Archive for the ‘Yazar : ‘Taflan’’ Category

kuşlar, yağmur yağınca nereye gider?

hulki aktunç ve  didem madak’tan sonra… bana nilgün marmara’yı hatırlatan şair.. 
seyhan erözçelik hayata veda etti
.  keşke daha çok tanısaydım.. okusaydım..

-haydar ergülen’in nilgün marmara’nın doğum günü için yazdığı yazıda şöyle geçer şairler yazarlar.. isimler.. 
  “İçine kanatlandığı günün ertesinde Nilgün’le Kağan’a gidecektim. Nilgün, Kağan diye yazıyor. Çok yalnızdım ve başka yalnızlar gibi, başka yalnızlarla birlikte sık sık Kızıltoprak’taki eve gidiyordum ben de. O yalnızların başında elbette Ece Ayhan gelir. Cemal Süreya gelir, birbirinden iki yalnız gelir. İlhan Berk, Tomris Uyar, Tevfik Akdağ’ı da görmüşümdür orada. Sonra Nilgün’ün arkadaşları gelir, öyleyse şimdi onlara ‘Nilgün yalnızları’ ya da ‘Nilgün’ün yalnız bıraktıkları’ demek gerekir: Gülseli İnal, Ahmet Soysal, Lale Müldür, Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, ben, bazen Akif Kurtuluş, Mustafa Irgat, Boğaziçi’nden Cemal. Şimdi edebiyat yapıp Boğaziçi Üniversitesi’nde Nilgün’ün oturduğu Umutsuzlar Merdiveninden mülhem Yalnızlar Merdivenine sıralanırdık demek mümkün, ama yeri değil, hem de öyle değil.” 

‘Taflan’

 

NİLGÜN’ÜN GÖZTAŞI – Seyhan ERÖZÇELİK

Ahşap bir kutu.
Açtım.
Öylece duruyordun ve… bakıyordun bana.
Göğermiştin.
Göz mıknatısıydın.

Ne tuhaf, içimde inanılmaz
bir istek uyandırdın.

Nilgün, “Sakın ağzına sürme!” diye uyardığında,
ben çoktan dilimi değdirmiştim sana.

Acıydın.
Acı.

Şimdi yüreğimde bir taş.

( Nilgün: Nilgün Marmara)
(Geceyazısı, Ocak 2004)

 
‘Aşk, merakla başlar.
Sonra koku ve ısrar gelir arkasından.
Kurtulamazsın, sıyrılamazsın.. 

Seyhan ERÖZÇELİK’

 

ağlıyorsam gözyaşım iki gözüme dursun..

‘yürekleri kara bağlamış, kara sesli, aydınlık düşmanı zavallılar.. yakmakla bitiremediniz kırmakla mı bitireceksiniz.. 

can babayı ancak güldürebilirler..

o okkalı bir küfür savurarak nasıl da gülüyordur şimdi..

‘siz benim mezarımı parçalayarak beni kıramazsınız.. incitemezsiniz…  ben hayatı dibine kadar yaşadım.. üç kere intiharın eşiğinden döndüm.. acı çektim.. sevdim.. rakı içtim.. ve en önemlisi şiir yazdım.. 

ağlıyorsam gözyaşım iki gözüme dursun.. vermişim ben canımı al- uzun bir havaya…’

‘TAFLAN’

 

çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım!

“… Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.”
Didem MADAK
 
didem madak çok genç yaşta ölümü  yaşadı..  çok çok iyi bir şaiiri unutup, geçmek istemedim..
şöyle kısa bir hayat tanımı .. bir kaç yerden alıntılar..  ve 2 adet şahane şiir ..

1990 kuşağının en iyi şairleri arasında gösterilen Didem Madak, 23/7/2011 tarihinde hayata veda etti. Bir süredir kolon kanseri tedavisi gören Madak, 41 yaşındaydı. ‘Müsvedde’ şiirinde “Anlatarak bitiriyorum hayatımı/ Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat/ Bir çiçek çizdim bu akşam avucuma/ İsmini her şey koydum/ Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan/ Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım/ Yıldızlı bir gecenin” diyen Madak’ın cenazesi bugün öğle vakti Şişli Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verilecek.
1970 İzmir doğumlu Madak, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Tezgâhtarlık, sekreterlik, anketörlük gibi işlerde de çalışan Madak’ın şiirleri Ludingirra, Öküz ve Sombahar gibi dergilerde yayımlandı. ‘Grapon Kâğıtları’ isimli ilk kitabı İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü kazanan Madak, 2002 yılında ‘Ah’lar Ağacı’, 2007 yılında ise ‘Pulbiber Mahallesi’ adlı şiir kitaplarını yayımlamıştı.
Bireysel ve toplumsal özgürlük vurgulu şiirlerinde kadının iç dünyasını yansıtan Madak aynı zamanda, Wayne Miller ve Kevin Prufer’ın yayıma hazırladığı ‘New European Poets’ adlı antolojide ‘Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım!’ şiiriyle Türkiye’yi temsil etmişti:
‘… Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım./ Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum./ Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen/ Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?/ Bir gül, bir güle derdi ki görse/ Yalan söylüyorum/ Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.’

çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım!

‘zenciler prensesi olacağım
hayat işte asıl o zaman başlayacak’

pippi uzunçorap
çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
bilmiyorsunuz. darmadağın gölgemi
çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
karanlıkta oturuyorum. ışıkları yakmıyorum.
çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
bir yağsam pahalıya malolacağım.
ben bir bodrum kat kızıyım bayım
yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
fakat korkuyorum. birazdan da
kırk üç numara ayakkabılarınızla
bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
bu iyi olmaz bayım!

“gün akşam oldu” diyorum
ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
cam kırıkları yiyorlar
rüyamda; bir kase dolusu suyun içinde
rengarenk yap-boz parçacıkları
anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
hayır, sanırım sabahı bekleyemem
bilmiyorum.
insanlar rüyalarını acilen anlatmalı.

ondört yaşındaydı ruhum bayım
bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
o ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
sinemalarda da “organzm gıcırtıları” oynuyordu.
kaçmaya çalıştım. olmadı.
bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
neyse işte
ben her filmi hatırlarım
sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
“sofinin tercihi”ni seyrederken çok ağlamıştım.
öpüşen guramilerle ilgili bir film yapsalar
onu da mutlaka hatırlardım.
insan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
bir “eşya toplayıcısıyım” bayım.

büyük gemiler yok artık bayım
büyük yelkenler de
büyük kağıtlar yakmak istiyor şimdi canım
işte az önce bir karabatak daldı suya
bir süredir de kayıp
dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
bir gül, bir güle derdi ki görse
yalan söylüyorum
güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.

DİDEM MADAK

..

 SİZ AŞK’TAN N’ANLARSINIZ BAYIM?

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum…
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım…
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmaya
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!

Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!

DİDEM MADAK

amy winehouse için kederim ise ayrı bir yazı konusu… o bir kelebekti ve ömrü bu kadardı.. daha fazla yaşayamazdı..

bir şarkısını gönderiyorum.. 

love is a losing game..

çok sevgiler..  

‘Taflan’

ve her şey, her şey birbirini yer..

‘yalnızlık ..  dört yanı sen’lerle çoğul..

yalnızlık.. mutfakta biriken bardaklar..her bardakta sadece  sana ait olan.. dudak izleri..

evet.. hayatımızda mutlak olan o tek şey’lerden biri de kişinin yalnızlığı.. kendineliği…

ve sonunda inandım ki  herkes her şey  birbirini  bir süre sonra yemeye başlıyor.. 

ve mutlak son ise  yine tek başına olmak..

ZEKİ DEMİRKUBUZ; türk sinemasının en önemli bağımsızlarından biri.. filmlerini izlemek.. arka sokaklarda kir pas içinde, aciz, çaresiz, yoksul, kimsesiz yürümek..yara bere içinde kalmak.. düşüpte  kalkamamak..

ayağa kalkmak istememek.. düştüğün yerde dizlerini karnına çekerek, öylece sonsuza kadar uyumak isteği..

bu kadar kalabalık duygu içinde bir o kadar da duru bir anlatım,.

Ve filmlerindeki  kapıların gizemi.. 

Demirkubuz’un cezaevinde yazmaya başladığı ve edebiyata ilgi duyduğu dönemlerde DOSTOYEVSKY’nin  özellikle ‘SUÇ VE CEZA’nın etkisinde kaldığı,  “YAZGI” filmini ise  ALBERT CAMUS’nun ‘yabancı’sını yeniden biçimleyerek çektiği malumdur..

 En sevdiğim filmi  ise ,,,

 KADER ;  film haluk bilginer ve derya alabora’lı masumiyet’in  öncesini anlatan bir film.. masumiyet ne kadar  güçlü  ise kader filmi de  bana göre başyapıt .. masumiyetin gölgesinde kalmadan ilerleyen yolunu bulmuş bir film..

 aşkı en güzel, en rezil, en çaresiz ve en güçlü anlatan  filmlerden..
ve insanın kafasını, aklını, kalbini darmadağın eden bu sahne..

BEKİR ; “geçen gene çocuk hastaydı..ilacı bitmiş almak için dışarı çıktım..

sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz..
birden durup dururken içim cız etti.. bir baktım gene aynı karın ağrısı..

öyle özlemişim ki seni.. dönerken bir meyhane gördüm,

bir içeri girdiğimi hatırlıyorum bir de rakıya yumulduğumu..

arkasından en az 4 cigaralık.. sonra bi gözümü açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor..

bir daha açtım başımda bir çocuk ‘Kalk abi’ diyor, ‘Kars’a geldik’..

otobüsten indim yürümeye başladım.. dedim allahım neredeyim ben, burası neresi?

sonra güç bela burayı buldum.. kapının önünde durup düşündüm..

dedim ‘Bekir, bu kapı ahret kapısı, bu köprü sırat köprüsü..

bu sefer de geçersen bir daha geri dönemezsin’, ‘iyi düşün’ dedim..

düşündüm, düşünüyorum, ama olmadı, dönemedim..

sonra ‘bak oğlum’ dedim kendi kendime, ‘yolu yok, çekeceksin.

isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle.

Yol belli, eğ basını, usul usul yürü şimdi’.”

Ve filmde aklımda kalan,  gonca öncel’in pansiyonda

yan odadan gelen sesi ve şarkısı…

İster kul ol ister köle..

Tüm aşklar bir gün bitecek..

 

ve her şey , her şey  birbirini yer..

‘TAFLAN’

………….

‘bizi karşıya geçir
bu bahçesi dağılmış
elmanın cinnetidir
bizi kayığına alma
senden karşıya geçir’


HAYDAR ERGÜLEN

‘Hey gidi duyumuna yandığımın dünyası…’

“eğer bir gün susarsam../..bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir;
her şey  söylenmemiş…/..hiçbir şey söylenmemiş../.. olsa bile….”…- Samuel Beckett

‘sevgili dost’uma.. ‘n’e.. merhaba olsun.. özlemişim.. yazamadım.. ama gün içi hep izlediğim, okuduğum, la bu aylaklar çok başka insanlar, tuhaf , tezat, şahane  insanlar.. aslında ne kadar da hayatı severek, dokunarak, duyumsayarak, sahici yaşıyorlar diyerek  gülümseyişim.. ee biz de behzat ç.’yi pek severiz.. hep orda olduğunu bilmek güzel.. 

yaprağın düşüşü, yıldızın kayması, yağmur,

denizzzz kadar, menekşe, gül, papatya, karanfil,  

kırçiçeği, katır tırnakları, gökyüzü, ırmaklar, kuşlar, çocuklar, ölüm, sevgi’ler, dostluk ve aşk  kadar  duyumlu değildim..

olsaydım herşey elimden kayıp gitmezdi.. gözyaşlarım bile benden akıp gidiyor..  eğer olsaydım..??’

 

‘TAFLAN’


Buz Gibi
 
Aşk iyidir bak
Duyumunu artırır insanın
Hele don gömlek sabahları
Tıraş olacağını duyarsın
Yeni gömleğini giyeceğin gelir
Bir yeni biçim eklersin insan olacağa
Masaya, merdivene, aynalı dolaba
Derken ardından şıpın işi bir kahvaltı
Amanın dersin bu ne delice gidiş?
Paldır küldür açar mıydı fıstık ağacı?
İspinoz düşünür müydü?
Deli olan kaşınır mıydı?
Kolların upuzun Walt Whitman’ı okumaktan
Ağzın desen bir karış açık
Sokaklar yok mu, o sokaklar
Önce bir yeşile işkilli
Evlerde büyümeler, alıp başını gitmeler olacak
Kızıp duracaksın üstüne başına konan toza
Televizyondaki işe
Usanmak, hızını eksiltmek dendi mi
Cin ifrit kesileceksin birden.
 
Hey gidi duyumuna yandığımın dünyası
Alıp vereceğin olacak ille

Aşk maşk buz gibi yaşayacaksın… 

Edip Cansever

‘Acı çekmiş hiç kimse , artık eskisi gibi değildir..’ – Cesare PAVESE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

a short film about love nedense bazı filmleri orijinal isimleriyle değil de benim aklıma yerleştiği imgeleşmiş  türkçe  ismiyle söylemeyi , seslenmeyi  seviyorum..

 aşk üzerine kısa bir film.. evet benim filmimin adı bu…

krzysztof kieslowski‘nin en çok sevdiğim filmlerinden biri… yine istanbul’un o en çok sevdiğim beyoğlu sinemalarında izlediğim günlerden kalan bir hediye..  aralıklı olarak yıllar içinde toplamda 8-10 kere seyretmişliğim var sanırım.. yine de ilk defa  görüyormuş gibi heyecanlanırım.. müziği içimi yakar.. oradaki aşkın acemiliği , naifliği , masumiyeti içimi yakar.. benim filmlerimden biridir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TOMEK .. çocuksu masumiyeti , cesareti , alınganlığı , aşkla çarpan yüreği ve aşkı için yaptıkları.. gülümsüyorum.. ve kendisinden yaş olarak çokça büyük olan bir kadına olan sevgisi , onun yanındaki acemiliği.. ve bizi hiçbir çıkmaza , sorgulamaya , eleştiriye sokmadan , sadece oradaki masum aşkı görmemizi sağlayan  Kieslowski.. çok naif ve bir o kadar da etkili bir filme imza atmış.. aşk üzerine çekilmiş en etkili filmlerden biri..    

ve filmin sonunda yaşanan şey.. aşkın tam kendisiydi.. aşkta roller her an değişebilir.. güçler değişebilir..  evet burada da kadının genç adamın yerini alması.. rollerin değişmesi.. artık genç adamın hayallerinin , kadının hayalleri olması.. yazarken bile yüzümü gülümseten..  aşk üzerine kısa bir film.. her aşk zaten kısa değil midir aslında.. biz çekiştirdikçe çekiştirir , anlamlar yükler , ağlar , zırlar bitmesin diye hep geriye dönüp dönüp baştan almaz mıyız.. ah keşke aşk karşısında biraz gücümüz olsa da onu kaldığı , zorlandığı yerde bırakabilsek.. aşk aşk olarak kalabilse..  biz de biz olarak kalabilsek.. çünkü  acı insanı büyüttüğü , olgunlaştırdığı kadar insanın içinden çok şeyi de alıp götürür.. asla eskisi gibi olamazsınız.. çoğunlukla  ezicidir.. çünkü ateş etrafındaki yakabileceği herşeyi yaktıktan sonra ancak söner..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sen ne büyüksün Kieslowski.. yönetmenim.. polonyalı deha yönetmen.. bir yorumda rastlamıştım.. bana göre de kaderciliği işler  filmlerinde.. onun filmlerini izlerken kutsal bir resmi geçit vardır gözünüzün önünde.. az ışıklı , soluk renkli , hüzünlü , alaycı tavırlı filmlerini izledikten sonra bir daha aynı olmak imkansız..  küçülür , ufalır ,  sadeleşir , eşit olursunuz…

ve yönetmenin fransız devriminin üç düşüncesi olan özgürlük , eşitlik ve kardeşliğin günümüzdeki anlamlarını sorguladığı , 

üç renk üçlemesinin mavi’ si…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ve yine Juliette Binoche  evet Julie‘nin yaşadığı trajedi , bunalımları , yalnızlık duygusu , çaresizliği , yaşam ile ölüm arasında gidip gelmesi , gidenin ve geri gelmeyecek olanın ardından yaşananlar , Presnier‘in etkileyici müziği..

bugün sabahtan beri aralıklarla  dinlediğim  koma hivron.. ve en sevdiğim şarkılarından :

‘bablisok..’

Hüzünlerimin acısını
Yakınlaştırıyor bana yine
Gönlüm acılar nehri
Hüznüm sen, sevincim sen
Bazen gözlerin
Bazen de rüzgarlar
Öldürüyor beni

Sabah erkenden gönlümün misafiri
Hüzün ..
Gönlümün kıyısında
Umutlar coştu yine
Bazen gözlerin
Bazen de rüzgarlar
Öldürüyor beni..

ve bazen  içimizi kaplayan  iyi duygulara rağmen.. neden bazen bir el uzanır sanki içinizi sıkar ve sıkar ve kurtulamazsınız.. keşke hiç bir şeyi hatırlamasak bazen..

bazen.. daha fazla hatırlamamak için  o anda

hiçbir şey olmak istersiniz..

‘TAFLAN..’

Yazıyorum: Ey , sen , acı. Peki sonra ? ” / “Artık sabahı da kaplıyor acı.”

Cesare PAVESE….

‘lan gardaş bu nasıl yara ? kanar her yerimden..’

Bir su başında durmuşuz  .. her deniz kıyısında  oturduğumda bunu hissederim.. su ne güzeldi. deniz olmasa ne doldururdu yerini.. su başında durmuşuz.. ahmet kaya’nın sesi yankılanıyor..  söylüyor..  söylüyor biz hiç bıkmıyoruz.. her dinleyiş başka bir şarkısına türküsüne hasret bırakıyor… 

Yağmurdan mı yoksa aşktan mı ..

 Ağladıkça ağladıkça, dağlarımız yeşerecek..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ağlamaklı oluyorum.. boğazımda bir düğüm.. gerçekten yeşerir mi bozkırlarımız ağlasak ağlasak..  sonra üstüne rakının beyazına karışıyoruz yeniden.. üstüne  bir de bakmışız ahmet kaya olmuşuz hep bir sesten.. başımızda martı kuşları.. denizlerin serseri çocukları.. martılar ki sokak çocuklarıdır denizlerin” der can şairimiz.. biz severiz sokağa ait olan her şeyi.. iyi hissederiz sokakta kendimizi.. dağlar gibi saklar kendine sığınanı.. kavgasını da sevdasını da  savunur.. göstermez kimseye gözyaşını kalp ağrısını yürek yangınını..

sonra.. o güzel sesiyle bir de attila ilhan şiirinden söyler.. insan bir şarkı dinlerken bir de kulağa gelen  o şiir tadı yokmu ..  hep kendinden birşeyler kattığın o dinlemeler durdurulamaz hiç.. bir tane daha gelir aklına..  anılar gelir… anılar gider.. bazen uğurlanır sonsuza kadar bir  çırpıda .. bazen yeniden yüreğe düşer bütün sıcaklığıyla..

Sen benim hiç birşeyimsin..  varlığın yokluğun anlaşılmaz..

hep 1 eksiğiz diye mi? .. insan tarafımızın hüzün beyazı hep aramızda..   yine de bu kadar içlenirken ve 1 eksikken insan nasıl kendini bu kadar iyi hissedebilir ki.. bu kadar kuvvet ve yaşama sevinci gelebilir ki.. gelir ahmet kaya sesiyle.. onun sesi gençliğimizdi.. sevdiğimizdi.. heyecanlarımızdı.. kaybettiğimiz düşlerimiz ve umutlarımızdı.. büyüdüğümüzdü…

sonra..  hüseynikten yola çıkmadan olur mu ? nasıl da severim bu türküyü..

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme.. Bilmem şu feleğin bana cevri ne..

Ahmet Kaya sevgisi bitmez.. ölümüne duyulan isyan bitmez.. uğradığı saldırılar , iki dilde de anlaşılmaması bitmez..

Hep hasret kalınır türkülerine..  okuduğu şiirlere.. sesine..

Bir de yaralarımız için söylesin.. o hep kanayan yaralarımız için söylesin.. gayrı gider oldum desin bir de..  bir yara bu kadar mı güzel olur onun dilinde..

lan gardaş bu nasıl yara..

bir şiir bu kadar mı güzel okunur..  enver gökçe’nin kelimelerini  haykırsın..

ümmiydiler, gurbetçiydiler
gülmemişti hiç biri…
ve soğuk asvan pulur hıdıröz
ve huni su payriği zalbar ve pul ve güci
kırani haksini henisik hulmin
karapınar ecüzlü  vahşin venk
ve payamlı ve süderek
haritadan silindiler bir sabah…

lan gardaş bu nasıl yara?
kanar her yerimden..”

suskunluktu..

Korkarım dönmez yüreğim , korkarım güzelim korkarım..’

‘TAFLAN’

‘Bir çocuk , bütün oyunlara yazılır’

İnsan, varlığını sürdürebilmek için önce şeylere değer biçti -şeylerin anlamını o yarattı, insanca bir anlam yarattı. Bu yüzden ‘insan’ diyor kendine; değer biçen demektir bu. -Friedrich Nietzsche

kendisi ile ilgili bir hikayeyi anlatmaya başlarken, tarihleri saatleri tam olarak veren insanlara her zaman hayranlık duymuşumdur.. kitaptan okur gibi  yaşadıklarını  an be an  anlatan arkadaşlarım vardı.. benim için ise  3 cümleyle özetlenebilecek  birşeydi herşey.. daha fazlasına içim razı olmazdı anlatmaya.. nedense hep kendime saklardım..  ama insanın öyle herşeyi de anlatılmaz ki canım.. örneğin aşkı anlatmaya kalkışsam.. bana göre ; aşk akan bir nehir gibidir her baktığında gördüğün başka bir su’dur.. oysa biz hep aynı suya baktığımızı sanırız.. aşk akan bir nehirde, hep aynı suya bakamamaktır.. nehrin suyu hep akar ve değişir..  her gün yenilenen birşeydir.. o yüzden de hep  aynı değildir..  bir an severken, bir an nefret ederken, bir an özlerken, bir an kaçarken, bir an onsuz yaşayamamaktır.. o yüzden de anlatamamaktır..

ama bugün bir enteresan bir gün’dü… geçmişten bir sürü anı karşıma çıktı.. filmleriyle birlikte..
1990’lı yıllardı .. köprü üstü aşıkları filmi.. Yönetmen ve senaryo  Leox Carax .. Fransız Devrimi’nin 200. yıl kutlamaları için restore edilmeye başlanan Paris’in en eski köprüsü olan Pont-Neuf, sokağa düşmüş alkolik bir sirk cambazı olan genç Alex  ve başarısız bir ilişkinin ardından çektiği üzüntünün giderek körleştirdiği güzel ressam Michèle..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

juliette binoche’u ilk  defa o filmde izlemedim tabii. ondan öncesi varolmanın dayanılmaz hafifliği’nde benim hayata çok yakıştığım, ve yaşamımın o en  anlaşılır  dönemlerine yakışan bir güzel filmin ortasında rastladım.. ve benim de hayatımın kadınlarından biri oldu..  evet  aslında biz kadınların da, hayatının kadınları vardır.. bir kadın aslında hiç sezdirmeden başka bir kadından feyz alır durmadan.. yolunu çizerken.. seçimlerini yaparken.. birini severken..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

köprü üstü aşıkları olağanüstü filmini ise anlatmak yetersiz kalır.. keşke bir kere daha izleyebilsem.. bir ara çok uğraştım ama ulaşamadım hiç bir yerde.. sonra o da hayatımdaki her şey gibi silikleşti.. keza dalgaları aşmak filmi de öyle.. Yönetmen Lars Von Trier..  daha sonra müptelası olacağım yönetmenim.. ve tabii ki  Emily Watson bir düş gibiydi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinema sanırım bir ritüel benim için.. bir filme başlarken daha yaşadığım  heyecan kadar sonrasında yaşadığım o yıkanmak, yenilenmek ve başka dünyalara dahil olmak,  ancak tek bir kelimeyle anlatılabilir..huzur..  benim sinemalarım daha sonra da hiç bitmedi.. hep üstüne eklendi..

şu anda ezginin günlüğü ‘rüya’ şarkısını söylüyor.. tatlı bir esinti gibi..

‘Bir kuş uçar gökyüzünde süzülür
Bir çocuk bütün oyunlara yazılır
Bir gül kokar, tüm çiçekler ezilir
Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir…’

‘TAFLAN’

sevgiler…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sevgiler…

 sevmek ve gitmenin  o buruk, kekremsi tadı…  yine de arkamı dönüp baktığımda  menzilimde olmalı her şey.. gitmek bir bıçağın keskin ucu..  dönersin ama bu  sessiz bir gözyaşıdır.. her şey değişmiştir.. bulamazsın artık bıraktığın çoğu şeyi, duyguyu, kişiyi.. aslında hiç gitmek istememişsindir çünkü.  ama uzaklaşmasan daha çok tükenecektin.. ve bilirsin ki aslında kalandır terkeden..
gün geliyor her şey bitiyor dirhem dirhem azalıyor sevgilerde.. ve bir bakıyorsun bitmişsin be.. sana insan insan bakan gözler yok artık.. bu  kadar mıydı ? sevmek ..  sevmek bir pırıltı gibi gelip geçer mi sadece..  öyle değil işte..  sevmek çok uzun bir kelime. .seversin seversin bitiremezsin… gidersin gidersin bitiremezsin.. üstüne ne eklersen ekle  hep eksik ,  hep hüzünlü , hep buğulu.. 
işte sevmek böyle bir şeydi aslında.. gülüştüğünüz günleri hatırladığınızda gözlerinizin yaşarmasıydı.. cemal süreya’nın ‘zuhal’ine yazdığı mektuptaki gibiydi.. okursun ve susarsın.. çünkü canın sevmekte istemez artık bunun üstüne.. 
 “düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senle ben arasındaki ilişkiye. daha büyük, daha sağlam bu bizimki. aşk onun içinde sadece bir kısım galiba. ötesinde aşkla birlikte, ama yer yer, zaman zaman onu aşan başka duygular, başka esriklikler, başka baş dönmeleri de var bizde. seni seviyorum ve senin için her şeyim. beni seviyorsun ve benim için her şeysin. bir insan için şu kısa hayatta daha önemli ne olabilir ki.”

 ‘TAFLAN’

”SEVMEK NE UZUN KELİME”  – Cemal SÜREYA…

 

  

 

 

 

 

 

 

(fotoğraflar : crockett..)

‘bu gece dursana dünya…’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bugün kelimelerimi orda görünce .. bakakaldım duygularıma, kendime ve  içimdeki kırılgan çocuğa.. birinin ellerini uzatıp yüreğime dokunması ve  seni anlıyorum demesiydi.. kelimelerimi duymasıydı.. gözlerimi yaşartmasıydı..  teşekkür ederim yüreğine aylak adam’ız..   işte bazen bizi böylesine içlendiren şeyin adı hasretlerdi.. özlemekti, özlemekti..  özlemenin rengi KIRMIZIYDI.. eski yaraların hala kanamasıydı.. işte o eski yaralar öldüresiye sevdiklerimizdi   aylak adam’ız.. kanatmasınlar artık..  ve  ölümdür her ayrılış  her hasret .. ölümün nasılda sessiz sükunet dolu bir tadı var aslında.. ama artık ölüm de yaralı.. herkes ölüyor sessizce.. ölüm de yoruldu bunca insanı içine almaktan.. onun da eski tadı yok.. herkes her an gidecekmiş gibi duruyor birbirinin hayatında.. radio tarifa ,  ‘sin palabras’ dinlemekteyim.. pinhani de diyor ki “Bari bu gece bi kıyak yap ..Dünya dursana dünya dursana ..Dünya bu gece dursana, dünyaaaaa dursanaaaa ..”

ve deminde bir çay.. ve ben sanırım şimdilik mutluyum..

sen de sakın ölme aylak adam’ız…

BU GECE DURSANA DÜNYA….’

‘TAFLAN..’