Archive for the ‘Resim’ Category

ARA GÜLER

“Yaşam size verilmiş boş bir film;
her karesini mükemmel bir biçimde
doldurmaya çalışın.”
Ara Güler

Ülkemizin fotoğraf alanında yetiştirdiği en önemli isimlerin başında gelen Ara Güler tam adıyla Aram Güleryan kendi web sayfasındaki biyografisine göre 16 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu. Beyoğlu’nda ecza deposu sahibi varlıklı bir ailenin tek oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Ortaokulu Pangaltı Lisesinde bitirmiştir. Liseye Getronagan Ermeni Lisesi’nde başlamış ve bir dönem Galatasaray Lisesi’ne kayıt yaptırsa da lise eğitimini  Getronagan Ermeni Lisesi’nde tamamlamıştır.

Ortaokul üçüncü sınıftayken eline ne geçerse okuyan ve kendi çağında öyküler kaleme alan Ara Güler “Haber Akşam Postası” gazetesinin çocuk sayfasına “Mahkum” adlı kısa öyküsünü yollamış ve bu öyküsü 1946 yılında yayınlanmıştır.

Lise yıllarında okulu kırmaya başlayıp Beyoğlu sokaklarında vakit geçirmeye başlayan Ara Güler’deki bu değişimleri fark eden babası -okumaya gönüllü olmadığını düşündüğü oğlunun “avare olmaması için” çareler düşünmeye başlamış ve arkadaşı olan pek Film Şirketi’nin sahibi İhsan İpekçi’den oğlunu yanına “çırak” olarak kabul etmesini  sağlamıştı. Bu işe girdikten sonra filmlere ve sinemaya tutkuyla bağlanan Ara Güler sinemalara gelen hiçbir filmi kaçırmamaya, bazılarını defalarca izlemeye başlamıştır. Oğlunun sinemaya ilgisini gören babası Dacat Bey oğluna 35 mm’lik bir film gösterme makinesi almıştır. Çok kaliteli ve pahalı bir makine olan bu hediyeyle Ara Güler okullarda ve aile meclislerinde filmler göstermeye başlamıştır. Bu film gösterme işini kendini hayli kaptıran Ara Güler okulunu da aksatmaya başlamıştır. O sıralarda Doğan Film Stüdyolarını da gitmeye başlamıştı, burada özellikle o dönemde furya olan Arap filmlerinin dublajı yapılıyordu. Bir gün yine Doğan Film Stüdyosu’nda çalışırken çıkan bir yangından kıl payı kurtulmuş, babasının da izlediği bu yangından çok korkan Ara Güler’e babası bir daha stüdyolara gitmesini yasaklamıştır.

Filmcilikten baba zoruyla ayağı kesilen Ara Güler bunun üzerine anne tarafından mesleklerden biri olan tiyatroya yönelmiş ancak Ara Güler’in tiyatrodan beklentisi oyuncu olmak değil tiyatroyu hazırlayan adam olmaktı. Lisedeyken film stüdyolarında sinema sanatının her alanında çalışırken bir yandan da Muhsin Ertuğrul’un Tiyatro Kurslarına devam etmiştir. Bunun nedeni de yönetmen veya oyun yazarı olmak istemesidir. Onlarca piyes ve oyun yazmış ama bunları daha sonra yırtmıştır. “Bir Garip Yılbaşı Gecesi” adlı tek perdelik piyesini daha sonra öykü haline getirip Yeni İstanbul Gazetesi ile New York Herald Tribune gazetelerinin ortaklaşa düzenlediği Dünya Hikaye Yarışmasına göndermiş bu öyküsü 422 öykü içinde yayımlanmaya değer 30 eserden biri olarak seçilmiştir.

O sıralarda gazeteciliğe de merak sarmaya başlamıştır Ara Güler. Babasının verdiği parayla ilk fotoğraf makinesi olan Rolleicord II’yi Tünel’de fotoğraf malzemeleri satan Mösyö Kalimeros’un dükkanından aldığında 22 yaşındaydı. Bu makine o dönemde Cağaloğlu’ndaki gazetecilerin kullandığı makineydi. Fotoğraf makinesini aldıktan sonra önüne çıkan her şeyi, her gördüğünü çekmeye başlamıştır. Bu durum etrafındaki herkesin dikkatini çekmiştir.

Babasının eczanesinin depo olarak kullandığı üst kattaki bölümü karanlık oda haline getirmiştir. Ara Güler içinde büyüyen gazetecilik tutkusuna yönelik ilk adımlarını öykülerini yayımlayan İstanbul’daki Ermeni Cemaati’ne ait gazetelerde atmıştır ve ilk fotoğrafları Jamanak adlı gazetede yayımlanmıştır. Jamanak adlı gazete ilk röportajı olan Kumkapı Balıkçı röportajı da yayımlanmıştır.

Ara Güler’in meşhur Kumkapı Balıkçıları röportajı fotoğrafları vardır. Balıkçıların yokluk döneminde ispirtolu rakı içtiklerini röportajında yazınca Kumkapı balıkçıları yanlış anlayıp, isyan edip çalıştığı gazetenin kapılarına dayanıp protesto gösterileri yapmıştır.

 

 

Ara Güler İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin Gazetecilik Enstitüsünde okumaya başlarken eş zamanlı olarak da 1950’de Yeni İstanbul Gazetesi’nde gazeteciliğe başlamıştır. İlk göz ağrısı Ermeni cemaati gazetelerinden ayrılmasının sebebi daha geniş kitlelerle buluşan gazetelerde çalışarak fotoğraflarını daha fazla insanın görmesini istemesiydi.

Fransızların ünlü belgesel fotoğrafçısı Henri Cartier-Bresson’la 1953 yılında tanıştıktan sonra Paris Magnum Ajansına katılmıştır. Aynı yıl İngiltere’de yayımlanan “Photography Annual Antolojisi” Ara Güler’i dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından birisi olarak gösterdiğinde henüz 25 yaşındaydı. Yine aynı yıl Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği’ne (ASMP) ülkemizden kabul edilen tek üye fotoğrafçı oldu. Ara Güler 1954 yılında ise Hayat Dergisi’nin fotoğraf bölüm şefi olmuş ve 1962 yılına kadar bu görevi sürdürmüştür. 1955 yılında İstanbul’da azınlıklara karşı gerçekleştirilen  6-7 Eylül olaylarını fotoğraflayarak meydana gelen tahribatı belgelemiştir. 1958 yılında dış basından Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakın doğu foto-muhabirliği görevlerini üstlenmiştir.

Ara Güler 1962’de Almanya’da çok az fotoğrafçıya verilen “Master of Leica” unvanına layık görülmüştür. İsviçre’de çıkan “Camera” dergisinde Ara Güler adına özel bir sayı yapılmıştır. 1964’de Mariana Noris’in ABD’de basılan “Young Turkey” adlı yapıtında Ara Güler’in fotoğrafları kullanılmıştır. 1967’de Japonya’da çıkan “Photography of the World” antolojisinde Richard Avedon ile birlikte bir dizi fotoğrafı yayınlanmıştır. 1967’de Kanada’da açılan “İnsanların Dünyasına Bakışlar” sergisinde, 1968’de New York Modern Sanatlar Galerisi’nde düzenlenen “Renkli Fotoğrafın On Ustası” adlı sergide; aynı yıl yine Almanya’da, Köln’de Fotokina Fuarı’nda yapıtları sergilenmiştir. Ara Güler’in 1970’de “Türkei” adında fotoğraf albümü Almanya’da yayımlanmıştır. Sanat ve sanat tarihi konularındaki fotoğrafları ABD’de Time-Life, Horizon ve Nesweek kitap bölümlerince ve İsviçre’de Skira Yayınevi tarafından kullanılmıştır. İskoç soylularından olan ve Atatürk ile Osmanlı İmparatorluğu’yla ilgili kitapları da olan  Lord Kinross’un 1971’de yayınlanan “Hagia-Sophia” (Ayasofya) kitabının fotoğraflarını çekmiştir.

Yine Ara Güler Skira yayınevince Picasso’nun 90. yaş günü için yayımlanan “Picasso Metamorphose et unite” adlı kitap için Picasso’nun foto-röportajını yapmıştır. 1972’de Paris Ulusal Kitaplıkta Ara Güler’in sergisi açılmıştır. 1975’de ABD’ne davet edilmiş ve birçok ünlü Amerikalının fotoğraflarını çektikten sonra “Yaratıcı Amerikalılar” adlı sergisini dünyanın birçok kentinde sergilemiştir. Ara Güler yine 1975 yılında Yavuz zırhlısının sökülmesini konu alan “Kahramanın Sonu” adlı bir belgesel film çekmiştir.

1975 yılında birinci evliliğini Perihan Hanım ile yapan ve 4 sene sonra da boşanan Ara Güler ikinci evliliğini, 1980 yılında tanışıp 1984 yılında Suna Taşkıran Hanım ile yaptı. Eşi 2010 yılında vefat etti.

Ara Güler 1979’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “Foto Muhabirliği” dalındaki birincilik ödülünü almıştır.

1980’de fotoğraflarının bir kısmı Karacan Yayıncılığın bastığı “Fotoğraflar” adlı kitabında basılmıştır. 1986’da Hürriyet Vakfı’nca basılan Prof. Abdullah Kuran’ın yazdığı “Mimar Sinan” kitabını fotoğraflamıştır. Aynı kitap 1987’de “Institute of Turkish Studies” tarafından İngilizce olarak yayınlanmıştır. 1989’da “Ara Güler’in Sinemacıları” kitabı basılmıştır.

Ara Güler 1991’de Dışişleri Bakanlığı için Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) “The Sixth Continent” adlı kitabını fotoğraflamıştır.

Bu arada bütün dünyayı gezerek foto röportajlar yapan ve bunları Magnum Ajansı ile dünyaya duyuran usta fotoğrafçı İsmet İnönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yapmış ve fotoğraflarını çekmiştir. Bunlardan en ünlüsü fotografçılara poz vermeyen Picasso röportajı olmuştur.

Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları 1992’de Fransa’da, ABD ve İngiltere’de “Sinan, Architect of Soliman the Magnificent” adlı kitabı yayımlanmıştır. Yine aynı yıl “Living in Turkey” adlı kitabı Ingiltere, ABD ve Singapur’da “Turkish Style” başlığıyla, Fransa’da “Demeures Ottomanes de Turquie” adıyla yayımlanmıştır.

Ara Güler’in 1994’de “Eski İstanbul Anıları”, 1995’de “Bir Devir Böyle Geçti”, “Yitirilmiş Renkler ve Yüzlerinde Yeryüzü” fotoğraf kitapları yayımlandı. Ara Güler’in fotoğrafları Paris Ulusal Kitaplıkta, ABD’de Rochester Georg Eastman Müzesi’nde, Nebraska Üniversitesi Sheldon Koleksiyonu’nda bulunmaktadır. Köln Mueseum Ludwing’de Das Imaginare Photo Museum’da da fotoğrafları sergilenmektedir.

 

 

Ara Güler usta fotoğraflarında 50 yılı aşkın süre Leica makinasını kullanmıştır ve fotoğrafın sanat dalı olmadığını ifade eden Ara Güler aynı zamanda kendisini foto muhabiri, gazeteci olarak tanımlamıştır ve bunu devamlı tekrarlamıştır : “fotoğraf sanat değildir, ben de bir fotoğraf sanatçısı değil bir fotoğraf muhabiriyim, basın fotoğrafçısıyım.”

Savaş foto-muhabirliği de yapan Ara Güler, 4 tane savaşa gitti. Katıldığı savaşlarda çektiği fotoğraflar dünya çapında çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. Çektiği savaş fotoğraflarından birisi Times dergisine kapak oldu.

Gazeteci Nezih Tavlaş’ın, Ara Güler’in hayatını anlattığı Foto Muhabiri adlı 343 sayfalık kitapta Ara Güler’in doğduğu günden bugüne kadar tanık olduğu olaylar kronolojik bir sırayla anlatılırken bir yandan da Türkiye’nin 80 yıllık tarihi de bu kitapta yer almaktadır. Kitabın sonunda Ara Güler ile yapılan bir söyleşi ve aile albümünden fotoğraflar yer almaktadır.

Ara Güler’in en sevdiği fotoğrafçıların başında Sebastiâo Salgado gelmektedir. Kendisinden 25 yaş küçük olan Sebastiâo Salgado için “en çok beğendiğim fotoğrafçılardandır. Daha büyük fotoğrafçı yoktur. İnsanlığın fotoğrafçısı. Palavra çekmiyor, insanların dramını çekiyor” demiştir. İstanbul’a  defalarca Ara Güler’in yanına gelen ve başka ülkelerde de bir araya gelen ikili Salgado’nun teklifi üzerine birbirlerinin 30’ar fotoğrafını seçmiş ve bunu kitap haline getirmişlerdir.

Bir çok ünlü sanatçı, devlet adamının fotoğrafını çeken Ara Güler’in en büyük isteği Charlie Chaplin’in fotoğrafını çekmekti. Onun büyük hayranlarından biriydi; fotoğraflarını özellikle çekmek istiyordu ve Chaplin için “Chaplin benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam” diyordu. Chaplin ise o zamanlar İsviçre’de bir şatoda yaşıyordu. Amerikalı ünlü yazar Eugene O’Neill’in kızı Oona ile evliydi. Ara, 3 gün bekledi kapılarında; kar kış demedi. Sonunda Oona, Ara Güler’i içeri aldı; ama “Konuşursan konuş, ama fotoğraf çekme” dedi. Chaplin, felçli halde fotoğraflarının akıllarda kalmasını istemiyordu, haklıydı da. Ara, eline fırsatı geçtiği halde bunu yapmayı kendine yakıştıramadı ve Chaplin’in fotoğrafını çekmedi. Onu, ona olan hayranlığından ayrı bir köşede, hafızasına kazıdı.

Ara Güler verdiği bir röportajda “Fotoğraf nedir” sorusuna ise şu cevabı veriyor: “Fotoğraf bir kere sanat falan değildir. Fotoğraf görülen bir şeyin zapta kayda geçmesidir. Fotoğraf meselesi bir arşiv meselesidir. Arşiv; kaybolmasın, yitmesin, bitmesin, gene bakayım, gene göreyim diye. Onun için fotoğraf bir alettir, makinedir onunla hayatı yakalarsın hayatı yakalamak da arşiv yapmandan çok daha mühimdir. Bir arşiv bir dünyayı getirir. Fotoğraf makinesinin icadı bunun içindir.”

Ara Güler, aslında bir gazeteci olduğunu da işte bu noktada ayırdı. Bu konuya ise şu şekilde açıklık getiriyordu: “Ben de gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim. Fotoğrafçı ile gazeteci arasındaki fark budur. Fotoğrafçı bomba patlar kaçar. Ama gazeteci peşinden gider olayı yakalamaya çalışır. Ben de bu yaşa kadar ona göre çalıştım”.

Ara Güler Ekrem Ataer’in “ARA ile bir ARA” adlı röportaj kitabında “onun için mi fotoğraf sanat değildir diyorsun” sorusuna “sana bir şey söyleyeyim mi? Sanat düpedüz yalandır ve yalandan doğar. Annadın mı? Sunidir, yapmacıktır, kurgudur. Sanatçı eserine mutlaka müdahale eder ve doğal malzemeyi değiştirir. Ben yalnızca bir köşeye çekilir, gözlerim ve işime  gelen yeri yakalarım. Bizim işimizde yalan olmaz, kurgu olmaz. Düşünsene Shakspeare’de her seferinde Hamlet ölür. Yeni bir oyunda tekrar baştan alırsın canlanır ve sonunda mutlaka yine ölür. Kaç kere ölecek lan bu Hamlet? Bizde bir kere ölür ve bir daha dünyanın hiçbir mekanında ve zamanında canlanmaz, çünkü gerçektir ve artık ölmüştür” cevabını verir.

Hayatının son anına kadar muzip ve esprili kişiliğini koruyan ve bunun yanı sıra mütevazi olmasıyla da bilinen Ara Güler kendisine bir röportajda söylenen “siz önemli bir adamsınız” cümlesine verdiği yanıt da hayat manifestosu gibidir : “şimdi şurada anlaşalım. Bir kere önemli adam olunmaz, mühim adam olunmaz. Ben bunların hepsini reddediyorum abi. Ben tarihe tanıklık ediyorum ve bunu önemli buluyorum. Önemli olan da o, tanıklıktır, ben değilim. Mühim adam olmak insanları birbirinden uzaklaştırır. Tabi bizim “mühim adam” da yalnız kalır. İletişimi kopar. Halbuki insanların birlikte düşünüp birlikte üretmeleri gerekir, insanlık o zaman ilerleyecektir, yürüyecektir. Şimdi ortada mühim adamlar diye gezenler bak işte genelde boktan boktan adamlardır. Hayatımızın da içinde sıçanlar hep bu adamlardan çıkar. Bu hıyarlarda birini görünce kafasına bir şey geçirmek geliyor insanın içinden. Önemli insan olmak eşitliği bozar, hır gür çıkar.”

“Ben yalnızca ışığın değil, hayatın takipçisiyim” diyen Ara Güler bu yıl 17 Ekim gecesi saat 23.20 de hayatını maalesef kaybetmiştir. Ara Güler’den insanlığa yüzbinlerce fotoğraf, onlarca kitap ve onlarca foto-röportaj miras kalmıştır.

Ara Güler’in fotoğrafla geçen ömrünün yanı sıra aklı hep ilk göz ağrısı sinemada kalmıştır. Gençliğinde sinema uğruna ölümden dönen ve kendisini hep foto-muhabiri ve gazeteci olarak kendini nitelese de sinemadan uzak kalamamış hayatının birçok döneminde sinemaya emek vermiştir. Ara Güler yapımcı, yönetmen, görüntü yönetmeni, makinist olarak sinemada üretim yapmasının yanı sıra hayatı boyunca birçok filmde ve dizide de oyuncu olarak yer almıştır. Bunlardan bazıları Yeşim Ustaoğlu’nun “Güneşe Yolculuk” ve “İz”, Reha Erdem’in “Kaç Para Kaç”, Sinan Çetin’in “Bay E” filmleridir.

Son olarak Ara Güler’in sinemaya olan sevgisinin ve özleminin bir yansıması olan bir röportajındaki şu cevabıyla noktayı koyalım “yahu benim ömrümün çoğu sinema filmi ile geçmiştir, senkron, montaj, film yıkama, dublaj bütün teknikleri, cambazlıkları bilirim de benden başka herkes sinemacı oldu memlekette…”

“DANDİ”

 

Kaynakça:
1-http://www.araguler.com.tr/tr/aboutaraguler.html
2-https://tr.euronews.com/2018/10/17/unlu-fotograf-sanatcisi-ara-guler-90-yasinda-hayata-veda-etti
3- http://www.ensonhaber.com/ara-guler-kimdir.html
4-“Foto Muhabiri Ara Güler’in Hayat Hikayesi” – Nezih Tavlaş , YKY Yayınları, Ekim 2014, 395 sayfa.
5-“Ara ile bir Ara” – Ekrem Ataer, Librum Yayınları, Mart 2018, 208 sayfa.
6-“AraName” – Semra Aktunç, Hulki Aktunç, YKY Yayınları, 104 sayfa.
7-Fotoğraflar: http://www.araguler.com.tr

“Cins Cciinnss” – Mural İstanbul 2015

“Cins Cciinnss” İstanbul Mural 2015 kapsamında Kadıköy, Sarraf Ali Sokak’ta bulunan Eren Apartmanında bir hafta boyunca döktürdü ve resmine son şeklini verdi. Kadıköy’e ve sokağımıza yeni bir soluk veren CİNS’e çok teşekkür ediyoruz.  Eline, emeklerine, kalbine, ruhuna sağlık kardeşimizin…

 

cinss

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7

6

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MURAL İSTANBUL FESTİVAL – KADIKÖY – HAZİRAN/EYLÜL 2015

muraal

muralll

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

mural

 

2015 MURAL İSTANBUL FESTİVAL’i Kadıköy’de tüm hızıyla devam ediyor. Yaklaşık 10 sanatçının katılacağı festival programı haziran-eylül arası devam edecek. Apartmanların duvarlarına yapılan harika resimlerle Kadıköy daha da şenleniyor…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Amedeo Modigliani’

“Ruhunu görebildiğimde, gözlerini de çizeceğim..”

 

Modigliani’nin hayatını konu alan bu biyografik film ,  ressamlığı, sanat hayatı, aşkı, bohem yaşamı, dramatik ölümü üzerine  bir şölen gibi..  o dönemin entelektüel kesiminin bir çoğunun sanat ve modernlik adına seçtikleri hayat tarzıdır bohemya. Bohemlere göre hayatın kendisidir sanat.. maddi beklentisi olmadan, sanatı ibadete dönüştürmektir.. kimine göre kadere karşı geliş, kimine göre, kural tanımaz tavırlarla kendilerini aşağılayan topluma bir hiç olduğunu gösterme şekli.. Modigliani’ye göre ise yaratıcılığa giden tek yol, hayata meydan okumaktır. Modigliani bu ilk bohemlerden  olmanın hakkını fazlasıyla veriyor..

 

”Kısacası Hayatım Umurumda Bile Değil.” repliğini doğrulayan onun yaşamı; tam bir ölümüne yaşamak ve nedense  Modigliani’ye çok yakıştırıyorum.. ben hep derim ki bazı insanlar kelebektir. o kadar yaşamalıdır..

 

Andy Garcia Modi’nin ruhunu çalmış sanki.. Filmi izledikçe onunla bütünleşiyorsunuz.. elinizi uzatıp, acılarına yaralarına, kalbine bastırmak istiyorsunuz.., hele final de olanlar, inanılmazdı.. ağlayamadım bile.. dondum kaldım.. bir hayat ancak bu kadar hakkı verilerek kanatılabilir, yaşanabilirdi.. iliklerime kadar işledi Amedeo Modigliani… filmde güzel gözleri olan Jeanne’nin portresini yapacaktır.. ve büyük bir aşk doğar. Jeanne onu her şey pahasına sever.. Yahudi olmasından ve yaşam tarzından dolayı ailesinin tüm baskılarına karşı gelir..

 

Çizdiği resimlerin gözlerini boş bırakarak imzasını atan, rakiplerinin aksine resimlerinin satılmasını umursamayan ve zamanın zengin ressamlarının aksine beş parasız yaşayan, sosyetenin övgülerine rağmen onların ruhsuzluğunu yüzlerine en uygunsuz şekilde vurmaktan da geri durmayan fütursuz bir kişilik.

 

İnanılmaz doğal bir yaşam.. şevk ile yapılan resimler. geride bıraktığı eşsiz eserler, hayata karşı duruşu hiç bir şeye minnet etmemesi, ölümüne yaşaması, Filmin ana teması sanat olsa da daha çok hayatıyla ilgili çok duygulu anlar yaşadım..

 

Amedeo Modigliani ;  üretmiş olduğu eserler ve sahip olduğu düşünce tarzı ile  gizli kahramanlardandır.. en büyük özelliği popüler olmaya özenmemesi ve sosyeteyi ise her fırsatta yerden yere vurmasıdır. Para için istemediği sanatına tavrına ters gelen hiçbir şey yapmaz.. Çağdaşlarına göre hayatını sefalet içerisinde geçirmiş olmasına rağmen herkes tarafından büyük saygı  duyulmuştur. Çok kişiye esin kaynağı olmuştur.. özellikle ülkemizde  ikinci yenicileri ve ikinci yenicilerden de en çok cemal süreya’yı etkilediği de söylenir.. yalnız, iyi bir heykeltıraş olmasına rağmen, filmde buna değinilmemiş..

 

Babası küçük çaplı bir iş adamı olan ve annesi Fransız soyundan gelen Yahudi bir ailenin dört çocuğunun en küçüğü. Henüz küçük yaşlarda sanata olan tutkusu biçimlenmeye başlamıştır. Ancak, yine bu kadar erken bir dönemde, onu hayatı boyunca yalnız bırakmayacak olan zatülcenp hastalığıyla da tanışmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Modi hasta olmasına rağmen İçki ve sigarayı asla bırakmaz.. Parayla ölçülemeyen bir hayat bir sanat onunki.. biraz deli.. hayatı umursamayan.. Aynı zamanda rakiplerinin saygısını kazanmış biri. Ona herkes gizlice hayran.. başta Picasso.. filmin bir yerinde Modi yine çılgınca dalar sanat çevresinde insanların olduğu ortama.. birisi Picasso’ya bu kim der.. Picasso ona şu cevabı verir “ O bir Tanrı “..Modigliani, bir yaşam tarzı..

 

Picasso ile aralarında ne kadar rekabet olsa da tatlı derin bir dostluk görmek mümkün. Hep atışmaktadırlar.. Onun ani gidişi sonucunda, Picasso’nun geride kalan hayatını bir daha eskisi gibi olmayacaktır..

 

Jeanne Modigliani öldükten sonra Picasso’nun yanına gidip sırf  resminin üzerine resim yapmasından dolayı(ki bu gerçekten büyük bir hakarettir) Picasso’ya şöyle der :

 

”ne hissediyorum biliyor musun pablo sana söyleyeyim mi? hiçbir şey hissetmiyorum karnımda bir çocuk var… bir başka kalp atışı bir başka arzulayan ruh… ve ben bomboşum bir bardak gibi… eve gideceksin dopdolu ve zengin bir yaşam süreceksin fakat tanrıya yemin ediyorum zamanı geldiğinde ölüm döşeğine yattığında MODİGLİANİ ismi dudaklarından ayrılmayacak bu geceden sonra bir daha resim yapamayacaksın BU ONA AİT.  Kayıtlara geçtiği gibi Picasso ölürken son sözü MODİGLİANİ Olmuştur.  O’na Sevgiyle..

 

TAFLAN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yağmur yağıyor yüreğime..

Kentin üzerine yağar gibi;

Şu bitkinlik neyin nesi..

İşlemekte yüreğime..

 

Verlaine

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

REMBRANDT ve ÇAĞDAŞLARI SERGİSİ

İstanbul’da sergileri gezmek çok zevkli olduğu kadar zaman da gerektiren bir durum. Önceden haftalık gezi programınızı yapmanız gerekiyor. Hele bir de birkaç kişi iseniz, herkesin hemfikir olacağı bir günde anlaşmak gerekli. Deniz yoluyla boğazdan kıtalar arası bir geçiş yaparak Felemenk ressamları tanımak, o zamanlara yolculuk yapmak ve günümüzdeki anlayışla o zamanı karşılaştırmak bu gezinin özünü oluşturuyordu.

Sabancı Müzesi’nin bulunduğu Emirgân’daki Atlı Köşk başlı başına gezilmesi gereken bir yer. Hem konumu hem düzenlemesiyle harika bir seyir terası aynı zamanda.  İyi ki sanata meraklı ve teşvik eden iş adamlarımız var. Aslında Rembrandt Sergisi’ni gezerken yapılan resimlerden yine iş adamları sayesinde bu güzelliklerin ortaya çıktığına şahit oluyorsunuz. O dönemde de ticaret yoluyla zengin olan kişiler, bir prestij gösterisi olarak ailesinin veya kendisinin portlerini yaptırmış. Kimisi güpür kıyafetleriyle muhteşem salonlarında poz verirken kimisi de doğa resmetmek konusunda ünlenmiş ressamlara doğal ortamda pozlar vermiş.  Ancak hepsi de bir fotoğraftan daha gerçekçi ve o anki ruh hallerini hissediyorsunuz.

Vincent Van Gogh’un kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda da Rembrandt hayranlığına sık sık şahit olursunuz, Rembrandt için şöyle diyor;

‘Gauguin ile ikimiz, Delacroix, Rembrandt, vs. üstüne uzun uzun konuştuk. Tartışmalarımız korkunç elektrikli, tükenmiş bir elektrik akümülatörü kadar bitkin oluyor kafalarımız kimi kez, bu tartışmaların sonunda… Bir büyünün ortasında gibiyiz. Çünkü,  Fromentin’in de çok iyi dile getirdiği gibi, Rembrandt her şeyden çok bir büyücüdür.

Bunu, Rembrandt’ı öylesine seven ve izini süren Hollandalı dostlarımız de Haan ve Isaacson’la ilgili söylüyorum sana, üçünüzü de araştırmalarınızı sürdürme konusunda yüreklendirmek için…

Bu konuda cesaretiniz kırılmamalı.’

Van Gogh ve Rembrandt’da yaşadıkları süreçte ne kadar değerli resimler yaptıklarının farkında olarak sanatlarını ortaya koyup geliştirmişler ve hiç durmaksızın içsel enerjiyle çalışmışlar. Ara sıra para kaynağı yaratmak için kendi ifadeleriyle çok sanatsal olmasa da resim yaptıkları olmuş. Van Gogh’un kendi anlatımıyla ev sahibi için yaptığı resim ve postacının portresi böylelikle ortaya çıkmış. Ressamların tablolarını yaparken içinde bulundukları ruh hallerini anlamak için tabloların hikayelerine de ulaşmak gerekli. Bu da her zaman pek mümkün değil, oysa Vincent iyi yazarlığıyla bu yönde de bir armağan bırakmış. Her bir tablosunu yaparken içinde bulunduğu ruh durumunu, yaşamını ve hislerini size tekrar yaşatıyor. Bu da sanatına bütünsel yaklaşım gibi.

Felemenk ressamlar dönemlerinde sadece zenginleri resmetmek ile kalmayıp, toplum yararına da resimler yapmışlar. Halk yaşamından örnekler vererek ve bazı özlü sözlerle dikkat çekmek için. Böylelikle o zamanki zenginlerin hayatına dair bilgi sahibi olurken, halkın yaşantısına da dahil oluyorsunuz. Sanat toplum içindir ilkesini destekler gibi.  Sadece zevk vermekten çok, öğretici de oluyor.

Sergiden kazanımlar,  görsellik dışında şu bilgilendirme notu oldu. Bugünlerde sanata karşı bir çekişme söz konusuyken tam da yerini bulan cümleler…

FARKLILIĞA SAYGI (A MELTING POT*)

Felemenk Cumhuriyeti, artan refahı ve hoşgörülü ortamı sayesinde, Batı Avrupa içinde özenilen bir yerleşim yeri haline geldi. Çevre ülkelerden insanlar Felemenk kentlerine ve kasabalarına akın ettiler. Bunların kimi iş arayan insanlar, kimi de özgürce ibadet etmek için güney eyaletlerinden gelen Protestanlar ya da İspanya ve Portekiz’den gelen Yahudiler gibi gruplardı. Cumhuriyet resmen Protestan bir ülkeydi, ama Katolik, Yahudi ve başka inançlardan insanların ibadeti üzerinde pek az kısıtlama vardı.

*Bu bilgi notunun İngilizce çevirisi ‘A Melting Pot’ olarak verilmiş, tam olarak Farklılığa Saygı değil ancak daha anlamlı. Erime potası, mecazi anlamı dışında, kimyada alaşım elde etmek için kullanılır. Her bir bileşik potada kendi özelliklerini kaybederek ve başka bileşiklerle birleşerek, yeni ve daha güçlü bir madde, alaşımı oluşturur.

Sanat bir erime potası ise, sanatçılar da birer bileşik gibi keşfedilmemiş yeni alaşımlar yaratmak üzere var olurlar. Toplum yararına…

 

Skycell

 

SINIRLAR*

küstüm çiçeğine ve hüsnüyusuf’umuza

 

İnsanlar da ülkelere benziyor;

Sınırları var, yüzölçümleri…

Yasaları var, bayrakları, ilkeleri…

Kimi dağlık bir arazidir,

Kimi kıraç,

Kimi bereketli…

Kimi dardır, kimi engin göz alabildiğine.

Kiminin sınırlarından pasaport denetimiyle girilebilir…

Elini kolunu sallayarak geçebilirsin kiminden

İçeri…

Sonuçta ne küçümse insanları derim kızım,

Ne de önemse gereğinden çok…

Ama anlamaya çalış;

Nedir sınırlarının varabileceği son nokta,

Nedir ve ne kadar genişleyebilir

Yüzölçümleri…

 

*Okul panosundan alınan bir yazı

Theo

Ça va, ça marche, ça ira encore! (*)

Bugünlerde İstanbul bir başka güzel. Birçok ünlü ressamın sergileri aynı anda İstanbul’da buluştu. İlk önce Salvador Dali, hemen karşısında Vincent Van Gogh ve boğazın eşsiz güzelliğine yakın Rembrandt ve Çağdaşları.

Gazetelerde de sıkça bahsedildiği gibi, Van Gogh Alive Sergisi diğerlerinden farklı. Tam bir inovasyon örneği. Teknoloji ile sanatın yeni bir gözle işlenerek sunulması ve kitleleri etkilemesi.

Serginin bende yarattığı en büyük kazanım Vincent Van Gogh’u keşfetmek oldu. Salona girdiğimde resimlere eşlik eden ve ünlü ressamın düşüncelerinin yer aldığı sözleri okumak o kadar hoştu ki, resimlerin içine dalmadan, ressamın düşüncelerine daldım. Daha sonra, Theo’ya Mektuplar adı altında kardeşine yazmış olduğu mektuplardan oluşan ve Pınar Kür’ün harika çevirisiyle sunulan kitabı aldım. Meğer Van Gogh sadece ressam değil sözcüklerle duygularını ve edebi kazanımlarını anlatan, hayata dair bakış açılarıyla, yaşadığı hayatla ve bu mektuplar sayesinde paylaşımlarıyla da bir filozofmuş. Kitabın sayfalarında hoşuma giden cümlelerin altını çizmeye başladım, sizlerle paylaşmak için. Ancak henüz kitabın yarısında olmama rağmen neredeyse birçok yerin altı çizildi, şimdi tikler koyarak ilerliyorum ve çok zevk alarak okuduğum bir kitap oluyor. Bu sergiden beni kazançlı çıkaran Theo’ya Mektuplar’ı keşfetmek oldu.

Keşke okulda resim derslerinde ressamların hayatlarına dair etkileşimli (interaktif yerine!) sunumlar hazırlansa öğrenciler ve öğretmen tarafından. Onların hayata bakışları, yaşadıkları zorluklar ve bizlere kazandırdıkları irdelense resimlerle birlikte. Eminim hiçbir öğrenci o ressamı kolay kolay unutmazdı.

Rembrandt ve Çağdaşları Sergisi’ne gitmeden önce bu kitabı okumaktan memnunum çünkü Van Gogh’un Rembrandt’a duyduğu hayranlıkla ilgili yazılarını okumak, sergi öncesi bir ön hazırlık oldu.

(*)‘İşler yürüyor, ilerliyor, daha da ileri gidecek’ ( Van Gogh’un resimlerini kabul ettirmek için hayatı boyunca verdiği büyük uğraş, Hollandalı ressam Anton Mauve’ın onu resimlerini görmek için geleceğini bildirmesi üzerine duyduğu sevinci dile getirdiği cümle)

Bunu daha iyi açıklamak için şu yazdıklarına dikkat etmek gerekiyor;

‘İnan bana, sanat söz konusu olduğunda o eski deyiş hep geçerli: Dürüstlük, en iyi yoldur. Ciddi bir etüd üstünde çok uğraşmak, halkın hoşuna gidecek birtakım şıklıklar yapmaktan çok daha iyi. Kimi kez, çok kaygılandığım anlarda, o şıklığı gerçekleştirecek kolaylığa varmayı istemedim değil, ama üstünde biraz düşününce, hayır, diyorum, kendi kendime bağlı kalmalıyım kaba-saba bir yolla, sert, kaba ama gerçek şeyler anlatmalıyım. Resim-severlerin, aracı-satıcıların peşinden koşmayacağım, isteyen varsa bana gelsin. Mevsim erince ektiğimizi biçeceğiz, ölmemişsek eğer!’

Yaşadığı zorluklar karşısında isyan etme durumuna düştüğünde ise, hissetmiş olduğu inançla şunları aktarıyor kardeşi Theo’ya;

‘İçimizden geçen düşünceler dışarıdan görünüyor mu ki? İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir, ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler. Şimdi bak, yapılması gereken şu: İçindeki o ateşi körüklemeli kişi, kendi kendine yeter olmalı, büyük bir sabırsızlıkla, ama yine de sabırla birinin gelip o ateşin yanına oturacağı- belki de hep orada kalmak üzere-saati beklemeli. Tanrı’ya inanan kişi, önünde sonunda, ergeç gelecek olan o saati beklemesini bilmeli.’

Okuduğu kitaplar ve bu kitaplardan alıntı yaptığı cümleler mektupların edebi değerini artıyor ve okumak sevgisi üzerine ise şu cümleleri paylaşmak gerekir;

‘Eğer bir adamı, resimleri inceden inceye incelediği için bağışlayabiliyorsan, kitap sevgisinin de Rembrandt’ı sevmek kadar kutsal olduğunu kabul etmek zorundasın; hatta ikisinin birbirini tamamladığı kanısındayım ben.’

‘Shakespeare harika adam! Kim onun kadar esrarlı olabilmiş? Dili, üslubu, gerçekten de bir ressamın ateşle, duyguyla titreyen fırçasıyla kıyaslanabilir. İnsan okumasını öğrenmek zorunda, tıpkı görmeyi, yaşamayı öğrenmek zorunda olduğu gibi…’

Gerçek sanatçılar-dahiler, kişilere ve onların değerlendirmelerine bağlı kalmıyor. İnandığı ve gördüğü yolda ilerliyor. Sanat öyle bir şey ki; orada ne sınırlar var, ne optimum nokta, ne de geçmişe bağlılık, o evrenin devinimi gibi sürekli genişlemeye ve bilinmezliklere doğru yol almak yeni bakışlarla. Dahi sanatçıların bizlere hissettirmeye çalıştıkları ise, tanrıyla insanı buluşturan anlık dokunmalar, tıpkı Michelangelo’nun resmettiği gibi.

‘Skycell’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Theo’ya Mektuplar

Vincent Van Gogh, Yapı Kredi Yayınları, 6.baskı, İstanbul, Şubat 2011, Çeviri: Pınar Kür, sayfa sayısı: 251

‘VAN GOGH, TOPLUMUN İNTİHAR ETTİRDİĞİ..’ – ANTONIN ARTAUD

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“çalışan bilincin sayıkladığına karar veriyorsunuz, onu diğer yandan iğrenç cinselliğinizle boğazlamaktayken..

ve işte zavallı ‘van gogh’un iffetli olduğu düzlem budur,

bir meleğin ya da bir bakirenin olamayacağı kadar iffetli, çünkü asıl onlardır

kışkırtan

ve başlangıçta besleyen, büyük makinasını günahın..

belki de zaten, doktor L., haksız meleklerin soyundansınız, ama lütfen rahat bırakın insanları,

‘van gogh’un her çeşit günahtan arınmış vücudu, delilikten de arınmıştı, ki onu zaten bir tek günah getirir..

ve ben katolik günaha inanmıyorum,

ama erotik suça inanıyorum, ondan ki yeryüzünün bütün dâhileri,

tımarhanelerin sahici delileri sakınmışlardır,

ya da o zaman sahici deli değildirler..

ve nedir sahici bir deli?

insan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır..

böylece, toplum, kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak..

çünkü bir deli, toplumun dinlemek istememiş olduğu ve dayanılmaz gerçekler söylemesini engellemek istemiş olduğu bir insandır da..

ama, bu durumda, içeri kapatma onun tek silahı değildir, ve insanların hemfikir toplaşması, kırmak istediği iradelerin hakkından gelmek için başka yollara sahiptir..

kır büyücülerinin küçük büyülemelerinin dışında, bütün uyarılmış bilincin dönem dönem katıldığı muazzam toplu büyüleme hareketleri vardır..

böylece, daha yumurtası kabuğunda bir savaş, bir devrim, bir toplumsal kargaşa durumunda, birlik olmuş bilinç sorgulanıyor ve kendini sorgular.. yargısını da duyurur..

onun, kimi yankı uyandıran bireysel durumlarla ilgili olarak da doğurtulduğu ve kendisinden çıkartıldığı olabilir..

böylece, ‘baudelaire, edgar poe, gerard de nerval, nietzsche, kierkegaard, hölderlin, coleridge’ ile ilgili, üstünde herkesin anlaştığı büyülemeler olmuştur,

ve ‘van gogh’la ilgili de olmuştur..

bu gündüz meydana gelebilir, ama genellikle, tercihen, gece meydana gelir..

böylece, acayip güçler kaldırılıp getirilmektedir yıldızlı gökyüzüne, kişilerin çoğunun kötü tininin zehirli saldırganlığının, bütün insan soluk alışı üstünden, oluşturduğu şu bir çeşit karanlık kubbeye..

böylece, yeryüzünde çırpınmış ender açıkgörür iyi niyetler, gündüzün ve gecenin bazı saatlerinde, kendilerini sahici ve uyanık bazı kabus durumlarının dibinde görürler, çevreleri, yakında törelerde açıkça belirdiği görülecek bir çeşit yurttaşlık büyüsünün müthiş emmesiyle, müthiş dokunaçlı baskısıyla sarılmış..

bir yandan cinselliği, diğer yandan da, zaten, kilise ayinini, ya da başka ruhsal ayinleri, temel ya da dayanak noktası olarak elinde bulunduran bu oybirlikli pisliğin karşısında, motif üstünde bir manzara resmetmek için on iki mum bağlı bir şapkayla geceleyin dolaşmakta sayıklama yoktur;

çünkü nasıl yapacaktı zavallı ‘van gogh’, kendini aydınlatmak için? geçen gün dostumuz, oyuncu ‘roger blin’in, haklı olarak belirttiği gibi..

pişmiş el ise, sadece ve sadece kahramanlıktır, kesilmiş kulak, dolaysız mantık,

ve tekrarlıyorum,

kötü niyetini amacına ulaştırmak için

gece gündüz, ve gitgide daha çok, yenilmez olanı yiyen bir dünyaya

bu noktada

çenesini kapamak düşer..”

 

POST-SCRIPTUM

 

“van gogh özel bir sayıklama durumundan dolayı ölmemiştir,

ama başlangıcından beri bu insanlığın haksız tininin çevresinde çırpındığı bir sorunun bedensel olarak zemini olmaktan dolayı ölmüştür..

tenin tine, ya da bedenin tene, ya da tinin her ikisine üstünlüğü sorununun..

ve nerededir bu sayıklamada insan benliğinin yeri?

‘van gogh’ kendisininkini bütün hayatı boyunca garip bir enerji ve kararlılıkla aramıştır,

ve bir çılgınlık an’ında, ona varmamanın büyük korkusunda intihar etmemiştir,

ama tersine, ona tam varmıştı ve ne olduğunu, kim olduğunu tam bulmuştu ki toplumun genel bilinci, kendisinden kopmuş olduğundan dolayı onu cezalandırmak için,

onu intihar etti..

ve ‘van gogh’la da her zaman olduğu gibi oldu, bir seks partisi, bir kilise ayini , bir tövbe duası, ya da başka bir kutsama, sahibiolma, dişi ya da erkek cinlere karışma ayini esnasında..

böylelikle onun bedenine girdi,

bu tövbe edip bağışlanmış,

kutsanmış,

kutlu kılınmış

ve cinlere karışmış

toplum,

ondan yeni almış olduğu doğaüstü bilinci sildi, ve, iç ağacının tellerinde bir siyah kargalar taşkını gibi,

ani bir düzey değişikliğiyle onu su altında bıraktı,

ve, onun yerini alarak,

onu öldürdü..

çünkü modern insanın anatomik mantığıdır, hep sadece cinlere karışmış olarak yaşayabilmiş ve yaşadığını düşünebilmiş olmak..”

ANTONIN ARTAUD..

‘VAN GOGH, TOPLUMUN İNTİHAR ETTİRDİĞİ..’ , ANTONIN ARTAUD, Çeviri : AHMET SOYSAL, NİSAN Yayınları, Eylül 1991, 62 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Resimler…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bazen plan yaparsınız günler öncesinden şu saatte şurada olmalısınızdır, İstanbul gibi bir yerde varış zamanını ayarlayıp ona göre yola koyulmak gerekir. Dün de, sabah 10’da bir görüşme için toplantı yerine ulaştığımda, bir başka telefon planın o anda değişmesine neden oldu, Kavacık’tan Yeşilköy’e zorunlu bir gidiş. Hadi bakalım – just in time- Stres! Bir taraftan işin yoluna girmesi, verilen sözün yerine getirilmesi için dua ederek, hızla yol alıp, varılacak yere varmak. Bir taraftan ikna etmek için konuşacağınız kişiye ne söylemeniz gerektiğini düşünmek. Neyse ki, eskinin çok alışıla gelmiş devlet memuru davranışı tamamen yok olmasa bile, işin çözümlenmesi için mantıklı ve iyimser işini yapan insanlar var.

Plan değişikliği günlük programın da değişmesine neden oldu, erken bir saatte Taksim’e varınca, uzun zamandır gitmediğim İstiklal Caddesi’nin havasını koklama fırsatım oldu, özlemişim. Beyoğlu’nun farklılıklarını ara sokaklarda daha iyi hissediyorsunuz, İstanbul’u sevdiren de bu olmalı. Monotonluk yok. İlerlerken sağ tarafta sokak başında bir tabela dikkatimi çekti. ‘DOĞANÇAY MÜZESİ’. Burhan Doğançay’ın resimlerine meraklı bir yakınım için bilgi toplamak, hem de kendimi mutlu etmek için müzeye doğru yolumu değiştirdim. Üç katlı tarihi bir binanın içine girip, en üst kattan başlayarak aşağıya doğru resimler arasında güzel bir zaman geçirdim. Ressamın gittiği yerlere gittim, resim sanatının insan algısına etkilerini yaşadım, hayran kaldım. Türkiye’nin ilk modern sanat müzesi olarak, tanıtılan müze her gün 10:00-18:00 arası açık. Aylaklık yaptığım bir kaçamak oldu, hayata tutundum resimlerden ve dostlardan. Aylak dostlarla paylaşmak istedim, beğendiklerimi. Resimlerin orjinalini görmek çok daha güzel. Yukarıda kırmızının yoğun kullanıldığı ‘A Corner in Mexico’ çok etkileyici geldi bana. Ancak tavsiyem yolunuzu düşürüp, sizin de kendinizi ödüllendirmeniz. Koleksiyoner olamasanız da, bakmak bedava!

Resimlerle ve gülüşünüzle kalın…

‘SKYCELL’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ressam Berna Gülbey Derman’ın “Saklı Beden”leri

Sanatçının zihnimde canlandırdığı duygu, bana çok önceden izlediğim bir filmi hatırlattı. Filmin bir karesinde nesnelerin kendisi olma eğilimi içinde olduğunu vurguluyordu. Ve aniden poşetle rüzgarın dans ettiği kare gözümün önünde beliriverdi.

Sanatçı nesneleri betimlerken, onları kendi içinde yalnızlığa itiyor; aynı zamanda her an hayat bulacaklarmış gibi bir izlenim veriyordu izleyiciye. Derin bir yalnızlık duygusu uyandırıyordu insanda.  Bedenin ötesindeki ruh, nesnelerle şekilleniyordu sanki. Her nesnenin kendine has güzelliğini ve varoluşunun anlamını sunuyordu.

Sanatçının kıyafetlerinde bedenler yoktu ama izlerini taşıyordu. Nesnelerin iç dünyasına yolculuk yaparken bedenleri saklıyor ve belirsiz, kırılgan anlamlar yüklüyordu. Nesneleri kimi zaman bir askıda, kimi zaman boşlukta sergileyerek maddelerin mahremiyetini ortaya koyuyordu. Nesnelerin duruşu, sanki değişen insan figürlerini barındırıyordu içinde. Hem kendi içinde yalnız hem de bir o kadar kalabalık…

‘Siyah’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yaşam , belleği icat etmekle gaddarlık etmiş..’ – FRIDA KAHLO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘gecelerim çarpan kocaman bir yürek gibi.. gecelerim aysız ; pencereden süzülen gri ışığa gözünü kırpmadan bakıyor.. gecelerim ağlıyor , yatağım nemli ve soğuk.. gecelerim beni yokluğuna itiyor ; seni arıyorum , yanımdaki dev bedenini , soluğunu , kokunu arıyorum.. neredesin.. bedenim , şu sakat külçe , senin sıcaklığında bir an kendini unutmak istiyor..

gecelerim paçavraya dönmüş bir yürek.. gecelerim beni aşkla tutuşturuyor , ama senin eksikliğini çektiğini biliyor ve bu gerçek karanlıkta bir bıçak gibi parlıyor..

gecelerim sana uçabilmek , seni uykunda sarmalayıp bana getirebilmek için kanatları olsun istiyor.. ama gecelerim her türlü deliliğin yasak olduğunu ve düzensizlik yarattığını biliyor..

gecelerim senin ve benim hazza eriştiğimiz , görmek için röntgencilik yapmak istiyorum , ama bedenim birkaç sokağın ya da adi bir coğrafyanın bizi ayırdığını anlamıyor..’

‘geceler uzun.. her dakika beni ayrı bir dehşete düşürüyor ; her yanım , her yanım sancıyor.. insanlar benim için kaygılanıyorlar.. bense bunu engellemek istiyorum.. ama insan kendi kaderini değiştiremezken , başkalarının kaygılanmasını nasıl engelleyebilir ki.. şafak hep uzaklarda.. şafağın atmasını mı arzuluyorum yoksa asıl istediğim gecenin daha da derinine mi dalmak , bilmiyorum.. evet , belki de aslında her şeyi bitirmek istiyorum..

yaşam , üstüme böyle varmakla gaddarlık ediyor  bana.. bu oyunda kağıtları daha iyi dağıtmalıydı.. payıma çok kötü bir el düştü.. bedenimde kara bir tarot var..

yaşam , belleği icat etmekle gaddarlık etmiş.. en eski anılarını ayrıntılarıyla içlerinde taşıyan ihtiyarlar gibi , ölümün kıyısına gelmişken belleğim , güneşin çevresinde dönüyor ve neleri aydınlatmıyor ki o güneş.. her şey mevcut , hiçbir şey yitmemiş.. tıpkı size daha da canlılık verecek , içinizi acıyla zonklatan gizli bir güç gibi : hiçbir gelecek olmadığının kesinliği karşısında geçmiş büyüyor , kökleri genişliyor , bendeki her şey bir kök tabaka halinde , renkler her tabakada saydamlaşıyor , en ufak görüntü mutlaklaşma eğiliminde , yürek kreşendo atıyor..

ama resmetmek ,  tüm bunları resmetmek artık olanaksız..’

‘FRIDA KAHLO , Aşk ve Acı’ , RAUDA JAMIS , Çeviri : HÜLYA UĞUR TANRIÖVER TUFAN , EVEREST Yayınları , Ağustos 2002..