Bir bakışın yetti canım unutturmaya…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ne güzel artık adını koyabiliyorum, geçmişte yaşanmış bir halin neye tekabül ettiğini analiz edebilecek kavramsal araçlarım var. Aferim sana! On yıl önce, Melih Kibar, bir gazeteci ile görüşmesi sırasında, Çiğdem Talu ile doğurdukları “İçimdeki Fırtına” adlı şarkılarını piyanosunda çalmıştı. Kibar’ın bu canlı performansının kaydı, işim gereği elime geçmişti. Hatırlıyorum, günlerce, üst üste dinlemiştim. İçimdeki coşkuyu, o iki kişi arasında olup bitene yaptığım şahitliğin tadını aktarmam mümkün değil kavramlarımla. Ne ilme’lyakin ne de ayne’lyakindi o halim, düpedüz hakkâ’lyakindi.

O ikisi gibi var mıdır bilemem? En azından şu an aklıma gelmiyor. Talu şarkıların sözlerini yazıyor, Kibar ise onları besteliyordu. Şimdi bunları yazarken fonda, tekrar tekrar ikisinin doğurdukları çocukları dinliyorum ve hala titriyor tüylerim. Kibar mesela, o röportaj sırasında bir türlü tam olarak dillendirememişti olup biteni. Ne diyebilirdi? Herkesin anladığı gibi kadın-erkek arasında olup biten türden bir cinsel aşk mı? Yoook, bu o aşkı küçümsediğimden değil, hem Spinoza gibi dillendirirseniz öylesi bir cinsel aşk karşısında saygıyla eğilirim de. Bence yaşıyordu, haldi onda ve bilgisini bilmese de olurdu onun için.

Bu aralar, en sevdiğim Fransızlardan olan Deleuze’den Spinoza dinliyorum. Sanki bütün yıl çalışıp paramı biriktirmiş de, Fransa’ya Deleuze’ün dersini dinlemeye gitmişim gibi. Şimdi… Spinoza’da üç temel duygu var: arzu, keder ve sevinç. Arzu, yani varolma kuvvetimiz ve eyleme kudretimiz. Sevinç bunu artıran, keder ise bunu azaltan duygulara verilen genel ad. İşte hikaye tam da burada. Bizlerde, tekliklerde ortak bir öz yok; aramızda varlık olarak bir farklılık yok. Bizi –burada alemdeki tüm suretleri kastediyorum- birbirimizden farklılaştıran, işte bu kudretimizin niceliksel farklılığı ve varolma sıfatlarımızın niteliksel karşıtlığı. Kudretimin pasif olması, sevincimin ve kederimin dışımdaki cisimlerle, şeylerle belirlenmesi. Oysa tanrı, sonsuz akış hem bana içkindir hem de benden başkadır. Dayanağım kendimimdir, kendi kudretimi etkin kılma çabamdır.

Herbirimiz sonsuz sayıda parça içeren, sonsuz bağıntılara sahip çokluklarız. Mesela A cismiyle karşılaşıyoruz ve asgari sayıda bağıntılarımız birleşiyor ya da çözülüyoruz. Bu işte kötücül bir karşılaşma oluyor ve bunu içimizde tuttuğumuz sürece, sadece kendi kudretimizden yiyoruz. O sebepten, intikam duygusu, kısasa kısas bile aslında kişinin kendi kendini yiyip bitirmesi oluyor. Ammawelakin, B cismiyle karşılaşıyorz ve bir bakıyoruz ki, bağıntılarımızın çoğunluğu, onun bağıntılarının çoğunluğuyla birleşiyor, işte o zaman da mutlu oluyoruz ve eyleme kudretimiz, arzumuz artıyor. Ancaakkkk…. Nietzsche’nin “erk isteği” diye bahsettiği mesele de tam da bu. Bu iktidar isteği falan değil, basbayağı kişinin kendi kudretinin farkına varıp, kudretini etkin kılması. Yani bir gücü ele geçirmekle vs. bir ilgisi yok, aksine tek gücün kudret olduğunu söylüyorlar. İşte burada Spinoza diyor ki, kudreti artırmak, şey/cisim ile benim bağıntılarımızı, yeni bir birey, ikimizin sadece birer alt bireyi olacağımız muhteşem bir yeni birey oluşturacak şekilde birleştirmemizdir. Ahanda İspanyol işte, “Etik” sonuçta, Spinoza’nın İspanyol’la hemhal olmasından tevellüd eden çocuk, muhteşem yeni birey değil de neydi/ne? Dahası var mı hocam ya, bakın işte, her an, “kün feyekün” yeniden üretilmekte. Unsurlar bitişmekte ve doğurmakta….

Uzatmayayım ve geleyim Kibar ile Talu’ya… Anın emzirdiği bu iki ruh, işte böyle bir şey yaşadılar. Orada artık ne Talu ne de Kibar vardı ya da ne erkek ne de kadın vardı. Hem anası hem babası hem de emzirdiği çocuklar oldular tüm o şarkı/çocukların. Üçüncü bir birey oluşturmayı başardılar ve bunu da çocukları olan şarkılarıyla kayıtladılar. Bellek notları gibi… İşte Spinoza cinsel aşkı, böylesi bir kavramsal çerçevede tanımlar: bireylerin birbirlerinin farklı bağıntı ve özelliklerine ket vurmadıkları, engellemedikleri muhteşem bir şefkat ilişkisi… İşte o sebepten, ben ne zaman bir Talu ve Kibar şarkısı dinlesem ki yazı boyunca fonda devamlı çalmakta, herbir şarkı ile bağıntılarım birleşip yeni bir birey oluşturuyor.

Ol sebepten, zahir ehline ne aklım ne de gönlüm akıl sır erdiremiyor, yine de canları sağolsun. Hah dağılmayayım, aşk nedir? Hayyam’dan okusak, Mevlana’dan okusak, Nesimi’den okusak vs. aşk nedir? Ve gelseler, sorsalar bana, göster bize var mı birileri bu yüzyılda? Düşünmeden ikisini ve şimdi ikisini temsil eden, yok hayır burada var kılan, şarkılarını işaret ederim. Kaç kişinin bu zamanda, onlar gibi gönüllerine dolmuştur aşk ve işte sırf bu yüzden onlar gibi, kaç Rabbi imaja ve ritüele indirgeyerek, kurumsallaştıran zahir-ehlinin yüzüne değmiştir Rabbin nefesi?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.