdiğim yerler ;

‘Kendimi beyaz kadranlı, romen rakamlı bir duvar saatindeki saniye çubuğu gibi hissediyorum. Sadece dönüyorum. Zamanın kendisiyim. Geçiyorum…’

‘Dünya üzerindeki yaşıtlarının yarısı gibi “tanrı var mı yok mu?” sorusunu hiçbir zaman sormamış olan piçler tanrının var olduğunu bilir ancak ona inanmaz. Tanrıtanımazların aksine tanrıyı bilir ama tanımazlar. Tanrının yarattıklarını hatalı bulurlar. Tanrının çalışma tarzını beğenmezler. Dolayısıyla O’nunla hiçbir ilişkilerinin olmasını istemezler. Tanrının varlığını bilen ancak ona isyan etmiş şeytanla da hiçbir benzerlik ve ilgileri yoktur. Çünkü piçler güvenmedikleri tanrıya karşı savaşmazlar. Piçler ve tanrı birçok konuda farklı düşünür. Ancak piçler bu görüş ayrılığını kine dönüştürecek kadar konuyu önemsemezler. Oysa tanrının bu olgunlukta olduğunu düşünmezler ve kendilerinden nefret ettiğini bilirler. Ancak tanrının adlarına biçtiği hiçbir cezanın vereceği acının kendilerine ısmarladıklarından daha katı olamayacağını da bilirler. Ayrıca, sadece islam dininde bile doksandokuz adı olan bir varlığın çok kalabalık olduğunu düşünür ve layık oldukları mutlak yalnızlığın tanrının evrenini reddetmekten geçtiğine inanırlar.’

‘Piçlerin hayatla savaşmaktan, kendileriyle savaşmaya güçleri kalmamıştır. Kendileriyle savaşacak iradeye sahip olmadıkları için de bütün güdülerine boyun eğmişlerdir. Bunun nedeni boyunlarının ince olması değil, kafalarının ağır olmasıdır.’

‘Piçlik insanın son halidir. Daha ilerisi yoktur. Daha ilerisi ölümdür. Bu yüzden kendilerinden önceki kuşakların “kendimden nefret ediyorum ve ölmek istiyorum” diye haykırdığı aynalara, “ölümden nefret ediyorum ve kendimi istiyorum” derler.

“Hayat, tren raylarına benzeyen iki paralel çizginin arasında ilerler. Bu çizgilerden biri en alt, diğeri en üst hayat kalitesini belirler. Çoğu insan bu çizgilere yaklaşmadan olur. Yaklaşanlar ise çizgiden ayrılamaz, çünkü mıknatıs gibidirler. Elektronik televizyon oyunlarının en ilkeli olan pong’ da siyah ekranın solunda ve sağında iki beyaz çubuk ve onların arasında gidip gelen beyaz bir nokta vardır. Piçler, iki hayat kalitesi çizgisi arasında, o nokta gibi hiç zorlanmadan gidip gelebilen tek varlıklardır.”

Ben kendimi hep ‘araf’ ta hissetmeme rağmen hiçbir zaman hayatta orta yolda olmadım ya en üst çizgideydim ya en alt. Ya çok mutluydum ya nefret dolu. Buna psikolojide bipolar bozukluk da diyorlar işte hayatlarında bu durumu çokça yaşayanlar bu kitabı severler diye düşünüyorum. Ayıca bu kitap bir başkaldırı hareketidir Türkiye’ hep en çok satanlarda aşk romanları olurken ‘Kinyas ve Kayra’ başta olmak üzere yazarın tüm kitapları birkaç hafta da olsa çok satanlara girmiştir. Kafalardaki laylaylom roman yaftasını yırtıp atmıştır yazar kitaplarıyla, bundan dolayı da bence en büyük övgüleri hak eder. Çünkü her tabu bir gün yıkılır ancak çok zor yıkılır…

Eyvallah…

‘TERS’

 

ÖFKE DAMAKTA KIZGIN BİR TAT BIRAKTIĞINDA…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖFKE DAMAKTA KIZGIN BİR TAT BIRAKTIĞINDA… 

Bugün tam da öyle bir gün hiçbir şarkı hiçbir şiir beni dindirmiyor içimde koca koca dalgalar beni yutuyor sanki…

Şimdi İstanbul da olmak vardı deyip susuyorum sadece…

İşte ancak o geçirirdi bu halimi…

Bu satırları okuyan ‘reis’ eminim “la günlüğe dönüştürdünüz burayı” diyordur ..

Ama yazmak birazda öfkeyi dindirmek için değil midir (geriye kalan tüm satırlar için affet cümlesiydi bu ‘reis’ ! )

 Şöyle bir bakıyorum da çok yaşlanmışım , onlarca şiir var yaşlılık üstüne aklınıza hangisi gelirse işte onu hayal edin burada , bilmiyorum eskiden kaybedecek şeyim mi yoktu yoksa ‘deli kan mıydı’ akan damarlarımda, uçurumdan aşağıya ayaklarımı sarkıtıp hiç ölmeyecekmiş gibi çığlık çığlığa kahkahalar atan ben miydim gerçekten…

Ata binmelerimi hatırlıyorum alıp başımı dağlara gidişlerimi ve kayboluşlarımı…

Ve cebimdeki son parayı trene verip İstanbul’a kaçışlarımı sokaklarını, her gece İstanbul çocuğu olarak doğmadığım bir dünya’ya lanetler okuyuşumu …

Ah gerçekten ben miyim bu korkak, bilmiyorum..

O zamandan bu zamana sadece kaybetmeye korktuğum şeyler biriktirmişim anlaşılan…

Zamanın birinde bir masal duymuştum.

“Ülkenin birinde bir büyü dükkanı varmış ancak büyülerin bedeli büyüye göre değişirmiş günün birinde yaşlı bir kadın bu büyü dükkanına gitmiş ve hayatını yeniden yaşamak istediğini söylemiş , böyle bir büyü istemiş, büyücü -tabi demiş böyle bir büyü yapılabilir ancak bana hafızanızı vermeniz gerek karşılığında- kadın biraz düşündükten sonra demiş ki ama sizin bu biçtiğiniz bedel bir kadının çok beğendiği bir tokayı saçları karşılığında alması gibi!

 Hayatımı yeniden yaşasam da aynı şeyleri yapardım galiba bende…

Hayatla ölüm arasında bir fark gözetilmediğinden belki tüm bu delilikleri yaparız gençliğimizde…

Hadi bu gece itiraf edelim ölümü arzularken bile kafamızda hep vazgeçemem dediklerimiz var ve dostlar işte tam olarak bu yaşlandığımızın en şahane belirtisi…

 Evet hadi kapayın gözleri, kolaysa..

Not: ‘Lucy in the Sky’ ve ‘Bulut’ hoş geldiniz… Geldiniz de ne iyi ettiniz… 

Eyvallah… 

‘TERS’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraflar : ‘BLACKHAWK’..)

Ölüme Dair Konuşmalar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ölüme Dair Konuşmalar

Ben yazmayı pek beceremem kendini anlat deseniz iyi bir okurum derim sadece…

Bu gece öyle bir şiir okudum ki yazmamak mümkün değildi onun üzerine…

Hayatta hep iki tercihten birini seçmeye zorlanmış ben ve o iki tercihi de seçmeyecek ve illa benim koyduğum seçenek olmalı ve onu seçmeliyim diyecek kadar da inatçı ben, ilk defa evet ilk defa ölümü bu kadar net seçebildim.

“Ölüm bir hatıra gibidir insanda

Kah hatırlanır, kah unutulur

Fakat birgün, birgün nihayet

Gözle görülür elle tutulur”

Turgut Uyar

Bu mısra beni bu gece aklımı dolduran o saçma sapan hengameden kurtardı ve şirin devamında da Turgut Uyar’ın dediğini düşünüyorum şimdi.

‘Senin anlayacağın ela gözlüm şimdiden

Alıştırıyorum kendimi’

Ölüme alıştırabilir mi insan kendini, daha hayata alıştıramamışken? Ya da hala kendini tanıyamamış ben ölüm gelse tanır mıyım? Yani en azından bir gün önce bilsem geldiğini, tanısam onu, tüm hayallerim sığar mı bir güne?

İşin garip tarafı daha ben hayatı tanıyamadım, anlamıyorum insanları…(mesela; para için öldürenleri ve öldürülenleri, ya da statü için, ya da namus için…)

Ve ben yani hayattakilerden ziyade kendini ölülere yakın hisseden ben, ölümü bi kaçış addederken neden hala içimde acıyan bir yerler var…

Not: Beni Turgut Uyar’la tanıştıran çok değerli dostuma da ayrıca teşekkürlerimi bir borç bilirim. 

 

Ölüme Dair Konuşmalar

…İşte günlerden bir gün Ela gözlüm,

Yeni bir başlangıçta bitecek ömrümüz.

Amenna ve Saddakna,

Bari hoşça geçse günümüz…

 

Hangisine tasa edeceği, şaştık.

“Ölüm derdi, kalım derdi” derken

Dimyata pirince giden misali,

Yolun ortasına ulaştık…

 

Ölüm bir hatıra gibidir insanda,

Kah hatırlanır, kah unutulur.

Fakat bir gün, bir gün nihayet

Gözle görülür elle tutulur..

 

Şimdi taştan çıkardığım ekmekle,

Çorba içmekteyiz sıcak sıcak.

Fakat kim diyebilir ki Turgut,

Hatıra olmayacak?

 

Unutmak istiyorum zaman zaman,

Ne yapsam, ne etsem olmuyor,

Kabulleniyorum,

Kabulleniyorum da- gelgelelim

İçim içimi yiyor..

Nasıl ki, unutamaz insan

Bir kez gerçekten sevdi mi..

……………………

Senin anlayacağın Ela gözlüm şimdiden

Alıştırıyorum kendimi…

‘Turgut Uyar ,  Büyük Saat’

Eyvallah…

“TERS”

Yazının son notu : özellikle şapkalı ‘a’ları özleyenlerin mutlaka okumasını tavsiye ettiğim bir kitap Büyük Saat…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tavşandan dağa sayıklamalar…*

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Rachel Corrie , (10 Nisan 1979 – 16  Mart 2003)

Tavşandan dağa sayıklamalar…*

Bu gece kafayı kadınlaştırılan ve adamlaştırılan çocuklarımıza taktım. Ne güzeldi bizim çocukluğumuz, ne sindy bebekler vardı ne de kumandalı araba ve korkunç silahlar…

Bana göre toplumumuzda yaygınlaşan şiddet ve yalnızlığın artmasının en büyük sebepleri çocukların artık tatminsiz ve şanssız olması…

Evet ciddiyim, neden şanssız ve neden tatminsiz ;

Sindy bebeklerle (ya da şimdilerde adları her neyse) zayıf ve acayip güzel bebeklerle oynayan kız çocukları hem kendinin sadece güzel olursa değerli olacağını düşünüyor hem de çocukluğundan ilk hatırladığı şey bebek olunca büyüdüğünde de ancak bir anne olursa değerli olabileceğine inanıyor. Hikayemiz tam da burada kendi kuyruğunu yiyen yılanın hikayesine dönüyor. Değerliliği şarta bağlanıyor çocuğumuzun farkında olmadan.

Erkek çocuklarına ise araba ve çok ses çıkaran silahlardan veriyoruz şimdilerde hangimiz çocuğumuza ya da başkasının çocuğuna lego (ya da yap boz) aldı en son?

Arabayla oynayan çocuk hız yapmayı dürtüsel bir şekilde öğrenmiş oluyor böylece bir de düşünün elinde sürekli silah olan bir çocuğu…

Sonra ki manzara ise şu birey olarak varlığını ortaya koyamayan insancıklar topluluğu !!

Sadece anne rolüne bürünen kadın, varlığını unutuyor zamanla ve hep evliliği için bir şeyler yapmaya çalışıyor… ah evet iyi bir şey bu !

Erkek açısından da bakıp öyle yorumlayın bence. Şiddeti daha bebekliğinde öğrenmiş bi koca çocuk evdeki egemenliği sadece şiddet uygulayarak elde edeceğini düşünmez mi sizce de?

Sadece fiziksel şiddetten bahsetmiyorum, sözel ve cinsel şiddet de var bunun içinde…

Derdim kimseyi yada bir şeyleri suçlamak değil gece gece ama bir düşünün neden bu kadar çok boşanmalar artıyor ? Boşanamayanlar da artıyor bunu yanında…

Erkek de kadında bireyliğinin farkına vardığında ve isteklerini konuşarak çözmeye çalıştığında tüm sorunlar çözülür diyorsunuz içinizden değil mi bence de ama o koca çocukların konuşabilmesi için önce küçük çocuklarımızın eline cep telefonunu verip yada bilgisayarın karşısına oturtup hayatımızı sessiz bir şekilde geçirmemeliyiz.

Çocuklarınızın içindeki yaratıcılığı en iyi anne babalar çıkartır kreşler falan hikaye…

İşten eve geldiğinizde sessizlik güzel şey ama bırakın çocuklarınız size soru sorsunlar yoksa bitmeyecek bu dünyadaki şiddet ve travmatik yalnızlıklar…

‘güneş’e ve ‘roza’ya daha güzel bir dünya bırakmak ümidiyle …

Eyvallah…

‘TERS’

*tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamışa gönderme…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Carlo Giulliani (14 Mart 1978 – 20 Temmuz 2001)

THE LIFE OF DAVID GALE…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

THE LIFE OF DAVID GALE…

 

 Tür : Gerilim , Dram

Yönetmen : Alan Parker

Senaryo : Charles Randoph

Görüntü Yönetmeni : Michael Seresin

Müzik : Alex Parker, Jake Parker

Yapım : 2003, ABD, 130 dk.

 

Oyuncular : Kevin Spacey (Dr David Gale), Kate Winslet (Elizabeth Bloom), Laura Linney (Constance Hallaway), Gabriel Mann (Zack), Matt Craven (Dusty), Rhona Mitra (Berlin), Leon Rippy (Braxton Belyeu), Jim Beayer (Duke Grover)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Türkçeye yaşamla ölüm arasında diye çevrilen 2003 yapımı unutulmuş bir film The Life of David Gale. Ölüm cezasına karşı olan ve kaldırılması için çaba gösteren çılgın bir profesör, David Gale günün birinde idam cezasına çarptırılır ve suçu kendisi gibi idam cezasına karşı olan meslektaşı Constance e tecavüz ederek öldürmektir !!!

 

Konusu bir kaç cümleyle anlatılabilecek ama hissettirdiklerini bir ömür boyu yaşayacağınız bir film…

Sinemada adını merak edip küt diye girdiğim ama asla günlerce düşünmekten uyuyamayacağım bir film olacağını tahmin etmediğim enteresan bir direnişin öyküsü…

 

Filmi izledikten sonra vay anasını diyeceğiniz hatta üşenmeyip uzun bir “tarihte başkaldırılar” araştırması yapacağınız şahane bir film.

 

Profesör David Gale’in dersinden bir sahne :

 

“Fanteziler gerçekdışı olmak zorundadır. Çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda, artık onu istememeye başlarsınız. İsteğin devam edebilmesi için, objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. İstediğiniz o şey değil, onun fantezisidir. İstek çılgınca fantezileri destekler…

‘Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz ’ derken Pascal’ın anlatmak istediği de buydu. Bugün geldi. Bu nedenle ‘avlanmak, öldürmekten daha zevklidir’ ya da ‘ne dilediğine dikkat et’ deriz . Ona sahip olacağın için değil; ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için.

İstekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. Gerçek anlamda insan olmak demek, fikirler ve idealler için yaşamak demektir. Hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil, yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir. Çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Not: film bittikten sonra çok düşündüm acaba şimdiye kadar gördüklerimin ne kadarını doğru anladım diye ve hala düşünüyorum. Muhtemelen her yeni gün yanlış algılarıma bir yenisi ekleniyor…

 

İdam cezası olmayan bir ülkede yaşasak da kimi için idam , özgürlüğünün elinden alınmasıdır !! özgür ol(a)mayanlar bunu anlayamazlar tabi…

 

‘TERS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yeraltından Notlar

Yeraltından Notlar

”İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler. Heine’ye göre Rousseau ‘İtiraflar’ adlı kitabında mutlaka yalan üstüne yalan kıvırmış, üstelik bunları gururu sebebiyle bilerek, isteyerek yapmıştır. Ben de Heine’nin haklı olduğuna inanıyorum. İnsan gerçekten de bazen yalnızca gururu nedeniyle kendisini cinayete kadar uzanabilecek yalanlara bulaştırabilir. Bunun ne biçim bir gurur olduğunu da çok iyi anlıyorum. Ama Heine, itirafını topluma, başkalarına sunan bir kimseden söz ediyordu. Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim içim yazıyorum.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski.

Yıllar önce okuduğum yeraltından notlar hayatımı şekillendiren ve beni paramparça edip yeniden birleştiren kitapların başında gelir. Sanırım lise ye gidiyordum okuyup, yıkıldığımda..

Evet yıkıldım, o güne kadar kafamda oluşturduğum tüm dünya yıkıldı…

Öğrendiğim her şey yalanmış meğer; insanların hayatlarının en kalabalık gününde aslında en yalnız olduğunu, her doğrunun aslında doğru değil de çoğunun doğru kılıfına girmiş yalanlar olduğunu, ve insana en büyük acıyı ancak en sevdiklerinin yaşatabileceğini , ve her gün nefret ede ede de olsa nefes aldığım şu dünyanın en açık gerçeğinin yalnızlık olduğunu Yeraltından Notlar’la öğrendim. Ah tabi öğrendiklerimi yıllar sonra Aylak Adam’la ezber ettim.

Okumalarım arasında yıllar olmasına rağmen altını çizdiğim yerlere bakın :

‘kalıplar , normal insanlar için iki kere ikinin dört etmesi gibi kesinlikle huzur demektir.’ Yeraltından Notlar

“Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu” Aylak Adam

Buradan şu sonucu mu çıkarmalıyım acaba yıllar geçmesine rağmen fark ettiğim ve diğer insanlardan farklı olduğumu düşündüğüm şeyler aynı demek ki ya yaşadıklarımdan ders almıyorum ya da dünyanın kötülüğü hala aynı hızla yayılıyor…

Hermann Hesse, bir denemesinde Dostoyevski için: “Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşama baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içersinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değişmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.” der,

Not: okudukça yalnızlaşmaktan korkmayanlara şiddetle tavsiye edilir !!! Eğer korkuyorsanız hiç başlamayın gerçi başlasanız da başlamasanız da günün birinde o yalnızlık sizi gelip bulacak ya, neyse…

Eyvallah…

‘TERS’

Bütün Saatlerin Sahibi Olmak…

(Karikatür : Dağıstan Çetinkaya)

Bütün Saatlerin Sahibi Olmak…

‘Saatler vardır ki zorla elimizden alınır. Saatler vardır ki elimizden akıp gider. Hayatın büyük kısmı hiçbir şey yapmamakla, geri kalanı ise yapılması gerekenden başka şeyler yapmakla geçer. Bana bir insan göster ki zaman küçücük bir değer versin, bir günün anlamını bilsin ve her gün bir parça öldüğünün farkına varsın! O halde dostum, bütün saatlerin sahibi ol! Küpün dibinde kalanı idareli kullanmak iş işten geçtikten sonra tedbir almaktır. Zira sona kalan kısım, yalnız en az kısım değil, aynı zamanda en fena kısımdır.’

Seneca

Odasında tüm saatlerin akrep ve yelkovanını sökmüş bir adamın posteri olan biri olarak ne büyük laflar peşinde koşuyorum yahu…

Bütün saatlerin sahibi olmak , vay anasını dedirtiyor adama ne büyük arzu , ben itiraf ediyorum kendime evet istiyorum ama galiba her isteyenin sahip olamadığı bir şey bu hala sadece kendi zamanımın bile sahibi olamadığıma göre…

Bugünümü hayal ediyorum…

İş yerinde tonlarca aptallıkla uğraştıktan sonra haberlere bakayım diyorum sanki tüm insanlar kafayı yemiş, la yeter be diyesim geldi , yine mi “kör öldü badem gözlü oldu”…

(vasiyetimdir ben ölünce içinizden geldiği gibi küfür edin hatta sadece küfür edin , ama asla yüzüme söylemediklerinizi arkamdan söylemeyin…)

3. sayfa haberlerinden ve uyutulmaya alışmış bir millete masallar okumaya alışmış aptalca magazinel haberlerden bahsetmiyorum bile…

Ve daha neler neler…

Ne şahane sahip olmuşum kendi zamanıma bile değil mi…

Ama sanırım Seneca burada başka bir şeyden, farkındalıktan bahsediyor, uyanık olmaktan, ve aldığı her nefesi duyumsamaktan bahsediyor…

O zaman ne diyelim sıradaki parçamız hala yaşayabilen ve bunun farkında olan hatta bundan mutlu olanlara gelsin…

Eyvallah…

‘TERS’

‘SUSKUNLAR’ – YA DA ‘MODERN ZAMAN’A MASALLAR

‘SUSKUNLAR’ – YA DA ‘MODERN ZAMAN’A MASALLAR

‘Aslında bu kitap mezarlıklar arasında sükuneti arayanların kitabı, hafta sonu sadece kafa dinlemeye bir mezar a bakıp düşünmek için mezarlığa giden gariplerin okuyabileceği kitaptır, bunu yapmayan biriyseniz hiç başlamayın bence bitiremezsiniz…

Eğer hala okumayı planlıyorsanız bu kitabı aşka hazırlıklı olmalısınız çünkü Sayın İhsan Oktay Anar musikiyle hiciv i aşkla korkuyu merhametle kini bir araya getirerek öyle bir mönü yapmış ki okuduğunuz her satır sizi hayretlere sürükleyecek çünkü bir paragrafta etrafta kimseler olmasa kahkaha atarım şimdi diyebileceğiniz bir satır okurken bir sonraki paragrafta ağlamak üzere olduğunuzu fark edeceksiniz…

arka kapak yazısı :

‘Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce… Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü… Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri… Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır. Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi. Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız… ‘

Kitapta ben en çok muhayyer hüseyin efendiyi (muhayyer lakabını cemaat içinde kazara yellenmesi sonucu almıştır.bu kazadan sonra hem hayrete düşmesi hem de yellenirken çıkan sesin “muhayyer” perdesinde olduğunun musiki üstatlarınca tespiti, ona böyle bir lakabın takılmasına vesile olmuştu.) ve eflatunu (ona neden eflatun dendiğini de okuyun öğrenin yahu) sevdim.

Okunası ve düşünülesi nerde kaldı bizim bu edebiyat kültürümüz ya da kimlere kaldı acaba diye….

Eyvallah.

‘TERS’

(İhsan Oktay Anar)

Mihail Yuryeviç Lermontov

Mihail Yuryeviç Lermontov

1814 yılında İskoç asıllı ve varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Moskova’da dünyaya gelen ve 1841 yılında tıpkı (şiiriyle eleştirdiği) puşkin’in düelloda öldürülmesi gibi kralcı bir Fransız subayıyla yaptığı düello sonucunda yaşamını yitirmiştir.

Göze çarpan temaları, yalnızlık, insan ilişkilerindeki değer yargılarının değişimi, içinde yaşanılan toplumun insanın iç dünyasına yansımalarıdır. Lermontov bunu şöyle dile getirir: “…Ruhumu toplum bozmuş, kafam endişeli, kalbim hiç doymak bilmiyor; hiçbir şey beni avutmuyor; kedere de zevke de alıştığım kadar çabucak alışıyorum. Bu yüzden hayatım günden güne anlamsızlaşıyor; benim için bir tek çare kalıyor: seyahat etmek.”

“Belki yarın ölürüm! Böylece beni yeryüzünde tamamen anlayan tek bir yaratık kalmaz.”

“Hiçbir zaman sırlarımı kendim açmam, isterim ki onları tahmin etsinler, çünkü böylelikle her zaman durum gereği onları inkar edebilirim.”

“Benim aşkım hiç kimseyi mutlu etmedi, çünkü sevdiklerime karşı hiçbir fedakarlıkta bulunmadım: kendim için, kendi zevkim için sevdim, onların duygularını,güzelliklerini,sevinç ve kederlerini büyük bir hırsla yutarken,ancak kalbimin garip ihtiyacını tatmin ediyordum,hiçbir zaman doymak bilmedim.”

Kısaca şunu söyleyebiliriz ki, Lermontov birinci tekil şahıs üzerinden hem kendi iç dünyasını hem doğup büyüdüğü Rus toplumunu hem sonrasında bulunduğu Kafkas toplumunu ve bu toplumların oluşturduğu insan karakterlerini, ilişkilerini, yaşayışlarını eleştirel bir bakış açısıyla başarılı biçimde dile getirir. Hala güncelliğini koruyan bir karakter yaratması da Lermontov’un Rus Edebiyatı’ndaki önemini daha iyi anlamamızı sağlar.

HAYIR BÖYLE TUTKUYLA SEVDİĞİM SEN DEĞİLSİN

Hayır böyle tutkuyla sevdiğim sen değilsin
Güzelliğinin parıltısı etkilemiyor beni.
Sende, geçmiş yılların acılarını seviyorum
Ve yıkılıp giden gençliğimi.

Sana baktığımda kimi zaman,
Dalıp gittiğimde gözlerine,
Gizemli bir konuşmaya dalmışımdır,
Seninle değil ama, yüreğimle.

Konuştuğum, sevgilisidir genç günlerimin,
Başka çizgileri arıyorum seninkilerde…
Çoktan susmuş dudakları, canlı dudaklarında senin,
Sönmüş gözlerin ateşini, senin gözlerinde…

LERMONTOV

Türkçesi: ATAOL BEHRAMOĞLU

“puşkin’in ölümü üzerine”

Şairin Ölümü

“…Ve sizler, kibirli çocukları
bilinen alçaklıkla ün salmış ataların!
Köle topuklarıyla çiğneyen yıkıntılarını
bahtın oyunuyla incinmiş soyların!
Özgürlük, defa ve şan cellatları!
Tahtın yanındaki açgözü yığın!
Susturun gerçeği ve yargıyı
gizlenin örtüsü altına yaslanın!
Fakat ey ahlaksızlar, tanrısal bir yargı
ve müthiş bir yargıç bekliyor sizleri!
O’nu kandıramaz altın şıkırtısı
O bilir önceden her şeyi.
O zaman boşa gidecek ama
kötülemeler, basvuracağınız!
Ve tüm kara kanınızla, şairin
haklı kanını yıkayamayacaksınız!..”

LERMONTOV

Yalnızlık

Ne denli ürkünç, sürüklemek tek başına
Yaşamın ağır zincirlerini;
Neşe paylaşmaya hazır herkes,
Kimse paylaşmak istemez kederi.
Yalnızım burada göklerin çarı gibi;
Acılar yığılı yüreğimde,
Boyun eğerek yılların kadere,
Görüyorum, bir düş gibi geçişin.
Fakat yeniden geliyor yıllar;
Parıldayarak eski hayallerle;
Yalnız bir tabut görüyorum bekleyen
Öyleyse artık yaşamak neden?
Hiç kimse üzülmeyecek
Ve, eminim ki insanlar
Doğumumdan daha çok
Ölümüme sevinecek.

LERMONTOV

not: benim içinse lermontov lisede dolabıma astığım bir poster ve yalnızlık şiiridir..

eyvallah.

‘TERS’