‘Yedi kez çağıracağım seni.. Altısında gelme.. Ama söz ver yedincisine.. Tek sözümle gel..’ – BERTOLT BRECHT

İYİLİK NEYE YARAR?

1.

İyilik neye yarar,

Öldürülürse iyiler çarçabuk,

ya da iyilik görenler?

 

Özgürlük neye yarar,

yaşarsa bir arada

özgürlerle tutsaklar?

 

Akılsız olmak madem ekmek sağlar herkese,

akıl neye yarar?

2.

İyi insan olacağınıza,

öyle bir yere götürün ki dünyayı,

iyilik beklenmesin!

 

Özgür insan olacağınıza,

öyle bir yere götürün ki dünyayı,

kavuşsun özgürlüğe herkes,

özgürlük sevgisi geçersiz olsun!

 

Akıllı insan olacağınıza,

öyle bir yere götürün ki dünyayı,

akılsızlık zararlı olsun!

BERTOLT  BRECHT            
Çeviren : A. KADİR

ŞİDDET ÜZERİNE

Şiddetli denir asi ırmağa
ama kimse şiddetli demez
Onu sıkıştıran yatağına.

Şiddetli denir
huş ağacını büken fırtınaya.
Ya yol işçilerinin belini
büken fırtınaya?

 
BERTOLT  BRECHT
Çeviren : A. KADİR , Gülen AKTAŞ

 

(Fotoğraf : BLACKHAWK)

DÖRT AŞK ŞARKISI

1.
Senden ayrıldığımda
O güzel günün sonunda
Açılınca gözlerim
Ne çok sevinçli insan varmış dedim.

İşte o akşamdan sonra
Sen bilirsin ya
Daha güzel dudaklarım
Çekirge gibi çevik bacaklarım

Ben böyle olalı beri
Daha yeşil ağaç, fidan ve tarla
Daha bir güzel suyun serinliği
Başımdan aşağı boşaltınca 

2.
Beni sevindirdiğinde
Bazen düşünürüm:
Şimdi ölüversem
Mutlu kalırım
Sonsuza kadar.

Sonra yaşlanıp
Beni düşündüğünde
Tıpkı bugünkü gibi görünürüm sana
Bir sevdiceğin olur
Henüz gencecik.

3.
Küçücük dalda yedi gül
Altısını rüzgar alır
Ama biri kalır
Bulayım diye onu

Yedi kez çağıracağım seni
Altısında gelme
Ama söz ve yedincisine
Tek sözümle gel.

4.
Bir dal verdi bana sevgili
Üzerinde sarı yapraklarda

Yıl dediğin geçer gider
Aşk ise hep yeni başlar.

BERTOLT  BRECHT  
Çeviri : Turgay FİŞEKÇİ

ADELA GRECEANU..

‘bilmiyorum seni ilk nerede görmüştüm , nerede okumuştum ; nerede , ne zaman , nasıl karşıma çıkmıştın , sesini ilk nerede duymuştum , hangi bitmesini istemediğim rüyamda konuşmuştum seninle.. hatırlamıyorum.. sanki binlerce ışık yılı uzaktan ve yüz yıllar süren bir ayrılıktan sonra tekrar karşıma çıkmıştın..

ama kimsin , kimdin sen adela.. niye bu kadar tanıdıktın ve niye bu kadar yabancıydın.. sesinin depremine tutulduklarımın enkazı altında nefes almaya çalışırken karşıma çıktın.. belki de biraz olsun nefes almam için bana yardıma gelmiştin..

sonra seni araştırmadığım , aramadığım , gitmediğim yer kalmadı adela..

aylarca sana yazdım , sana konuştum..

fakat ne yazdıklarım , ne söylediklerim sana ulaşamadı hiçbir zaman..

ve bir gün senin bu kente geleceğini öğrendiğimde gülümsedim..

geldin..

gittim , karşında durdum sessizce ve sende kayboldum..

seni görmüş müydüm , duymuş muydum , seninle konuşabilmiş miydim..

son hatırladığım karşında susup kaldığımdı adela..

ne kadar yaklaşmak istesem de sana , sen benden gülümseyerek uzaklaşıyordun sonsuz bir sisin içinde.. bir kuyruklu yıldız misali çarpacakmış gibi yaklaştıktan sonra uzaklaşan sürekli bir düş müydün sen ? sesinin , yazdıklarının arasında yarı uykulu dolanan kayıp bir esrik aylak mıydım ben ? oysa senin yazdığın şiirlerde sadece bir kelime olsam bile yeterdi bana , varlığıma bir delil..

ne kadar zamandır böyleyim hatırlamıyorum ama bildiğim aynen senin yazdığın gibiyim : ‘ayaklarının dibindeyim hep ben. uzun bir süredir nefes alamıyordum zaten..’

 

Crockett..

 

 

Adela Greceanu..

Adela Greceanu 1975 Romanya’da doğdu.. ‘Kitabımın adı , Beni Bunca düşündüren..’ adlı şiir kitabı ile Romen Edebiyatına ilk eserini kazandırdı. 2001 yılında ikinci kitabı ‘Bayan QUASİ’yi çıkardı.. 2008 yılında yayımlanan son romanı ‘Kırmızı Çoraplı Gelin’ ve son şiir kitabı ‘Yürekten Anlamak’ çıktı..  2209 yılında Word Express adı altında değişik ülkelerden genç yazar ve şairlerle birlikte İstanbul’a bir tren yolculuğu gerçekleştirdi , İstanbul Şiir

Festivaline katıldı , çeşitli etkinlikler tartışma ve çeviri atölyelerine katıldı.. Adela Greceanu genç yaşta Romen edebiyatının ve çağdaş dünya edebiyatının beğenilen ve umut veren yazarları arasında yer almaktadır.. 

‘Beni Bunca Düşündüren Kitabımın Adı’ (1997) adlı kitabından :

 

‘.. metinlerimi yazarken , lütfen her satıra büyük harfle başlayın, sizin büyük harfleriniz benimkilerle uyuşmasa bile , hatta bir sonraki sözcüğü önemsemeden yapın bunu.. böylece her metin, özünde barındırdığı o beklentiyle dolu olacak, belli bir sayıda yeniden yazılma beklentisi. Her metin daima başka bir metine dönüşecektir (başka bir şeye). Her metin küçük bir canavardır. Farklı yazılabileceği şekillerin sayısı , büyük ihtimalle  metnin öleceği yaşa denk gelecektir..’

 

‘Geçen yaz, sarı ve kırmızı ve diğer güneş renklerine boyanmış bir

Evdi. O evin içindeki insanlar sesiz. Yalnızca gülümsüyorlar , bir

Fotoğraftaymışçasına.. sözcükleri uzun zaman önce sessizliğe

Büründü, çünkü ben orada yaşamıyorum artık. Bunun tam olarak

Ne zaman olduğunu bilmiyorum. Sanırım şöyle oldu : ben hala

Evin içinde Yaşarken , tam bir sözcük doğmak üzere olduğunda,

Sözcük birdenbire bir çiçeğe , çimene , güneşe dönüştürüldü ,

Böylece yaz büyüdü. Böylece evin duvarları büyüdü, ve

Büyürken , orada, dördünün ortasında durmakta olan benden

Giderek uzaklaştılar. Ne olup bittiğini fark etmedim ve çok fazla

Konuşup çok güzel Şeyler anlattım. Sözcük-çiçekleri söylemeye

Devam ederken, duvarlar dört ayrı yöne doğru uzaklaşmaya

Devam etti, ta ki ben dışarıda kalana dek.. dışarısı yaz mevsimiydi..’

 

‘Yüz yüze duruyoruz.. göğsüme temiz havayı doldurarak başlıyorum

İşe, çektiğim havanın bir ucunu içeride tuttuğumu ve sonra dışarı

Bıraktığımı düşleyerek. Benim bıraktığım havayı içine alıyorsun

Bir öpücükmüş Gibi , ve onun diğer ucunu ciğerlerinin

Derinliklerine bağlıyorsun, oraya  bir bitkiyi ekermiş gibi.

Beni aldığın havayı geri vererek cevaplıyorsun , ciğerlerindeki kök çiçek

Açmış gibi.. Ve ben de aramızdaki havayı topluyorum , aceleyle

Arkama saklıyorum, ve sana havayı Hangi elimde tuttuğumu

Soruyorum. Umutsuzca birtakım işaretler yapıyorsun, çünkü sana

Nefes olacak hava kalmamış, bense hangi elimde havayı tuttuğumu 

Bilmen İçin ısrar ediyorum.. Bulamıyorsun , onun yerine , elimden

Bıraktığım havayı açgözlüce yakalamaya çalışıyorsun.. İçine

Çekiyorsun onu, dışarı veriyorsun, tümünü kendine saklıyorsun.

Beni unutuyorsun. Mutlu görünüyorsun, ve bağımsız , ama ben

Senin boşa nefes aldığını söylüyorum. Sonunda aşağı bakıyorsun – 

Ayaklarının dibindeyim hep ben. Uzun bir süredir nefes

Alamıyordum zaten..’

ADELA GRECEANU 

Çeviren : Yaprak Öz

Word Express projesine ülkemizde destek veren ‘Özgür Edebiyat’ dergisinin  ocak-şubat 2010 , sayı:19’da Yaprak Öz’ün çevirisiyle diğer Adela Greceanu metinlerini okuyabilirsiniz..

Umarım bir gün Adela Greceanu’nun kitaplarının hepsini dilimizde okuyacağız.. Sabırsızlıkla bekliyoruz..

Crockett..

Her yaştan insana en güzel masallardan birisi : SIRÇA KÖŞK.. – Sabahattin Ali

SIRÇA KÖŞK..

 

Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış.. Bugünden yarına geçinmek , gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar , beşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alınteriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş , çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün , uzun bir yolculuktan sonra , yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar , acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız , diye acı acı düşünürlerken , içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş , hemen yerinden fırlayıp :

‘Gelin beraber , bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde yaşarız ! ‘ demiş.

Ötekiler :

‘Bu sırça köşk de nedir ?’ diye sormuşlar, beriki :

‘durmayın , vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!’ diye onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.

Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş.

İndikleri şehir , o memleketin başşehri imiş. Be memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkanlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanmayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir , kavgasız dövüşsüz, efendisiz , uşaksız , ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek , nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş.

Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar , kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş.

Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere , sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp , yanlarından geçenlere duyuracak şekilde :

‘Allah Allah.. amma da acayip memleket ha!..’ diye söylenirlermiş..

Bir sokak gitmişler , öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar. Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba ? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş :

‘Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?’

Ahbapların  elebaşısı :

‘Yahu , sizin  memleketin sırça köşkü nerde?’ diye öğrenmek istemiş.

‘Ne sırça köşkü?’

‘Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu7?’

‘O da neymiş?’

Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp :

‘Aman yarabbi , daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!’ demiş.

Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:

‘Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir  şeyse belki biz de yaparız!’

‘Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir , sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu? Haydi dostlar gidelim!’

Halk aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların yanına sokulup :

‘Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Madem ki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!’ demişler.

Yabancıların elebaşısı :

‘Olmaz.. Olmaz.. Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil.. Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehre gidelim!’ demiş. Ama halk bırakmamış, ‘ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!’diye direnmiş.

Oturup hesabını yapmışlar , hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış , şehrin en büyük meydanına kum taşımaya , kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam olunca üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki :

‘İşte , sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil , memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama , o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği arttırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız..’

Halk , artık bir sırça köşkümüz var , diye sevinmiş, kendi yediğinden , giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış :

‘Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize , hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.’

Arabalar yeniden kum  taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlara koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler.

Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan oradan çıkmak istemez, bunun tersine dışarıda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş.. aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık : ‘sırça köşk lazım, anladık , ama bu kadar çok kadar odaya , bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?’ diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış :

‘İşte’ demiş ‘şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz olur muydu?.. Şu odalarsa baş yardımcılarımızın.. Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır , ne siz kalırsınız!’

Halk :

‘Pekala’ demiş, ‘ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var? Mesela şu odadaki ne iş görür?’

‘O mu? Ne diyorsunuz ? Sırça köşke giren malların hesabına o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?’

‘Ee.. şu odadaki?’

‘Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri , noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur.. öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?’

‘peki, ya şuradaki?’

‘Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.’

‘Bunu da anladık, ya bu odadaki?’

‘Sırça köşkün odalarını süpürtür..’

Halk ne sorduysa cevabını almış , bütün odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş.. Eh artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça , halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini , giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış ; çünkü sırça köşkün adamları , gezdikleri , dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm , bin bir hile ile sustururlarmış.. sırça köşkün de gözü doymak bilmez , istedikçe istermiş. Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için , kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler , yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle , köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış.. Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar.. Onların böyle homurdandığını , artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki :

‘Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz.. Onun azameti , parlaklığı yanında üç beş çuval ekin , dört baş davar nedir ki  ?.. Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başla bir şey düşünmüyoruz.. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleri halka dağıtılsın!’

Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı olarak giren , şimdi kesilip , yüzülüp kebap edilmeye başlanan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar..

Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış :

‘İyi ama bu başın beynini almışlar!’

Elebaşı balkondan seslenmiş :

‘Öyle.. Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!’

Başka biri :

‘Peki, ya bu başların dili de yok!’ diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş:

‘Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!’

Bir üçüncüsü :

‘Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!’

Elebaşı ona da cevap vermiş :

‘Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz , vazgeçin ondan da..’

Bunun üzerine halk , beyinsiz , dilsiz, gözsüz kelleriyle dağılmak üzereyken , aralarında canından bezmiş biri :

‘Böyle başın da bana lüzumu yok!’ diyerek , boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte  o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada ‘şangır!..’ diye koskocaman bir gedik açmış. Halk her şeyden sağlam , hiç bir zaman yıkılmaz , kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce , elindeki kelleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş..

Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkarmamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken , şu nasihatı vermeyi unutmazlarmış :

‘Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız.. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa , onun yıkılmaz , devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter..’

SABAHATTİN ALİ , (1945)


Sırça Köşk , Sabahattin Ali , 141 sayfa ,
YKY’de 1. Baskı: Ekim 2003 , YKY’de 10. Baskı: Şubat 2010..

‘Asmin’ , ‘Atımı Bağladım İğde Dalına’.. – MEHMET ÇETİN

MEHMET ÇETİN..

Yazar ve şair MEHMET ÇETİN 1955 Dersim doğumludur.. Üniversite eğitimi sırasında politik faaliyetleri nedeniyle tutuklandı , sekiz yıldan uzun bir süre cezaevinde kaldı.. ‘RÜZGAR VE GÜL İKLİMİ’ ile ‘BİRAĞIZDAN’ adlı şiir kitaplarını , ‘ASMİN’ adlı öykü kitabı ile ‘EYLÜL ÇİÇEKLERİ’ adlı derleme ve ‘HATIRADIR , YAK BU FOTOĞRAFI’ , ‘AŞKKIRAN’ , ‘KEKEMECE’ adlı şiir kitaplarıyla ‘ATIMI BAĞLADIM İĞDE DALINA’ adlı lirik yazılar kitabı izledi..

‘KUNDUZ DÜŞLERİ’ ve ‘ÜTOPİYA’ adlı dergilerin editörlerinden olan MEHMET ÇETİN’in aşağıda tadımlık olarak alıntıladığımız eserlerinden ‘ASMİN’ ve ‘ATIMI BAĞLADIM İĞDE DALINA’ kitaplarını AGORA KİTAPLIĞI yayınlarından hemen alıp bu güzel eserlerin içinde kaybolabilirsiniz..

Crockett..  

 

‘ASMİN’ isimli kitabından.. 

ASMİN.. 

‘..Söz yakışıyordu ağzına.

İlkin ağız sığınağında birikiyordu söz ve sonra kayalardan havalanan kuşlar ; kenti kuşatan dağlı türküler gibi dağılıyordu karşısındakinin yüzüne..

Söz menzil mermisiydi ve şaşmaz bir şekilde hedefini buluyor, ansızın perçinleniyordu dinleyenin suretine, bilincine..

Söz yakışıyordu onun ağzına.

Bilgeydi.

Bana kalırsa usta bir düşbaz ve yalancısıydı çağın o ,  ve..

Ve sen de , onun her sözü önünde diz çöken ; mürit , talib, salik..

Yani hangi dinde ne kadar inanmış vardıysa, hepsinin suretiydin..

………………

Artık yakıp kül etseydim diyordum sana adadığım sözleri!

O ki çocukluğumuzdan bu yana iki yürektik ve bir kez olsun eğilip öpmedin ağız yangınımı, daha ne diyebilirdim ki! Benimkisi uçurum yalnızlığıydı: oradan bakıyordum sana..

Ağzının kıyısında dağ ateşlerinin çağrısı bir tuhaf, bir kızıl aydınlık vardı ve o aydınlığı bir an için dahi teslim etseydin kalbime, belki katlanırdım yokluğuna..

Olmadı..

Gittin..’ 

 

ASMİN DEDİĞİMİZ SUÇLU’DUR ŞİMDİ..

 

‘..siz , ölümü ne sanıyorsunuz?

Geliyorsunuz her biriniz; birinci ikinci üçüncü keman ve kontrbas ile yitip giden iççekiş gibi bir eyvahla uçurumkuşu kanadından uçuruma düşen serçekuşu Hafiela ve Tennessahanım kederi ve Ceylan gülüşü ve annesiyle güzelleşen çocuk suçsuzluğuyla şimdilerde unutmanın gündemi Gulazerim’in yaylılar grubu oluyor ve geçip gidiyorsunuz eski bir haklılıkla..

Adını sessiz harflerle yazıyorsunuz Suçlu’nun ;

Okunmaz oluyor adı ve anıları.. Yırtılan bir çığlık oluyor Haziran. Gecikiyorsunuz. Ben burada bekliyorum. Burada susuyorum.. Gece başlıyor. Burada birazdan neler olacak..

sormayıp geçiyorsunuz : durmayıp geçiyorsunuz.

Siz ölümü ne sanıyorsunuz ?

Artık , uçurum değiştiren bir çığlık oluyor asmin, ki ;

Asmin dediğimiz Suçlu’dur şimdi.

Vur emriyle aramaktadır kendisini.

Hoşçakalınız..’ 

‘ATIMI BAĞLADIM İĞDE DALINA’ isimli kitabından :

 

‘Memet orada mısın , Memeet..

Bu kadar mı çok anlaşılsın istedin..

Bir kerede ; ‘ne olacaktıysa olsundu artık’ , öyle mi ?

Ürkütüyor bu insanı..

Bak söylüyorum işte , ürküyorum.. Bakın, alacaklı değilim hiçbirinizden.. ama der gibi. Kırıldım , incindim biraz.. sadece bakın. Gözden kaçırılan ayrıntı olmasın onca yaşanan. Ya da görmezden geldiğiniz onca şeyi toplayıp getirdim, yüreğinizde bir yer açın , der gibi..

Can yakıcı ve bu kadardı , diyen.

Bu kadardı gökyüzü, bu kadardı yeryüzü.. daha da bakın isterseniz ; bu kadar sevdik, bakın ve yeniden deneyin, dönüşü yoksa yaşanmış hayatların, saklayın; incinen değilseniz bile inciten olmayın , der gibi..

Sonra incine incine içinden incisi alınmış bir istiridye gibi açık denizlere yolculuklar..

Gittikçe daralan hayatlarımızda bu ganimeti saklayabilecek miyiz ?

Küçük önemsiz , ‘cahil periler’in hadlerini bilmeleri gerekmiyor, biliyorum..’ 

 

İĞDE BÜYÜSÜ.. 

‘Yeni bir aşka , diyara ya da yeni bir hayata yolculuk yaptığımızı sanırız çoğu kez : yanılırız ama..

Değildir çünkü :

Hatırla eğilip önlerinde , geçilmeden o hatıralardan ; o kavil : o karar : o ikrar uğraklarından geçilmeden , kişi varamıyor kalbinin kıyısına..

Kalbimizin kıyısındaki iğde dalına bağlamadan o yorgun atları :

Soluklanmadan Haziran’da solan bir gülümsemeyle :

Gülümsetmeden o yorgun atları yine Haziran’da yeni bir sevinçle..

Geçer gibi gölgesi ipekten anıların yollarıyla, vardığı yerde ancak :

İnsan , ancak orada..’

 

ALYANSIM GÜL AĞACINDAN.. 

‘..Yangını unut :

Unut çünkü o ancak beni anlatır sana..

Sana ecel kadar yakıcı bir hasretin içinden ; söz taşımak kederi : kalırken, kalbimin acemi tayfasına.. ki dokunmayı unuttuğunda şu esmerliğime ; sana dönen sesimdir; yurdunu arayan çığlığın suretinde :

Seslenişimdir : en eski çaresizliğimdir..’

ASMİN , Mehmet Çetin , Agora Kitaplığı , 2006 , 135 sayfa..

ATIMI BAĞLADIM İĞDE DALINA , Mehmet Çetin , Agora Kitaplığı , 2006 , 164 sayfa..

‘Martın onaltısında yedi can..’ – 16 MART 1978’i unutmadık unutturmayacağız..

16 MART 1978..

16 mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesinden çıkan yurtsever solcu öğrencilerin üzerine derin devletin piyonları faşist canavarlarca atılan bombalar sonucu hukuk ve iktisat fakültesi öğrencileri  Abdullah Şimşek , Baki Ekiz , Cemil Sönmez  , Hamit Akıl , Hatice Özen , Murat Kurt , Turan Ören isimli 7 öğrenci katledilmiş , 41 öğrenci yaralanmıştı..

Katliamdan 9 gün önce emniyete bu yönde ihbar gelmiş ama ihbar görmezden gelinmişti.. 1 Mayıs 1997 katliamından 11 ay sonra , 7 TİP’li öğrencinin evlerinde boğularak Ankara’da katledilmesinden 7 ay önceydi bu katliam.. Derin devletin ve bazı yerlerin ‘bizim çocuklar başardı’ dedikleri uşaklarının hazırladığı 12 Eylül 1980 darbesinin ayak sesleriydi bunlar..

Ve ‘duruma , işe göre’ hızı değişen adalet sistemimiz geçen hafta 33 yıl sonra 2010 yılında davanın zamanaşımından düşmesine karar verdi.. Can Dündar’ın yazdığı gibi : ‘derin devletin zafer haftasıydı geçen hafta.. ‘16 Mart Adaletten Kurtuluş Bayramları’ kutlu olsun..’

16 mart 1978 katliamını unutmadık , unutturmayacağız..

Crockett

  

‘..mart’ın onaltısında yedi can

düştük gün ortasında yedi can

bin dallı yasemen olup yeşerdik

faşizmin karşısında yedi can..’

Grup YORUM

‘Biz başka çocuklar için endişe duyan çocuklarız..’ – RACHEL CORRIE

 

RACHEL CORRIE 1979 yılında ABD’de Washington’a bağlı Olympia kentinden doğdu.. Eğitimini bir devlet okulunda sürdüren CORRIE mezuniyetinden sonra yazar ve oyuncu olmak istiyordu..

RACHEL CORRIE eğitimine devam ettiği sıralarda dünyada , çevresinde olanlara duyarsız kalmıyor , aktif biçimde küresel , sosyal problemlerle ilgileniyor , etkinliklere katılıyordu.. Olympia Adalet ve Barış Hareketi’nin de bir üyesiydi..

Başını çevirip bana ne diyebileceği sorunları , çatışmaları , sefaleti , savaşları görmezden gelmedi , devamlı surette ezilenlerin yanında oldu..

Dünyanın diğer ucundan kalkıp Filistin’e geldi.. Filistin’de evleri İsrail buldozerleri tarafından yıkılan insanların , keksin nişancılarca vurulan çocukların yanında yer aldı.. İsrail buldozerlerine karşı kendisini siper eden RACHEL CORRIE dünyanın görmezden geldiği Filistin’de yaşanan drama sessiz kalmadı.. Açlığın , sefaletin kol gezdiği , barınma hakkının bile buldozerlerce yok edildiği ve yaşama hakkının yok sayıldığı her gün çocukların keskin nişancılarca vurulduğu Filistin’de RACHEL CORRIE tüm yaşanan bu acımasızlıklara karşı durdu ve elinden geldiğince dünyaya bu küçük ülkede yaşananları duyurmaya çalıştı..

Ancak 16 Mart 2003 günü Gazze’deki Refah Mülteci Kampı’ndaki bir doktorun evini yıkmak için gelen buldozerin karşısında durduğunda , buldozeri kullanan canavarın bu kadar soysuzlaşacağını düşünmemişti..

İsrailli buldozer sürücüsü psikopat 10 tonluk buldozeriyle , elinde sadece bir pankart olan RACHEL CORRIE’nin üzerine sürüp RACHEL’in o yiğit güzel insanın üzerinden iki kere geçerek RACHEL’i katlederek yok edeceğini sandı.. RACHEL’i arkadaşları hemen hastaneye götürdü ama tüm müdahalelere rağmen RACHEL kurtarılamadı..

RACHEL CORRIE de , CARLO GIULIANI gibi 23 yaşındaydı..

İnsanlık onurunun , vicdanının sesi olan RACHEL CORRIE korunaklı , sıcacık , konforlu evinden , binlerce kilometre uzaktaki ABD’den kalkıp açlığın , soğuğun , katliamların sürdüğü bu ülkeye koşarak gelmiş ve hiç korkmadan dimdik canavar buldozerlerin önünde vücudunu çekinmeden siper etti..

Yazılacak , söylenecek çok şey var ama sadece ve sadece yazıp konuşacağız ve tüm dünya bir araya gelsek RACHEL CORRIE kadar güzel , cesur bir yüreğe sahip olamayacağız..

RACHEL CORRIE’nin yazdıklarını , onun için yazılmış bence en güzel şiir olan KAMİL EŞFAK BERKİ’nin ‘RACHEL CORRIE’ şiirini ve onun için bestelenen ALMORA grubundan ‘RÜZGARIN KIZI’ şarkısını  müzik kutumuzdan dinleyerek yüzümüzü yere çevirerek utancımızı , hiçliğimizi gizleyelim.. Bu kadar yüreksiz olduğumuz için utanalım ve RACHEL CORRIE’den özür dileyelim ama ne fayda..

Crockett..

‘..Dün iki küçük çocuğunun ellerinden tutmuş olarak tankların ve bir nişancı kulesinin, buldozerlerin ve jiplerin önünde evini terk eden bir babayı seyrettim. Hepsinin birden vurulacaklarından endişe ettiğim için tankla onların arasında durdum. Bu her gün oluyor ancak bu babanın iki çocuğuyla öyle aşırı üzgün bir halde yürüyüp çıkışları beni çok etkiledi..’ – RACHEL CORRIE , 27.02.2003 tarihli mektubundan..

‘Biz başka çocuklar için endişe duyan çocuklarız..’

RACHEL CORRIE

RACHEL CORRIE

Yeni çocuklar gelecek

Dönüp geriye bakacaklar

Rachel Corrie’yi görecekler

Anne, bana Rachel’i anlat diyecekler

Anne ‘şey’ diyecek : ‘şey tatlım , biz babanla…’ diyecek

Çocuk , annesini süzecek…

Ve çocuk , diyecek :

-anne Rachel yaşıyor!..

Ben , Rachel’i bildim anne

Ben , Rachel’i sevdim anne

Rachel’in güzelliğini bir bilsen !..

Rachel’in bir yolun tam ortasında durduğunu bir bilsen !..

Ben çağrılıyorum anne

Bana içimde bir ses oluyor anne

BABA !.. İNSAN İNSANIN KURDUDUR DERDİN

İNSAN İNSANIN YURDUDUR DİYEBİLİRDİN BABA !..

Baba! İçimden bana bir çağrı oluyor

Kulak veriyorum insanın izzeti adına

Aşk işte böyle bir şey , sade ve yüce

Benzer Rachel’in yaptığı sürprize

RACHEL GEÇMİŞTE DEĞİL GELECEKTE KALDI

AŞKIN VE BARIŞIN DEĞERİNİ BİLECEKLERE

Aşkta hile olmaz dedi Rachel

Kanı toprağa aktı , çıktı Tanrı katına

O sütsüz ninnisiz nereye? demedi

Bir ruh annesi oldu Gazzeli çocuklara

Baba !.. Tanrı Ağacı bir yemiş daha verdi !..

Rachel elma dişlemeyi severdi

Büyüdü büyüdü büyüdü !…

Bir insan suyu kaldı buldozerle toprak arasında…

Varsın her şey geçsin anne !..

Toprakta bir kahraman kaldı…

Rachel şöyle yazmış ailesine , arkadaşlarına :

-gidip okyanusu görmeye hakkım var

Soluk soluğa çöllere koştu Rachel

Herkes için bir ölüm öldü Rachel

O’NDA

FAZLALIKLARINDAN KURTULMUŞLARIN BAKIŞI VAR

Dikildi işte yolun ortasında

Rüzgarları solduranların karşısına !..

Dikildi işte

Anne ! çekilmedi Rachel

ANNE ! BİR ZULME KARŞI DURMUŞ OLAN

BÜTÜN ZALİMLERE KARŞI DURMUŞ OLUR…

-şey tatlım biz babanla bu akşam restorana !..

Gidin anne ! toprakta bir porsiyon kahraman kaldı

RACHEL CORRIE GELECEKTE KALDI…

Kamil Eşfak Berki

“bu sabahtan sonra kendimi çok daha iyi hissediyorum. oturup uzun uzun, ne kadar büyük kötülüklere muktedir olduğumuzu ilk elden keşfedişimin verdiği düş kırıklığı üstüne yazdım. oysa en ağır koşullarda bile insan kalabilme gücü ve yeteneğini keşfetmekte olduğumu da yazmalıydım, ki bunu daha önce bilmezdim. GALİBA ASLOLAN, ONUR…” – RACHEL CORRIE

‘çoğumuz hatta aslında hiçbirimiz, bu kadar duyarlılığa ve cesarete sahip olmadık. içimizde hissettiğimiz acının peşinden gitmedik. durduk. sonuçlarına katlanamazdık çünkü. televizyondan seyretmesi daha kolaydı. gazetelerden okumak da öyle. oturduğumuz yerden bir şeyler karaladık en fazla. öfkelendik, kaleme/klavyeye davrandık… ha, şu anda ben de farklı bir şey mi yapıyorum? hayır… bu durumda seyircilerden biri miyim? evet… insan olmak, en çok böyle durumlarda acı geliyor işte. onurdan çok zulme yakın olup bu olanlara alıştığımız zaman… umursamamaya, gazetede görünce sayfa çevirip televizyonda denk gelince kanal değiştirmeye başladığımız an… orda ölenler biz olmadığımız için mi bu kadar rahatız? yoksa kanıksadığımız için mi? ölen her herde ölüyor, giden hiçbir yerde geri gelmiyor oysa…’ – RACHEL CORRIE

İYİ Kİ DOĞDUN CARLO GIULIANI !..

CARLO GIULIANI’nin bugün doğum günü..

14 Mart 1978’de Roma’da doğan CARLO hep aramızda , yanı başımızda ve CARLO sonsuza kadar hep 23 yaşında..

‘Pek demokrat , böyyük demokrat ülkelerden’ İtalya’nın Cenova kentinde 20.07.2001 tarihinde yapılan G8 Zirvesi’nin ilk gününde zirveyi protesto eden onbinler arasında bulunan CARLO GIULIANI şiddet karşıtı beyaz blok korteji içinde bulunmasına rağmen Alimonda Meydanında tüm dünyanın gözleri önünde İtalyan polisi tarafından hedef gözetilerek başından vurulmuş , bununla yetinmeyen ‘faşist pislik mussolini artığı canavarlar’ bir de kendisini vuran polisin bulunduğu ciple CARLO’yu ezerek kaçmışlardır..

‘Pek demokrat’ İtalyan devletinin ‘pek adil’ adalet sistemi tarafından yapılan yargılama sonucunda ‘uyarı amacıyla havaya ateş açan polisin kurşununun havada protesto göstericilerinin attıkları taşlardan birine çarpıp sekmesi sonucu direkt olmayan bir atışla CARLO’nun kafasına isabet ettiğine karar vermiş ve katil polis bir iki aylık bir cezayla kurtulmuştur’.. Şaka değil , hikaye değil , işte buna ‘adalet’ deniyor.. Bunların demokrasilerinden ve adalet sistemlerinden kan damlıyor.. 

Ama katiller ve katillerin hamileri CARLO’yu hiçbir zaman gerçekten yok edemediler , edemeyecekler de.. Bugün ve gelecekte G8 zirvesine katılan liderlerden , CARLO’yu öldürenlerden ve işbirlikçilerinden kimse övgüyle bahsetmeyecek ve şu anda olduğu gibi o zirveye katılanların hiçbirisi hatırlanmıyorlar , hatırlanmayacaklar , tarihin lağımlarına akıp kaybolup gidecekler..

Fakat CARLO’nun kalbi tüm dünya ezilenlerinin kalplerinde sonsuza kadar beraber atacak..

İYİ Kİ DOĞDUN , İYİ Kİ VARSIN CARLO , ÇOK YAŞA CARLO !

Crockett..

‘HİÇBİR ŞEYİN ŞARKISI’ndan..

Bir sokağın ortasında yatıyor
Yoldaşları kenti altüst ediyor
Carlo kalkıyor hesap soruyor
Güneş, güneş yine doğuyor…

Sabah oluyor , sabah oluyor.

Güneş, güneş yine doğuyor.

BANDİSTA

‘SONBAHAR’..

Filmin sonunda ‘..Her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına..’ diyerek ‘sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına’ filmi ithaf eden ve ‘aylakadamiz’in sonsuza kadar en iyi film olarak en üstte tutacağı SONBAHAR filmini yaratan ÖZCAN ALPER’e aylakadamiz’dan sonsuz sevgi ve saygılarımızla..

BLACKHAWK

BLACKHAWK‘tan ‘YUSUF’a..

(Fotoğraflar : BLACKHAWK..)

‘Ey benim yitip giden dinginliğim,
Huysuz gözlerim, taşkın duygu ırmağım.
Sakınır oldum şimdi dileklerimi bile,
Yaşantım benim, düşte mi gördüm seni yoksa?
Sanki ilk yazın tınlayan erkeninde
AKTIM GEÇTİM PEMBE BİR TAYLA DÖRTNALA..’

SERGEY YESENİN 

Günün Şarkısı : Karanfil.. -YENİ TÜRKÜ

Günün şarkısı YENİ TÜRKÜ’den : ‘KARANFİL’..

Bir yerlerden bana bakan ve her an yanında , her zaman arkasında olduğum halde beni görmeyene..

Müzik kutusundan ‘Karanfil’i benim için , onun için hatta kendiniz için bile dinleyebilirsiniz ey aylakadamiz ahalisi.. Crockett

KARANFİL

karanfiller açıyordu, o zamanlar gözlerinde
bir baksam kül olurdum yüzüne
başın alıp gittiğinde yağmurlar küstü bana
bir daha yağmadılar coşkuyla

bir karanfil, yağsa yağmur büyülense yeniden dünya

gün olup da geleceksen usul usul gün yağarken
gözlerinde karanfiller açacaklar tutuşup yine..

Söz : Meral Özbek

Müzik : Derya Köroğlu

‘DAYI’ ile yolculuklar-1 : ‘Müdürüm mutlu musun benimle ?..’

‘Müdürüm mutlu musun benimle ?..’

 ‘..hakiki gezginler ise gitmek için gidenlerdir..’ – Baudelaire 

‘Dayı’yla yine yollardayım.. Sabah erkenden yola koyulduk , İstanbul çoktan arkamızda kaldı.. Yine kurtulduk ‘cehennemimizden’..

Hava rüzgarlı ve çok soğuk.. Gökyüzü kapkara , arabanın silecekleri camı temizlemek için çırpınıyor ama yağmurun hızına yetişemiyor.. Deniz de coşmuş , yol boyunca dalgalar kıyıyı büyük bir hınçla dövüyor ve yetmiş iki yaşındaki ‘Dayı’ hiç anlamadığı müziğin sesini biraz daha açıyor ve neşesi havanın kötülüğüne inat biraz daha artıyor , ‘child in time’ a neredeyse eşlik edecek..

Araba kendi kendine ilerliyor büyük bir hızla.. Çoğu zaman benim arabayı değil de arabanın beni ‘kullandığını’ hissederim.. Adeta ‘kutsal bir bütünleşme’.. Yol ve yolculuk hayatımın temel taşları.. Hayat bir yolculuk ve ben bu yolculuğun içinde sayısız yolculuklar yapıyorum hemen hepsi amaçsız.. Ama hep bir yerlere yetişmek ister gibiyim ; hep telaşlıyım sanki bir kimseye , bir yere geç kalacakmışım.. Oysa kendime , düşüncelerime bile yetişemiyorum.. 

‘Dayı’ kemikleşmiş ‘yol ve araba korkusundan’ ayrıca ‘Kadıköy dışına çıkma sendromundan’ kurtulmak için ve benim direksiyon başında uyumamamdan çekinerek sayısız anısını sıkmadan , sıkılmadan , gülerek , ağlayarak anlatıyor , sürekli konuşuyor ve arada : ‘müdürüm uykun yok değil mi , aman uyku çökerse çek kenara biraz hava alırız sonra devam ederiz acelemiz yok müdürüm..’ diyor.. Komik adam ‘Dayı’ ama acı şeyleri de yumuşakça enjekte ediyor kalbinize.. Evet yetişecek bir yerimiz , kimsemiz yok ‘Dayı’.. Ama sen de mi ‘Dayı’ , sen de mi bunu hatırlatma görevini aldın bir yerlerden.. ‘Dayı’ya kızamıyorum çünkü dünya da kızamadığım beş , altı insandan birisi..

‘Müdürüm çok uzadı bu yol’ diyor her zaman ki gibi ‘Dayı’.. ‘Dayı’nın en uzun yolculukları on beş dakikayı geçmez , sevmez uzun yolculukları , sıkılır hemen.. Bir koltuğa hapsolmaktan nefret eder.. Şehirlerarası yolculuklar günler öncesinden düşünülmeye başlanan birer ‘işkencedir’.. Hele otel odaları ‘işkencenin’ en üst seviyesidir.. Neyse ki bugün ‘otel odası’ seansı yok bu yüzden biraz rahat.. Ama daha yolculuğun başında ‘ne zaman döneriz’ diye sormuştu işte şimdi de ‘ne zaman döneriz’ diye soruyor..

‘Dayı’nın gözleri bir ben de , bir yol kenarındaki  tabelalarda.. Yalvarır gibi bakıyor yaklaşan her tabelaya ve gördüğü her tabeladaki kilometrenin doğru olup olmadığını yine bana onaylatıyor.. Ben de oyalanmadan hemen tasdik ediyorum gördüğü rakamı.. Benim için kısadan da kısa bir yolculuk olmasına rağmen ‘Dayı’ için günlerce anlatılacak bir seyahat bu..

‘Dayı’nın işkencesini kısaltmak için gaz pedalına çaktırmadan basıyorum yüzlerden , yüz seksenlere çıkıyoruz..

‘Dayı’nın anıları eşliğinde varıyoruz deniz kenarındaki bugünkü durağımıza.. Rüzgar burada daha da şiddetli , dalgalar yolu tehdit ediyor ve şehir sanki salgın bir hastalık ya da bombardıman tehlikesi altındaymış gibi bomboş , bir tek insan bile yok sokaklarda.. Şaşkınlık içindeyiz.. ‘Dayı’nın ilk yorumu ‘müdürüm bu ne ya , ölü toprağı serpilmiş gibi , korktum..’ diyor.. Tanımadığımız şehrin sokaklarında kayboluyoruz ama hala bir insanoğluna rastlamadık bunun sıkıntısı hemen ‘Dayı’nın diline vuruyor : ‘rastlayacağımız ilk insanın yanında dur öpeceğim..’ diyor.. Gülüyoruz..  

‘Dayı’ya soruyorum ‘saatin yaklaştı Dayı , önce yemek mi , iş mi ?’ diyorum.. İş dediğim iş olsa keşke : ‘her zaman kendimize kendimizi unutmak için yarattığımız saçma sapan gereksiz bir işin’ peşindeyiz yine..

‘Dayı’ cevap veriyor : ‘hayır’.. Neye ‘hayır’ , anlayabilmeniz için ‘Dayı’nın kafasında ‘günün senaryosunu’ kurmasını beklemeniz lazım.. Çünkü yol boyunca ‘varacağımızdan’ emin olmadığı için ve devamlı bir şeyler anlattığı için bu kısmı hiç düşünmemiştir.. ‘Saatimiz kaç’ diye soruyor.. ‘Bire beş var’ cevabını alınca ‘önce iş’ diyor ‘gidelim beş dakika da işimizi halledelim sonra bir iki lokma bir şeyler yeriz’ diyor.. ‘Dayı’mızın ‘bir iki lokma bir şeyler yeriz’ demesi şudur ki uzun ve neşeli bir yeme , içme süreci bizi bekliyor..

Şehirdeki ilk insana rastlıyoruz , bir balıkçı teknesinin üzerinde rüzgarla , dalgalarla çalkalanan teknesiyle cebelleşerek ağlarını tamire çalışıyor.. Fakat ‘Dayı’ öpmüyor ona ilk rastlayacağımız insanı öpme sözünü hatırlatınca ‘s…r et , döver bu ayı bizi’ diyor , gülüyoruz..

Şans eseri işimizin olduğu devlet kurumunu hemen buluyoruz ama taşranın yavaşlığı burada da taş koyuyor işimize.. Binada in cin top oynuyor.. Ana kapı hariç çaldığımız tüm kapılar kapalı , tüm binayı söksek götürsek kimse bilmez çünkü bir kişi bile yok binada öylesine de korunaksız.. Herkes yemekte anlaşılan..

‘Dayı’ kızıyor , en nazik küfürlerinden birisini sallayıp ‘yürü müdürüm , bir iki lokma yiyelim’ diyor.. Benim bilmediğim ama ‘Dayı’nın bir iki kere geldiği bu şehirde ‘en güzel balık yapan’ yere değil de her zaman ki gibi ‘en güzel rakı içilen’ mekana doğru yol alıyoruz.. ‘Dayı’nın hisleriyle daha önce içtiği mekanlardan birine ilerliyoruz.. Ama ben kumar oynayarak gösterdiği mekana değil de yanındaki mekana yöneliyorum.. Diğer mekan çok kalabalık , yani kısacası ‘Dayı’yla bana göre değil.. Herkesten özenle kaçıp saklanmayı başarabilen bir ‘çiftiz’. Girdiğimiz balık lokantası ürkütüyor beni , bomboş ama beş yıldızlı bir lüks mekan..

‘Dayı’ hemen şef garsona girer girmez uyarıyı çakıyor : ‘Şefim nerelisin..’ , beni bir gülme alıyor.. ‘Dayı’nın ‘olta sorusu’ bu.. ‘Nerelisin’ diye sordu mu alacağı cevap ne olursa olsun verilecek cevaptan en karlı çıkan hep ‘Dayı’ olur.. Şef tuzağa düşüyor : ‘Ordu , Akkuş’luyum’ diyor.. ‘Dayı’ hemen atlıyor ‘Oo ! hemşerim’ diyerek Akkuş’lu şefe sarılıyor ve bombayı patlatıyor ‘Vayy koca Akkuşlu ben de Ordu , Mesudiyeliyim..’ Ben makaraları koyuvermemek için masaların en güzeline yöneliyorum , her açıdan denizi gören masalardan birine yığılıyorum..

‘Dayı’ şefle muhabbeti koyulaştırırken eliyle beni işaret ediyor ‘yeğenim’ , ‘savcı’ , ‘iyi hizmet edin’ lafları kulağıma çalınıyor.. Artık dayanamıyorum kahkahaları atıyorum.. ‘Dayı’ masaya geliyor , fırçayı çekmeye başlıyorum ‘Dayı’ ne yaptın ,  ne savcısı yahu’ diyorum.. ‘Siktir et , hepsi arkadaşimiz yeaau’ diyor ve ‘Akkuşlu , koca oğlan neredesin , gel’ diye mutfağa sesleniyor..

Akkuşlu koşarak geliyor eğilip bükülüyor , hazır ola geçiyor.. Masaya gülerek yığılıyorum.. ‘Dayı’ hemen klasik pazarlığına başlıyor.. ‘Akkuşlu , bak en baştan söyleyeyim , sayın savcımla burada oturduk ama peşin söyleyeyim sigara içemezsem içeride kalkar giderim oturmam , bu yaşlı adamı bu soğukta dışarıya çıkartmayacaksın değil mi’ diye soruyor ‘Dayı’.. Akkuşlu ‘ne demek efendim’ demesiyle bir küllüğü yoktan var edip ‘Dayı’nın yanındaki sandalyeye koyuyor.. Küllüğü koyarken ‘Dayı’ Akkuşlunun sırtını sıvazlayıp ‘aferin evladım’ diyor ve siparişe girişiyor hani ‘bir iki lokma bir şeyler’ yiyeceğiz ya , siparişin verilmesi yalnızca on dakika sürüyor ve şöyle başlıyor : ‘ şimdi evladım bak öncelikle bir otuz beşlik tekirdağ rakı acil gelecek buzla beraber , sayın savcım prensiplidir araba kullanırken içmez ben içeceğim ona rakı servisi açma , sonra bir kalamar tava , bir karides güveç , bir salata , bir deniz börülcesi , bir ahtapot salatası , bir patlıcan közleme..’

‘Dayı’ , ‘bir iki lokma yiyeceğimiz’ yemekleri sayarken ben denize dalıyorum kabarıp gelen dalgalara bakıyorum.. Hüzün dalgalarla gelip kalbime çöküyor ve çok yorulduğumu hissediyorum birden.. Yaklaşık yedi aydır yaşamıyorum , yaşar gibi yapıyorum ve elli gündür de çok kötü hastayım , bir türlü düzelemiyorum.. Kullanmadığım ilaç kalmadı ama ben hala hastayım.. Her güne daha da hasta kalkıyorum , vücudum tamamen benden kurtulmak istiyor sanki , kaldıramıyor artık ‘sürüdüğüm’ bu hayatı , nefes almaktan sıkılmış bu insandan vücudum da bıkmış..

Dalgalara bakarken dalmış olduğum yerden ‘Dayı’nın ‘Allah Allah , müdürrrrrrrr’ diye bağırmasıyla irkilip masaya geri dönüyorum.. ‘Ne oldu ‘Dayı’’ diyorum.. ‘Dayı’ cep telefonuna bakarak ‘Ya Müdürüm anlamadım bu işi , sabahtan beri yanındayım farkında mısın telefonum hiç çalmadı kimse aramıyor ya , affedersin umumhane telefonu gibi olan telefon hiç çalmıyor , iş sahipleri ya da tanıdıklarım neden aramıyor Allah Allah , küstü mü herkes bana’ diyerek hayıflanıyor.. Ben daldığım hüzün dalgalarından kocaman bir kahkaha atarak ‘Dayı’nın endişesine neşeyle atlıyorum..

‘Ya gülme Allah aşkına ya , lütfen benim telefonu bir çaldır , acaba telefon mu bozuk’ diyor.. ben neşeyle iki aydır kapalı olan telefonlarımdan birisini açarak ‘Dayı’nın telefonunu arıyorum.. Telefon çalar çalmaz ‘Dayı’ neşeleniyor , gülümseyip ‘neyse dünyayla bağlantım sağlammış müdürüm..’ diyor..

Rakı , mezeler sofrayı donatmaya başlıyor yavaş yavaş ve ‘Dayı’ domuz sıkısı olarak koyduğum ilk rakı kadehinden sıkı bir ilk yudumu koklayarak , gülümseyerek alıyor ve ‘Ohhhh be..’ diyor ve ardından neşeyle en klasik , en sevimli sorularından birisini soruyor ‘Müdürüm mutlu musun benimle..’ Cevap olarak gülümsemem yetiyor kendisine.. Yemeğe dalıyoruz ama ‘Dayı’ bir yandan anlatmaya da devam ediyor..

Geçmişte bu tip sofralardan kalkıp iş yapmaya gitmek beni ürkütürdü , rakı ve yemek kokusuyla insanlarla , resmi dairelerdeki çalışanlarla muhatap olmak iletişime geçmek korkuturdu.. Ama ‘Dayı’yla yıllarca teşrik-i mesai yapınca her şey olağanlaşıyor..

‘Dayı’ ikinci dublesinde kıvama gelip yineleyerek : ‘Müdürüm mutlu musun ?  Hele Ciğerimi bir ara be , soframızı , ortamımızı anlat’ diyor o arada da Akkuşluya bağırıyor ‘evladım balıklar nerede kaldı , geç kaldık..’

Balıklar gelirken ‘Dayı’ şişenin dibine yetişmeye çalışarak bana dalga geçerek ‘müdürüm senin araba kullanırken içmeme prensibine hayranım’ diyor.. ‘Geç dalganı’ diyerek gülümsüyorum..

Yemek faslı biterken akkuşluya bir daha bağırıyor  ‘hesabı münasip bir kalemle yap da getir , fazla geçirme hesabı bize , kontrol edeceğim ha evladım’ diyor , Akkuşluyla ben gülme krizine giriyoruz.. ‘Dayı’ kıvama gelmiş ve biz şimdi sarımsak ve rakı kokusuyla hakimlerin , memurların , müdürlerin yanına gideceğiz ama umurumuzda değil , tüm bunlar onların problemleri.. ‘Rakı ve sarımsak kokusu sağlıklı , zeki bireylerin işareti’ der hep ‘Dayı’.. Akkuşlu hesabı hangi münasip kalemle yaptıysa getirip ‘Dayı’nın önüne çekinerek koyuyor ama tüm eğilip bükülmesine rağmen ‘Dayı’dan fırçayı yiyor : ‘Evladım getiriyorsun bari oku hesabı , ben hem yaşlıyım hem sarhoşum nasıl göreceğim’ diyor , Akkuşlu özür dileyerek sanki bir suç işlemiş gibi hesabı söylüyor.. ‘Dayı’ tamam diyerek parayı hesap kutusuna koyup şefe uzatıyor..

‘Dayı’ ayaklanıyor , ayaklanınca peşinden yetişmek için topuklamanız lazım çünkü otuz beşlik rakı dopingini aldı ‘Dayı’.. Mekandan çıkarken ‘Dayı’ , Akkuşlunun uzattığı kolonya şişesini elinden kaparak kolonyayla adeta yıkanıyor , içtiği alkole deri yoluyla da destek veriyor böylece..

Ve kapıda ‘Dayı’  rakı mesaisine şimdilik ara verirken repliğini tekrar ediyor şefe ‘Akkuşlu uzaktan yakından kimseye , sağa sola borcumuz yok değil mi biz kaçıyoruz ona göre..’

Beş dakika sonra rakı , balık , sarımsak kokularıyla resmi kurumun kapısını adeta kırarak giriyoruz.. İçeride bu sefer insan dolu ama sessiz yine , biz bu sessizlikten korkar gibi gülerek ve yüksek sesle konuşarak odaları ziyarete başlıyoruz..

Taşranın o saçma sapan yavaşlığı içinde ve memurların işi yokuşa sürmek için saçma sapan elli takla atmasına rağmen işin sonuna geliyoruz.. Cehennemimiz İstanbul’da on dakikada bitireceğimiz işi on binlik bu ilçede iki buçuk saatte ancak bitirtiyorlar bize.. Ama son durak mal müdürlüğü.. ‘Dayı’ kafada otuz beşlik rakı ve memurlardan yüklendiği elektrikle hışımla müdürün odasına dalıyor hemen , selam çakıyor , kısa bir izahattan sonra olta sorusunu şöyle soruyor : ‘iyi günler müdürüm , bir maruzatım olacaktı , şöyle bir yazı getirdik mahkemeden , bu arada müdürüm memleket neresi..’ Mal müdürü oltaya takılıyor tabi ki ‘Bolu merkez’ diyor önce yüz vermeyerek.. ‘Dayı’ bana göz kırparak oltayı sertçe kendine doğru çekiyor balık kaçmasın maksat ve müdüre ‘Aa ! Müdürüm ne tesadüf ben de Bolu Mengen’liyim diyor birazdan kimliğini müdürün isteyebileceğini umursamayarak.. Kahkahalarımı içime gömerek kendimi binanın dışına atıyorum.. Dışarıda rüzgar ve yağmurun altında kahkahalarla gülüyorum.. Dönüp binanın içine bakıyorum cam kapıdan , müdür telaşla önde ‘Dayı’ arkada odalar arasında mekik dokuyorlar..

‘Dayı’ beş dakika sonra ağzında sigara resmi kurumdan keyifle çıkıp sigarasını yakıyor ve ‘nasıl da hallettim işi hemen..’ diyor.. Güle güle ve rüzgarla cebelleşerek arabaya yetişiyoruz.. Arabadaki ilk sözü ‘çok sahtekarım değil mi’ diyor.. Sadece gülümsüyorum ve içimden keşke dünyadaki tüm sahtekarlar senin gibi olsa diyorum..

Deniz kıyısındaki küçük ilçeden kaçarcasına çıkıyoruz.. Fakat ‘Dayı’ bu kez beş dakika geçmeden ‘Müdürüm acıkmadın mı bir şeyler yiyelim iki lokma , sonra devam edelim’ diyor ben ona ters ters bakıp gülümseyerek gazı köklüyorum..

Direksiyon başında uyumamam için ‘Dayı’ yine anılarının deryasına teknemizi batırıyor ama bilmiyor ki ‘müdürünün’ ilacı yollar , ‘müdürünün’ kendisini unuttuğu tek yer yollar ve yollar da hiç uyumaz..

O sırada aklıma bir şey takılıyor , ufak bir hesap kitap işi yapıyorum sonra ‘Dayı’ya soruyorum ‘Halo , bugünkü işten kaç lira kazanacaksın’ hemen cevabı veriyor ‘700-Lira evladım Allah bereket versin..’ İkimiz yine kahkahaları koyuveriyoruz benim ‘Ee , ne anladık bu işten , iş yapmaya geldik 450-lira masraf yaptın’ sorumla..

Dünyada parayla işi olmayan iki aylağız.. Bizim amacımız iş yapmak değil ki , amaç kendimizi bir gün bile olsa cehennemlerimizden dışarı atabilmek..  

Güneş batarken , kendimize gülerek , kendimizle ve hayatla dalga geçerek , kimselere bulaşmamaya çalışarak ‘Dayı’yla yeni maceralara doğru yol alıyoruz..

‘yolcu yol yoktur , yolu sen yaparsın..’ – Antoni Maçau

CROCKETT , aylakadamiz