Müzik Kutusu Hakkında :

 

(fotoğraf : ‘looking for eric’ filminden.. – yönetmen : ken loach..)

MÜZİK KUTUSU HAKKINDA :

aylakadamız’ın müzik kutusu en başından beri büyük beğeni topluyor ve rağbet görüyor.. öyle ki günlük takipçileri bile var.. biz bazı şarkıları yenilerine yer versinler diye kaldırdığımız da hemen tepki veriyorlar ‘siteden bu şarkı niye çıktı’ diye.. çok hoşlandığımız bir durum bu tepkileri almak ama anlayışlı olmak lazım.. dinleyebileceğimiz  o kadar çok müzik , şarkı , ses var ki yeryüzünde.. sürekli aynı şeyleri dinleyerek başkalarına haksızlık etmeyelim.. ayrıca müzik kutusunun bir amacı da yeni sesleri , değişik grupların ve sanatçıların eserlerini sizlerle paylaşmanın yanın da onları size tanıtıp , onların beğendiğiniz eserlerini almanızı ve böylece emeklerine bir katkı sağlamayı istiyoruz..

site yaklaşık bir yıl önce yayın hayatına başladı , bu süre içinde yaklaşık 300’e yakın şarkı yer aldı sitemizde ve yüzlerce şarkı , ses yer almaya devam edecek..

‘bazı şarkılar da kazık çakmış , hep varlar’ diyen de oluyor.. evet hep var olacaklar, onlar müzik kutusunun değil aylakadamız’ın yapıtaşları , onlarsız olmaz , onlarsız site yürümüyor.. gerçek bu..

bazı ‘arkidişlerimiz’ de ‘niye şarkıları indiremiyoruz’ diyor.. bu talepleri de bizi hoş görsünler doğru bulmuyoruz ve karşısında olduğumuzdan buna izin vermiyoruz.. sanatçıların yıllarını verdikleri emeklerine saygısızlık olur..

bugün yine bazı şarkılar müzik kutumuzdan kaldırıldı ama yerlerine tam 18 şarkı ekledik.. bazıları çok bilindik şarkılar , bazıları yeni.. umarız severek dinlersiniz.. özellikle soap kills’in ‘tango’ şarkısına , defile des ames grubunun şarkısına , alina orlova’nın sesine ve şarkılarına , irandan mohsen namjo’nun şarkısına ve subcomandante marcos ile ilgili eklenen iki şarkıya dikaktinizi çekmek isterim..

ayrıca ufak bir not müzik kutusu ile ilgili gelen bir şikayet hakkında : ’müzik kutusunda bazen şarkılar arka arkaya çalmıyor , takılıyor’ deniyor.. bu durum internet hızınız veya bilgisayarınızdan kaynaklanıyor olabilir.. bu durumda mecburen manuel olarak kendiniz müzik kutusunu ilerletmek zorunda kalacaksınız.. bizden kaynaklanmıyor ama yine de özürlerimizi sunarız..

bugün eklenen şarkılar : 

1- ALINA ORLOVA – LOVE SONG

2- ALINA ORLOVA – MENULIS

3- DEFILE DES AMES – DOORS TO UNDEFEATED VIOLENCE

4- SHIVA IN EXILE – ODYSSEIA

5- MIKIS THEODARAKIS – Z (MAIN TITLE)

6- PINK FLOYD – WISH YOU WERE HERE

7- SOAP KILLS – TANGO

8- FAIRUZ – AL TANIEH

9- GRUP YORUM – DEVRİM YÜRÜYÜŞÜMÜZ SÜRÜYOR

10 – SUBCOMANDANTE MARCOS – COMANDANTE

11- LHASA – CON TODA PALABRA

12- KAROLINA GOCHEVA – PTICO MALECHKA

13- LOUISE ATTAQUE – LES NUITS PARISIENNES

14- LOU REED – A WALK ON THE WILD SIDE

15- MOHSEN NAMJOO – JABRE JOGHRAFIAYI

16-  PANTEON ROCOCO – MARCOS HALL

17- TINDERSTICKS –DYING SLOWLY

18- ARIS SAN – BUM PAM.. 

umarız eklenen yeni şarkılardan hoşlandıklarınız olur ve bazıları kalplerinize erişebilir belki ‘arkidişler’..

Crockett..

(fotoğraf : ‘the bands visit’ filminden.. – yönetmen : eran kolirin..)

‘Senin’ izlemeni istediklerimden : ÜÇ FİLM..

‘Senin’ izlemeni istediklerimden : ÜÇ FİLM..

‘sana’ ve ‘arkidişlerimize’  sayısız film anlatmak istiyorum , izleyin istiyorum.. birikiyor birikiyor yazmaya fırsat bulamıyorum.. üzülüyorum.. bugün birkaç tanesini hemen kısaca sizinle paylaşayım..

birincisi majid majidi üstadın 2008 yapımı filmi ‘The Song of Sparrows’ , ikincisi bir yerli yapım ‘Kara Köpekler Havlarken’ , üçüncüsü de bir İngiliz yapımı ‘The Damned United’..

majid majidi hakkında ve onun vazgeçemediği oyuncusu ‘mohammad amir naji’ (amir naji , reza najie) uzun uzun ve ayrı yazılar yazacağım.. majid majidi hayranlıkla saygı duyduğum ve hep dilimin tutulmasına neden olan dünya ve iran sinemasının büyük isimlerinden.. uzun uzun yazacağım onun hakkında.. sadece tüm filmlerde oynayan çocukların performansı hakkında bir yazı yazılsa herhalde onlarca sayfa sürer..

‘the song of sparrows’ (avaze gonjeshk-ha) majidi’nin 2008 yapımı filmi.. filmde başrolde yine ‘mohammad amir naji’ var.. yine bir aile babası rolünde : ‘karim’..

karim bir devekuşu çiftliğinde çalışmakta ve ailesini kıt kanaat geçindirmektedir.. bir gün evden bir haber gelir , koşar eve gider.. bakar ki liseye giden büyük kızı işitme cihazını evin yakınındaki su deposuna düşürmüştür.. az biraz su ve çöp bulunan depoda mahallenin çocuklarıyla arar ve aleti bulurlar ama alet hem kırıldığından hem su geçirdiğinden çalışmaz.. küçük erkek kardeşi yüzünden su deposuna işitme cihazı düştüğünden ablası babasına duyuyormuş gibi yapar ama doğru hemen ortaya çıkar ve baba ne yapacağını şaşırır.. kızı alet olmadan duyamaz ve sınavları da yaklaşmıştır.. küçük kasabadaki hastanede tamir edilemeyeceği ve tahrana gitmesi gerektiği söylenir , tahrana gider.. kendisinden yenisi için 350.000 toman istenir.. bu para yoktur ki.. eve döner.. patrondan avans isteyecektir ama patronda şehir dışındadır.. onun gelmesini beklerken günlerden bir gün sorumluluğundaki bir devekuşunu kaçırır.. ararlar ama bulamazlar.. yanmıştır çünkü devekuşunun değeri iki milyon tomandır.. patron gelir ve malum son da gelir , iş yerinden şutlanır.. eve gider , karısına belli etmek istemez ben ayrıldım , sigortalı ve daha iyi ücretli bir iş lazım der.. bir yandan karim küçük oğlu (henüz on iki yaşlarında) hüseyin’in bir sevda halini alan balık çiftliği rüyasıyla mücadele ederken bir yandan da geçim derdindedir.. ama esas derdi kızının işitme cihazıdır..

neyse burada keseyim diyeceğim bakalım ne kadar kısa keseceğim.. film , işte bu mecra üzerinden sayısız eşsiz görüntü ve diyalogla akıp gidiyor , hiç bitmesin istiyor insan.. çünkü böyle bizim hikayemizin anlatıldığı bir film görebilmek abuk sabuklukların arasında mutlu ediyor.. ezilen insan , yoksul insan her yerde aynı insan..

her majid majidi filminde beni yerlere çarpacak kadar etkileyen sahneler vardır.. örneğin ‘baran’ filminde yağmurdan çamurlaşmış toprakta başroldeki ‘baran’ rolündeki kızın (zahra bahrami) ayakkabısının açtığı ufacık çukura düşen yağmur damlaları sahnesi ve o yağmur damlalarına bakarken ağlayan ‘lateef’..

bu filmde ise başroldeki ‘mohammad amir naji’ yine inceliğiyle , sevecenliğiyle gözlerinden akan insan sevgisiyle birçok sahnede sizi çarpıyor yerlere ama bir sahne var ki.. duymayan lisede okuyan kızını motoruyla okula götüren ‘karim’ okulun önünde tam kızı babasından ayrılacakken kızını durduruyor ve eğilip kızının ayakkabısını bağlıyor.. işte tüm umutsuzluğun , sıkıntının içinde sevginin , dayanışmanın hiç yok olmayacak şekilde tekrar tekrar yeni filizler verdiği bir film ‘serçelerin şarkısı’..

filmin müzikleri de muhteşem.. sarsıcı , benzersiz öyküyü daha da etkili kılıyor müzik.. ama müzikler arasında iki üç kere karim’in halasının oğlunun pikabından kulağınıza ‘ibrahim tatlıses’ türküleri çalınıyor.. ve ve ve karim rolündeki   mohammad amir naji , her majid majidi filminde yaptığı gibi azeri türkçesiyle bir türkü okuyor tabi ki yine bu filmde..   mohammad amir naji bir şans sinemaseverler için..

bu filmi ne yapıp edin izleyin yoksa çok şey kaçırırsınız..

 

filmden bazı replikler : 

karim : ama bu hiç adil değil.. (devekuşunun kaçmasından sonra çiftliğe döndüğünde deve kuşlarına bakarak söyler bunu..)

 

(fotoğraf : majid majidi , mohammad amir naji..)

karim  : sen orayı bin yılda temizleyemezsin..

hüseyin : temizleyeceğiz.. sonra da suyla doldurduğumuzda içine yüz bin balık koyabiliriz..

karim : yüz bin balık ne kadardır biliyor musun ?

hüseyin : şey.. yüz bin balıktır..

karim : sonra ne olacak peki ?

hüseyin : onları satar milyoner oluruz..

karim : milyoner mi ? evet doğru ya milyoner ! 

ikinci filmimiz ise bir yerli yapım : kara köpekler havlarken.. yönetmenliğini mehmet bahadır er ve maryna gorbach yapıyor.. ellerine , yüreklerine sağlık ve yolları açık olsun diyoruz.. başrollerde ‘selim’ rolünde cemal toktaş , ‘çaça’ rolünde her filminde daha da bir üstüne koyan ve performansını zirveye çıkaran volga sorgu , ‘usta’ rolünde büyük üstad erkan can var..

lüks alışveriş merkezlerinin dibindeki sanayi mahallesinde yaşayan ve otopark değnekçiliği , güvercincilik gibi işlerle geçinen selim ile çaça tanıdıkları ‘mehmet’ abilerinin kendilerine daha büyük bir iş için önünüzü açacağım demesiyle bir iş merkezinin güvenlik işi ihalesine katılmaya karar verirler.. yalnız bunu kendilerine değnekçilik yeri veren otopark mafyasının lideri ‘usta’dan gizlemeleri gerekmektedir.. çünkü haberi olursa kendilerine hiç acımayabilir.. ihaleyi alıp yırttıkları zaman güçlü olacaklardır ve ona o zaman söyleyebileceklerdir.. ancak işler hiç de istedikleri gibi gelişmez.. işin içine türk sinemasında nadir derecede az gördüğüm iyi ‘kötü karakter’ performanslarından birini gerçekleştiren  ‘kötü adam’ ‘sait’  girer.. saiti oynayan ‘ergun kuyucu’yu tebrik etmek gerekir..  onun da yolu açık olsun..

neyse filmimiz hakkında bir iki kısa şey söyleyeyim.. film kıvırmadan , yalpa yapmadan dümdüz türkiye gerçekliğini ortaya koyuyor karşınıza.. apaçık her şey ortada.. ustaların , reislerin , babaların , köşe dönmeciliğin kol gezdiği dünyamızda safça , temiz ve küçük hayaller kuran ama çevrelerinde dönen oyunun çok uzağında yaşayan selimle , çaçanın öyküsü.. ne acı bir öykü.. oysa hayalleri çok fazla bir şey değildir ; selim sadece sevdiği kızla bir an önce mutlu bir hayat yaşayacağı bir evlilik düşünmektedir , çaça ise daha güzel bir orta sınıf spor araba.. yerli yapımlar arasında film üst sıralarda yerini alacak düzeyde.. senaryosu özgün ve oyunculuklar üst seviyede.. sırıtan hiçbir şey yok filmde.. hele alp erkin çakmak ve barış diri’nin yaptığı film müzikleri yine on numara.. 19 Mart’ta sinemalarda gösterime giren filmi kaçırmayın , gidin on kez izleyin sıkılmazsınız.. anlatılan yine bizim hikayemiz çünkü.. ve son bir gıcıklık yaparak şunu diyeyim : ‘özcan alper’in ‘sonbahar’ından sonra ki bence en iyi finale sahip yerli film bu ; onun için koltuklarınıza sıkı sarılın ve volga ve ergun’un oyunculuklarına da dikkat kesilin..

 

üçüncü filmimiz ise 2009 yapımı bir  ingiliz filmi : ‘the damned united’.. ingiltereden gerçek bir futbol hikayesi.. ama kimseyi kasmadan futbolla boğmadan ; kadın , erkek , çocuk herkesin izleyebileceği (cinsiyetçilik mi yapıyorum ne , nasıl bir cümle oldu bu ya.. ‘ailece’ de gitsin öf..) nefis bir ‘ince işleme’ ingiliz sineması örneği..

bir zamanların değil halen ingiliz futbol tarihinin otoriterlerce en iyi teknik direktörü olup da ingiliz milli takımının teknik direktörlüğünü yapmayı hiçbir zaman kabul etmemiş ve 2004 yılında hayata veda etmiş ‘brian clough’un yaşam hikayesinden kesitler veriyor bize film.. jose mourinho’nun kimi taklit ettiğini öğrenmek istiyorsanız filme dikkat edin..

yönetmenliğini ‘tom hooper’ yapıyor filmin.. başrollerde michael sheen (brian clough) , jim broadbent ve timothy spall var.. sıkılmadan izleyeceğiniz kaçırılmayacak biyografik bir film.. yine de keyfiniz bilir tabi..

 

en kısa zamanda size bir manifesto , bir başyapıt olan israilli yönetmen güzel insan ‘udi aloni’nin ‘bağışlamak’ (forgiveness) filminden bahsedeceğim.. bana bazıları saydıracaktır hemen alt benliklerindeki faşizanlıklarla ama ben yine de diyeceğim : dünyada en çok sevdiğim ve hoşlandığım insanlar iranlılar , israilliler ve filistinliler.. sonsuza kadar birbirlerine düşman yapılmaya ve atılan kin , nefret tohumlarıyla ve sürekli üretilen paranoya ve yalanlarla düşman bırakılmaya çalışılan bu insanların hepsi birbirini seviyor.. çünkü hepsi kardeş ve hepsi insan.. önemli olan oynanan tiyatroyu görebilmek..

‘hepsi arkidişimiz..’   

Crockett.. 

‘mağarayı andıran oyuğun tutsağı ben, dünyanın gölgesinin karşısında yalnızım..’- ALBERT CAMUS

‘..gençken insanlardan verebileceklerinden fazlasını isterdim : sürekli bir dostluk , kesintisiz bir coşku..

şimdi verebileceklerinden daha azını istemesini biliyorum : yorumsuz bir arkadaşlık.. ve coşkuları , dostlukları , soylu davranışları , benim gözümde tüm mucizevi değerini koruyor : iyiliğin sarsılmaz etkisi..’

ALBERT CAMUS

(Defterler-1 , Mayıs 1935 – Şubat 1942 , İthaki Yayınları , 2002 , Çeviri :Ümit Moran Altan..)

 

‘..pencerenin öte yanında şu bahçenin yalnızca duvarlarını görüyorum.. ve ışığın aktığı şu birkaç yaprak.. daha yukarıda , yine yapraklar.. daha yukarıda güneş.. ve dışarıda hissedilen bu neşeli havadan , dünyaya yayılan tüm bu sevinçten , yaprakların beyaz perdelerin üstünde oynaşan gölgelerini fark edebiliyorum yalnızca.. beş güneş ışını da , odaya kuru otların yanık kokusunu akıtıyor ısrarla.. bir esinti , ve perdenin üstünde gölgeler hareketleniyor.. bir bulut güneşi örtüp, sonra güneşin önünden çekildiğinde , şu mimozalı vazonun parlak sarısı gölgede beliriveriyor.. bütün bunlar , doğuveren tek bir ışıltı ile karmakarışık ve sersemletici bir sevince boğulmama yetiyor..

mağarayı andıran oyuğun tutsağı ben , dünyanın gölgesinin karşısında yalnızım.. ocak ayı , öğleden sonra.. ama soğuk , havanın derinlerinde duruyor.. her yerde , her şeyi ölümsüz bir gülümsemeyle örten , ama tırnakla kırılıverecek kadar incecik bir güneş tabakası.. ben kimim ve ışıkla yaprakların oyununa katılmaktan başka ne yapabilirim.. içinde sigaramın tükendiği bu güneş ışını olmak , bu hoşluk , havadan solunan bu dingin tutku olmak.. kendime erişmeye çalışırsam , bunu ışığın derinlerinde başarabilirim.. ve dünyanın gizini ele veren bu hoş tadı hissetmeye , tadını çıkarmaya çalışırsam , evrenin derinlerinde kendimi bulurum.. kendimi , yani beni görüntüden kurtaran bu en uç noktadaki coşkuyu.. birazdan , başka şeyler ve insanlar beni yeniden ele geçirecekler.. ama şu dakikayı zamanın dokusundan kesip ayırmama izin veriniz , başkalarının sayfaların arasına bir çiçek bırakması gibi.. onlar , aşkın kendilerine hafifçe dokunuverdiği bir gezintiyi sayfaların arasına hapsederler.. ve ben de geziniyorum , ama beni bir tanrı okşuyor.. yaşam kısadır ve zaman yitirmek günahtır.. bütün gün boyunca zaman yitiriyorum ve ötekiler çok çalışkan olduğumu söylüyorlar.. bugün mola verdim ve kalbim başını alıp kendisiyle tanışmaya gidiyor..

yine bir iç sıkıntısıyla boğulursam , bu cıva zerreleri gibi parmaklarımın arasından kayan o elle tutulamayan anı hissettiğim içindir.. dünyadan ayrılmak isteyenleri bırakınız… ben hiç yakınmıyorum , çünkü doğuşumu seyrediyorum.. bu dünyadan mutluyum çünkü bu dünya benim krallığım.. geçip giden bulut ve solan an. Kendi ölümüm kendimde.. kitap sevilen bir sayfaya açılır.. bugün , dünyanın kitabının açıldığı sayfa ne kadar da yavan.. acı çektiği doğru mu , acı çekiyor olduğum doğru değil mi ; ve çekilen bu acı başımı döndürüyor çünkü bu acı , bu güneş ve bu gölgelerdir , bu sıcak ve havanın derinliklerinden gelen , çok uzaktan hissedilen bu soğuktur.. her şey , gökyüzünün tüm doluluğunu boşalttığı şu pencerede yazılı olduğuna göre , bir şeyler ölüyor mu , insanlar acı çekiyorlar mı diye sormalıyım  kendi kendime.. önemli olan insan olmak , yalın olmaktır diyebilirim ve birazdan diyeceğim.. hayır , önemli olan doğru olmaktır ve bunun içinde hepsi vardır , insanlık da yalınlık da.. ve dünyada olduğum zamana değilse ne zaman daha gerçek ve daha saydam olurum ?

doyumsuz sessizlik anı.. insanlar sustu.. ama dünyanın ezgisi yükseliyor ve ben , oyuğun dibine zincirlenmiş, arzulamadığım halde mutluyum.. ölümsüzlük burada ve ben umutla onu bekliyordum.. şimdi konuşabilirim.. bendeki benim bu süre giden mevcudiyetinden daha fazla ne dileyebileceğimi bilmiyorum.. şimdi mutlu olmayı değil yalnızca bilinçli olmayı diliyorum.. insan dünyadan koptuğunu sanıyor , ama içinde hissettiği bu direnci kırmak için , altın sarısı tozlar içinden bir zeytin ağacının yükselmesi , sabah güneşiyle göz kamaştıran kumsallar yeter.. benden bu kadar.. olabilecek şeylerin bilincindeyim , bu sorumluluğu alıyorum.. yaşamın her anı kendi mucizevi değerini ve çehresinin sonsuz gençliğini taşıyor..’ 

ALBERT CAMUS

(Defterler-1 , Mayıs 1935 – Şubat 1942 , İthaki Yayınları , 2002 , Çeviri :Ümit Moran Altan..)

HANGİ GÜNÜN YÜZYILI.. – ADNAN YÜCEL

HANGİ GÜNÜN YÜZYILI

 

Sancısını yaşıyorsun kaç zamandır

Yeni bir güne sevinçle başlamanın

Yoluna ışık tutan sözcükler

Var mı o günün ışıltılı kanatlarında

Rüzgâra dost olan soluklar var mı

Altını çize çize soruyorsun nedense

Ki hep aldatmış olduğun kendine

 

Adın çoktan çocuğa çıkmış oysa

Çoktan anlaşılmaz olmuşsun

Şu güzel ömrün tam ortasında

Kuşları sora sora düşen yapraklarda

Ey çılgın

Kanadı kırık her kuşa

Kanat olmaktan yorulmuşsun

 

Bulutları çarpışa çarpışa yorgun

Bir gökyüzüdür artık gülüşün

 

ADNAN YÜCEL

‘SENSİZLİK’ CEHENNEMİNDEN SAYIKLAMALAR – 1

‘SENSİZLİK’ CEHENNEMİNDEN SAYIKLAMALAR – 1

 

evet sensizlik cehennem.. her şeyiyle cehennem ikizim.. sensiz geçen her anım bir kabus.. sanki dünyanın tüm laneti üzerime yağıyor.. nasıl mı anlatayım da sen ve herkes okusun ikizim..

bak aşağıda ‘reisin’ mutlu yıllar yazısı var.. gerçekten ‘çok mutlu’ bir yıla adım attım.. hem de ‘ne mutlu’.. sensizlikte mutluluk yok , sadece acı ve hüzün var ikizim..  yine de ‘reisin’ bu inceliğine teşekkür ederim..

‘mutlu yıllara’ girmeye hazırlanırken 30 martta gözlerini para hırsı büyüyen gıda teröristlerinin saldırısına uğradık ‘ciğerimle’..

ikimiz kırk derece ateş ve bilimum ekstra sıkıntı verici durumla dört gündür yatıyorduk , ilaçlar , iğneler , serumlar..

daha yeni soğuk algınlığından kurtulmuşken ikimiz , şaka gibi geldi.. hayatımda yaşamadığımız bir şeydi besin zehirlenmesi , ya da kıyısından köşesinden geçerek ucuz atlatıyorduk.. hep duyardım sıkıntılı durumlar yaratabiliyormuş..

işte o gün kalktık sabahın köründe , önce ‘nehir’imizi okuluna bıraktık.. yine arabada beni ‘müdürlükten’ aldı ‘müdür yardımcılığına’ indirdi ve olmayan maaşımdan kesinti yaptı ceza olarak çünkü evlerine geç gittiğimden okula da geç kalmıştık.. ben de sesimi çıkarmadım yoksa her şeyden olabilirdim.. ciğerim şanslı her sabah az uyumuşsa bile kafasını açıyordur ‘nehir’.. ben haftada birkaç kez bu şansa sahip oluyorum..

‘nehir’i bıraktıktan sonra baktık ‘sözde’ yapacağımız işe çok vakit var.. nereye gidip kahvaltı yapalım meselesine geldi sorun..

istanbul cehenneminde eğer evinizin dışında iseniz siz yüzlerce diyebilirsiniz , ben binlerce diyeyim ama en önemli üç sorun var: trafik , park ve zıkkımlanma sorunu.. hadi trafik ve parkı hallettiniz bir şekilde ama zıkkımlanmaya gelince kocaman bir sorun olarak karşınıza çıkar bu mesele.. ‘dayı’ ne der : ‘bu mesele bizi de düşündürtmektedir..’ öncelikle temiz ve sağlıklı ve sonra cebinize göre olmasını istersiniz her insan gibi.. ama bu üçünü bir arada kapitalist sistemde istemek , daha doğrusu bulabilmek ne kadar mümkündür ne kadar hayalciliktir..

hangi işletme yüzde yüz değil yüzde elliye bile razıyız , yüzde elli temizdir mesela.. hangi işletme çalışanlarına karın tokluğuna çalıştırmak değil de insanca yaşamaya yetecek yeterli ücreti vermektedir , hangi işletme çalışanlarının sigorta primlerini düzenli yatırmaktadır , hangi işletme tüm çalışanlarına aylık periyodik sağlık taraması yaptırmaktadır ki ayrıca fiziksel ve ruhsal sağlık kontrolleri , yanlış anlaşılmasın aynen ‘ruhsal sağlıkları’ da kontrol edilmelidir çünkü aşağıda anlatacağım bazı olaylar bunların nedenlerini ortaya koyacaktır.. hangi işletmenin tuvalet , lavabo gibi yerleri gün aşırı ya da haftada bir değil de periyodik olarak gün içinde temizlenip dezenfekte edilmektedir.. daha bir sürü soru sorulabilir ama bunların hiçbirine tam olarak biz de var diyebilecek işletme yoktur.. yıllardır hem gazetesinde hem televizyondaki programlarından takip ettiğimiz ‘hazreti’ mehmet yaşin üstadım en büyük tanığımdır..

hadi geçtik bu bitmek bilmez sorularımıza cevap almayı gözlerini daha fazla hep daha fazla kar hırsı bürümüş psikopat işletmeciler vardır bir de.. bile bile size bozuk gıdayı en güzel sunum içinde koyarlar önünüze.. afiyetle yersiniz.. sonra karnınız tok , mutlu bir şekilde oradan ayrılırsınız.. vücudunuzun direncine göre ve zıkkımlandığınız yiyecekteki bakteri , virüs , mikrop , zehir , pislik her ne haltsa adı onun sizi etkileme gücüne göre bir süre sonra dünya sizin için cehenneme döner.. işte biz de ciğerimle o kadar düşünüp ne yiyelim ne zıkkımlanalım dedikten sonra tuttuk çok bilinen ve bir çok ilde , bir çok ilçede sayısız şubeleri olan bir pastanemize gittik ve en çok satılan ürünlerinden yedik , çayımızı içtik.. kalktık işimize gücümüze gittik.. öğlen ikimizde hala bir şey yoktu.. öğleden sonra mecburiyetten ayrıldık.. akşam anormallikler eve giderken başlamıştı , yüksek ateş , aşırı terleme , bulantı , kusma ve arkası gelecekti.. eve kendimi attım kurtuldum sandım.. ama cehennemin hoş geldin ekibiymiş bu belirtiler.. birkaç ilaç attım , fahri doktorluğum var ya.. ama ilaçlar kar etmedi.. evde hiçbir şey yemeden yatmak istedim uyursam iyi olurum dedim , üşütmüşüz belki.. kendimizi kandıralım dedik , herkes kandırıyor biraz da kendimizi kandırsak ne olur.. uyuyamadım bir türlü , dön dolaş yatak terden oldu ‘deniz’ kulaç at gitsin.. sonra burada kısa geçeceğim ama sanırım on yıla bedel tuvalet seferleri.. fakat en kötüsü ne biliyor musunuz ateş.. ölüyorum dedim.. ölüm bir kurtuluş aslında o ateşte.. sabahı zor ettim.. zor bela kalktım , o saate kadar aldığım altıncı ateş düşürücüyle birlikte çöplüğümüze gittim.. gitmek zorundaydım çünkü yapmam gereken bir iş vardı.. kapıyı bir açtım baktım girişteki bekleme koltuğunda paltosunun üstüne bürodaki cüppeleri de atmış ciğerim yatıyor.. kapı sesiyle gözlerini zar zor açtı ölüyorum adamım dedim.. ben de çıkmayan sesimle ‘yetiştim ciğerim öbür tarafta da benden kurtulamayacaksın , ben de bilet aldım’ dedim.. bir küfür savurdu.. o anda ikimizde olayı çözdük.. hemen canım kardeşimi rahatsız ettik binlerce kilometre öteden telefonla.. doktora gitmekten korkan eşek kadar bizler telefonla kendimize teşhisi koydurduk ve ilaçlarımızı mesajla alıp eczaneye yollandık.. eczaneden yollarımızı ayırdık evlere tevzi olduk.. eve geldim , aldığım ilaçları yediğim iki muzun üstüne içtim ve yatağa girdim.. 39-40 derece ateş tir tir titriyorum , konuşamıyorum.. birden aklıma o günün doğum günüm olduğu geldi.. gülümsedim.. güzel bir hediye doğum gününde gebermek.. yatakta döndüm durdum ne ateş ne de zaman geçiyordu.. sonra annem de fark etti hasta olduğumu.. üzüldü ve ana refleksiyle hemen seferber oldu.. ama hastayken birisinin devamlı başınızda size bir şeyler tavsiye etmesi şöyle ya böyle yap veya böyle yapmasaydın , dışarıda yemeseydin , bu kadar içmesen filan gibi şeyleri devamlı tekrar etmesi belli bir süre sonra sizin kendinizden geçmenize de yol açıyor ve bir süre uyumanızı sağlıyor.. ana gibisi yok işte , analarınızın kıymetini bilin ‘arkidişler’..

uyandım.. sanki saatler uyumuştum.. ne kabuslar gördüm , ne olaylar yaşadım ama baktım yarım saat bile uyumamışım.. küfrettim.. o sırada telefon çaldı.. baktım canım kardeşim nasıl olduğumu soruyor.. işte doktor buna denir , binlerce kilometre öteden saatlik vizit yapıyor telefonla.. ‘abi nasıl oldun’.. inanın cevap veremedim , keşke burada olsaydın diyecektim ama diyemedim artık kendimi tutamadım sinirlerim boşaldı , telefonu anneme attım , o izahat verdi.. yataktan hiç çıkmadım akşama kadar lavabo seferleri dışında , ayakta zor duruyordum..

akşam yedi gibi bir şeyler yedim zar zor ilaçlarımı alıp yatağa attım kendimi yine.. sekize doğru anamla babam ben o durumdayken doğum günümü kutladılar , çok üzgündüler.. babam neredeyse ağlayacaktı , ben de onları mutlu etmek için yatağın içinden gülümsemeye çalışıyordum.. o sırada telefon çaldı canım kardeşim hem rutin vizitini yapıyordu telefonla , hem de doğum günümü kutluyordu.. biraz kendime gelsem masada duran kocaman pastanın içine kafamı sokacağım ama o kadar açım anlayın.. anam da babam da yiyemiyor , ben de.. e ne işi var o pastanın evde.. pastayla bakışırken ve o pastayla ilgili hain planlar düşünürken kapı çaldı hah dedim gelen kesin komşulardan ‘x teyze’.. kapı sesi ve yiyecek kokusu uzmanıdır ve en az benim kadar midesine düşkündür.. pastanın kokusunu aldı.. bari ona verin anında mideye indirsin diye yüksek sesle düşünürken diafondan bir ses : ‘sücuu’.. anlamadım yattığım yerden sucu mu , sütçü mü.. biz süt almayız ki artı su da istemedik o saatte.. annem kısa ve net bir cevap verdi.. iki dakika sonra yine zil bu sefer uzun uzun ve kapının arkasından biri bağırıyor yine ‘sücuu’ diye.. annem babam tam sinirlendi kapıyı beraber açmaya yöneldiler.. kapının açılmasıyla bir çığlık sesi duydum.. la ne oluyor dedim o halimle yani aslında ‘ölü halimle’ yataktan nasıl fırladım bilemezsiniz.. gözlerim kararıyor başım dönüyordu , kapıya tam yetişecekken baktım görüş alanımda canım kardeşim dimdik karşımda duruyor.. şaka gibiydi.. inanamadım.. çocuk sesimi ilk duyduğunda sabah o kadar kötü olduğumu düşünmüş ki hemen koşmuş havaalanına daha on gün olmadan gittiği binlerce kilometre öteden atlamış gelmiş.. dilim tutuldu.. ne diyeceğimi bilemedim sarıldım ona.. ‘abi sana doğum günü hediyesi olarak çeşit çeşit , paket paket iğne , ilaç getirdim.. kusura bakma aceleye geldi bir şey  alamadım başka’ dedi.. beni yatırdı , kontrollerini yaptı , sonra kaç iğne yaptı bilmiyorum gece boyunca.. ateşim biraz düştü sayesinde ve gece iki üç saat uyuyabildim.. ya işte hayatımın en güzel doğum günü hediyesi oldu bu bana.. böyle bir kardeşim var benim işte.. hiçbir gıda teröristi yıkamaz beni.. hele bir yataktan kalkayım hepinizi ziyaret edeceğim gıda teröristleri.. beni bu kadar hasta edenlerden alacağım intikamı üstad murat menteş bile kurgulayamaz..

neyse sonrası dört gün ciğerim kendi evinde ben kendi evimde zıbardık yattık.. öyle inatçı bir ateş ve öyle inatçı bir karın ağrısı ki.. tam geçti derken sevinmenize fırsat vermeden ortaya çıkıveriyorlardı.. ama benim canım kardeşim hem beni hem ciğerimi kendimize getirdi..

işte böyle ‘arkidişler’ , özellikle çocukları olanlar gıda teröristlerine dikkat etsinler lütfen.. tabi kendilerine de.. acımadan insanlara yediriyorlar , içiriyorlar bozuk ya da zararlı , zehirli gıdaları.. ‘gdo’lu ürünlere hayır demeye gerek yok kardeşim.. tüm ürünlere hayır demek gerek.. sil baştan düzenlemek gerekir tüm sektörü.. yukarıda bahsetmiştim başımdan geçen bazı gıda maceralarını anlatacağım diye fakat yazı da çok uzun oldu.. kısa kesmeye çalışarak bir kaçını örnek vereyim..

birinci örnek gıda sektöründe çalışanların sağlık kontrollerinde ruh sağlıklarının da kontrol edilmesi gerektiği konusundaki görüşümle ilgili.. ne zamandı tam hatırlamıyorum , kadıköy’ de ana otobüs duraklarından birinin arkasında bulunan kuruyemişçilerin birinin önünde bekliyorum.. baktım kuruyemişçiden  bağırtı sesi geliyor , dükkanın sahibi yanında çalışan yirmili yaşlardaki delikanlıya bağırıyor bilmem hangi nedenle.. delikanlı bir sinirle kıpkırmızı çıktı dışarıya elinde cam sil olduğunu sandığım içinde mavi bir sıvının olduğu fısfıslı bir plastik şişe ve bezle.. camlara yöneldi , camdan içerideki dükkan sahibini kontrol ederek , camları silmeye başladı.. ama bir anormallik vardı çünkü çalışan delikanlı bir cama sıkıyordu fısfısı bir dükkanın dışında vitrinin önünde duran  yandaki leblebi makinesinin içinde kavrulan , dönen leblebilerin üstüne.. fırsatını bulduğunda bolca sıkıyordu leblebilere.. gözlerim faltaşı gibi açıldı.. sıcak leblebilerin üzerinden sıkılan sıvının dumanı çıkmaya başladı.. ya ne yapıyorsun kardeşim dedim fısfısçıya.. dondu kaldı yakalanmanın verdiği şokla.. bir şey yapmıyorum demeye çalıştı.. utanır gibi hemen kendine çeki düzen verdi ve yok bir şey dedi.. daldım içeriye , dükkan sahibine durumu iki cümleyle anlattım.. adam elinde sopayla dışarı fırladı , ettiği küfürden anladım ki fısıfısçı meğer oğluymuş.. peşinden koşturdu ama tabi genç çocuk seğirtti ara sokakta kalabalığa karıştı , kaçtı.. ben orada saatlerce bekleyip leblebileri çöpe attılar mı diye bakmadım , vaktimde yoktu.. en az on kilo leblebi vardı belki makinenin içinde.. dükkan sahibi kızgın adamın insafına kalmıştı artık.. ya işte yirmili yaşlardaki adam babasına olan kızgınlığını vatandaşa satacağı leblebiden çıkarıyor.. işte böyle bir cinnet dünyasında yaşıyoruz..

ikinci anım yıllar öncesinden bu kez taksimden.. daha öğrencilik yıllarımdı , fakat çalışmaya başlamıştım.. mesleği öğrenecektik hesapta.. neyse çalıştığım büro taksimdeydi.. öğlenleri mecburen lezzet keşiflerine değil de ‘maceralarına’ çıkıyordum.. taksim ve beyoğlu bir türlü ısınamadığım hep yabancı yerler.. zaten ‘canımmmm kadıköy’ dışında birazcık da üsküdar var benim için daha da gerisi bana istanbulun hep yabancı , korkutucu gelir.. inanın vapur kadıköye yanaştığında iskeleye adım attığımda sanki evime gelmişim gibi gülümser ve rahatlarım.. bir çok kadıköylüden duymuşumdur bu tür övgüler kadıköye.. kadıköylülük sendromu diyen var , kadıköy takıntısı , kadıköy tribi , kadıköy aşkı..

her neyse işte taksim günlerimden birinde çıktım yine öğlen yemeğine.. daha önce defalarca yediğim bir tanınmış lokantamıza girdim.. özellikle yemek çeşidi ve türkiye yemekleri konusunda menüsü zengin olduğundan çok tercih edilen bir lokantadır bu lokanta.. o gün canım köfte istedi.. self servis olduğundan çorba , köfte , pilav ve salata aldım.. gittim oturdum yemeye başladım.. ikinci köfteden bir parça ağzıma atmıştım ki çiğnerken birden ağzımdan çat diye bir ses geldi.. eyvah dedim celal abime iş çıktı , gitti dişlerden birisi.. herhalde dedim köftelerden birinde bir kemik parçası filan çıktı o da dişlerden birini tuz buz etti.. ama yok kırılan bir şey hissetmiyorum.. ağzımın içinde dönüp duran sert bir cisim var farkındayım.. dişlerimle öğütemiyorum da yutamıyorum da , çıkaramıyorum da.. lokanta tıklım tıklım dolu.. peçeteye aktarımı düşünemiyorum o turist kalabalığında.. üçüncü kattaki lavabolara da çıkmaya üşeniyorum.. kaldı ki eğer başka bir şeyse ağzımın içinde dönen kimliği belirsiz cisim , lavabolarda çıkarsam peçeteye lokanta sahibine nasıl ispat edeceğim.. zaten cisim ağzımda dönerken bunun kemik , kıkırdak , sinir olamayacağını anladım , yoksa şimdiye benim güçlü çenem halletmişti işini..

planımı yaptım , masanın altına doğru hafif bir çatal düşürme numarasıyla daldım , onu alıyormuş gibi yaparken özür dileyerek söylüyorum peçeteye ağzımdaki malzemeyi boşalttım.. ve o an peçetenin üzerinde gördüğümle dondum kaldım.. peçete de yiyeceklerin dışında açıkça görülen kırmızıyla kahverengi arasında bir rengi olan güzel mi güzel bir basılı durumdaki ZIMBA TELİYDİ.. yavaşça kalktım , derin nefes aldım kasada oturan ve gelip gitmelerden tanıdığım kasiyere yanaştım , ‘buyurun abi emriniz’ dedi.. hesap diyeceğimi bekliyordu ama çekinmeden peçeteyi olduğu gibi tüm sıradaki müşterilerin önünde bıraktım ‘emrim bu , bu ne kardeşim dedim..’ adam sanki uzaydan gelmiş bir cisme bakıyor gibi bir süre inceler gibi yaptı şaşkınlıktan ve yaşadıkları rezillikten dondu kaldı.. evet cevap bekliyorum.. sessizlik..

sırada bekleyen turistler ve yerli müşteriler ve o katta oturanlar birer ikişer tüymeye başladı.. bazıları kasaya yanaşıp peçetedekinin zımba teli olduğunu görünce ‘oo shit’ diye tepki verince ben içimden keşke ‘shit’ olsa diyordum ona razıydım çünkü ankara’daki bir üniversitede o zamanlar çalışan bir arkadaşımdan dinlediğim bir hikaye ne tehlike atlattığımı bana hatırlatıyordu.. arkadaş anlatmıştı üniversite yemekhanesinde iş arkadaşlarından birisi yemeklerin birinde yine zımba teline maruz kalıyor , fark ediyor ağzındaki yabancı cismin ama çıkarmaktan çekindiği için midede öğütülür diyor , yutuyor ve zımba teli lokmayla beraber tüm yemek borusunu yırtarak iniyor mideye.. sonuç sayısız ameliyat ve acı.. ya işte böyle bir tehlikenin kapısından dönmüşken ben o kargaşada cevap bekliyordum.. o sırada mutfak kısmından lokantanın sahibinden daha ‘sahip’ bir aşçı görünümündeki ‘ayı’ arkadaşımız teşrif etti koşarak.. olay kendine garsonlarca iletilmiş ki ‘ya kardeşim ekmekten çıkmıştır un çuvallarından düşüyor hep’ dedi.. sanki bu cümle lokantayı kurtaracakmış , rezilliği temizleyecekmiş  gibi.. ama ben kolundan tuttum masaya kendisini döndürdüm bak bakalım masada ekmek var mı diye gırtlağımdan bir bağırtı koptu.. pilav , makarna türü varken ekmek kullanmamayı öğretmiştim kendime aylar süren işkenceyle.. iyi ki de o gün yoktu , iyi ki pilav almıştım yoksa ihale fırına kalacaktı..

‘ş-aşçıbaşı’ sustu.. kasadaki zerzevat binlerce özür diledi falan filan.. ben ne yapacağımı düşünüyordum.. hak savunucusu olmaya aday ben ne yapacaktım.. zabıtayı çağırsaydım ne olacaktı , bir uyarı yazısı , tutanak hop tamam.. o zaman çok hayalciydim , toydum.. peçeteyi kaptım içindekiyle.. en nadide küfürleri lokantanın içinde yankılandırarak ikiledim.. şunu düşünmüştüm : sözde gazete ve televizyonlara bildirecektim olayı.. olay büyüyecek ve lokanta gününü görecekti.. internet o zamanlar bu kadar gelişmemişti ve biz de yabancısıydık internet olayının.. ama büroda olayı anlatan bir yazı yazıp faks geçtiğim hiçbir sevgili basın kuruluşumuz geri dönmedi bana.. salaktım işte.. günlerce düşündüm gidip cam çevre indirsem yapamazdım , yalan tabi.. ama ben şunu yapabildim sadece , lokanta çalışanlarını psikolojik olarak bitirdim.. yolumun üstündeki lokantanın her önünden geçişimde lokantanın önünde durup içeriye girecekmiş gibi yapıyordum ve dakikalarca içeriye bakıyordum.. tabi beni tanıyan çalışanlar çıkıp hiçbir şey diyemiyor mal gibi kaçamak bakıyorlardı.. çünkü içerideki müşteriden olma ihtimalleri vardı her an.. o zımba teli hala bende duruyor.. isteyene gösteririm.. ne diyor şarkı ‘hatırası var..’ hatıraları batsın terörist bunların hepsi..

son bir anı yine ‘ciğerimle’ beraber yaşadığımız bir olay.. kadıköy’ün en nezih mekanlarından birinin bahçe kısmındayız.. hava güzel , mekan güzel , etraftaki insanlar güzel.. çok sağlığımıza dikkat ediyoruz ya her zaman istediğimiz ‘ton balıklı salata’dan istedik yine.. kocaman bir salata geliyor önünüze ve o kadar doyurucu ki içinde yok yok , bitiremiyorsunuz bile.. tabi o koca salata tabağı karşısında size kocaman bir öpücükte atıyorlar hesapla birlikte.. neyse yine geldi salatalar biz koyulduk çeneleri çalıştırmaya.. konuşup gülüp yiyorduk.. neredeyse yarılamıştım ki salata tabağımı baktım ciğerim donmuş bir şekilde kendi tabağına bakıyor.. ne oldu diyecekken kafasını kaldırdı ağzını açamıyordu gözleriyle tabağının içine bakmamı istedi..  hafif uzanarak baktım.. uzanmış pozisyonda kaldım , dondum çünkü.. ya gördüğüm manzara bir david cronenberg filminden apartma bir sahne miydi.. yoksa bize ilaç içirmişler cronenbergin bir filminde yem olarak dublör mü yapmışlardı.. rüya mıydı yoksa.. ve geri sandalyeme oturduğumda tabağımın derinliklerinde aynı şekilde onlarca ‘YİYECEK KURDUNUN OYNAŞTIĞINI’ bende mi görecektim.. o korkuda vardı bende.. ciğerim şefe bağırırken masaya gelmesi için ben maalesef tabağımda kazıya başladım.. salatanın altlarını açmamla kapamam bir oldu.. evet maalesef benim tabağımın derinliklerinde de lezzetli mi lezzetli onlarca kurt canlı canlı oynaşıyordu.. olsun be demek gerekirdi belki sağlıklıdır , hem erkeğiz ya bak bak belki afrodizyaktır , belki ciğerimin saçları gürleşir , belki benim gözlerime faydalıdır değil mi.. kızmamak lazım hemen , bir açıklama alalım önce.. şef geldi ‘buyurun abi’ yavşaklığıyla.. ciğerim iki tabağı önüne koydu ‘bir bak bakalım’ diyerek.. şef tabaktaki mısır kornişonları ,  balık ve diğer yeşillikler arasından kendine sırıtarak bakıp selam veren kurtları görünce dondu kaldı tabii.. diğer garsonlar koştu patrona haber verdi.. o da gelince sustu.. içinden herhalde önce ağaçlardan düşmüştür demek gelmiştir.. diğer müşteriler duymasın diye sessizce özürler dilemeye başladılar , bize hemen yeni salata gelecekti falan filan.. ne özrü lan yedik biz ‘kurt salatasının’ çoğunu , ne yeni salatası , ondan ne çıkacak acaba yeşillikler arasına gizlenmiş ton balığı yerine köpek balığı ya da yeşillik kurdu yerine ormanların kurdu mu kim bilir.. kalktık , lokantadaki tüm müşterilerin duyacağı şekilde bağırdık çağırdık küfrederek çıktık.. günlerce kendimize gelemedik..

daha anlatayım mı..

ha diyeceksiniz ki ama hala dışarıda yiyorsunuz.. e ne yapalım.. sabit bir mesleğe sahip değiliz.. devamlı değişik yerlere gidiyoruz.. yanımızda bavul gibi çantamızın dışında bir de sefer tası taşıyamıyoruz.. büroda da sürekli oturamıyoruz.. mecbur yiyoruz bir şeyler dışarıdan.. ama işte saldırılara uğruyoruz böylece defalarca.. yukarıda örnek verdiklerim en anlatılabileceklerden..

sözün özü çocuğunuz varsa harçlık vermeyin okula gönderirken , evden bir şeyler koyun çantasına yesinler , çünkü onlar bizden daha dirençsiz ve size gelince sizde dikkat edin yediğiniz şeylere ve işletmelere diyeceğim başka şey diyemiyorum.. ha şunu diyebilirim imkanınız varsa ananızın mutfağından veya kendi evinizin mutfağından mümkün olduğunca vazgeçmeyin.. sonuçta ‘hepimiz arkadaşiz..’ çok üzülürüm aynı durumları yaşamanıza..

tekrar merhaba diyeyim sana ve tüm ‘arkidişlerimize’ ve bitireyim bugünkü bu ‘iğrenç’ yeme – içme faslını.. 

Crockett..

(Scream – Edward Munch..)

Mutlu Yıllar

Sen bu hayattaki en değerli dostumsun , arkadaşımsın . İyi ki varsın , iyi ki doğdun . Gözlerinden gülümsemeler hiç eksin olmasın .

BLACKHAWK

53 gün sonra yine ‘TÜNEL..’ – Birhan Keskin

‘..işitmek istemeyenden ,

daha kötü sağır yoktur..’ – vladimir ilyich lenin

(fotoğraf : ‘les quatre cents coups..’ / ‘dört yüz fırça darbesi..’ – François Truffaut..) 

TÜNEL 

Yürüdüğüm yollar yormadı beni,
kendimi öldürmek için
kurduğum planlar işe yaramadı,
hiç eksilmedim, çoğalmadım hiç
unuttum çıplağında öldüğüm geceyi.

Bir içağrısı gibi buldum kendimi
ne kaçtım cinayetinden ne öldüm
ortada bir kan vardı, üşüyordu, ıssız..

Bir tünelin uğultusunu taşıyarak içimde
acının içinden geçtim,
yol boyunca zamanın parçalarında
bir ürperti saydılar beni
oysa bir iki sessizlik dışında, yekpare,
soğudum, üşüdüm

kendi çukurunda buz tutan suyu,
yolun kederini anladım…

BİRHAN KESKİN

(Kim Bağışlayacak Beni , Birhan Keskin , Metis yayınları , 2005)

Günün Şarkısı : ‘Şaşırdım..’ – Kaygısızlar

yarın doğum günüm 31 mart , ertesi gün de yine doğum günüm 1 nisan.. arka arkaya benim iki doğum günüm var.. şaşırmayın öyle işte.. ben zaten şaşırmışım.. günün şarkısı da kaygısızlar’dan , taaaaaaaa 1968 yılından : ‘şaşırdım..’

bu sene doğum günlerimin şarkısı : ‘şaşırdım’ olsun istedim..

‘şaşırdım’ en başta ‘ikizime’ ve bana , sonra sizlere doğum günlerimin hediyesi olsun..   

saçma sapan yoğunluğumdan ve hayatımın tamamen kontrolden çıkmasından dolayı doğum gününü unuttuğum ‘reis’ triplerde günlerdir.. ‘reis’ dolandığı yerlerden çıkarsa ve şarkıyı müzik kutumuza eklerse bir süre dinlersiniz ‘şaşırdım’ şarkısını kaygısızlardan..

(gerçi doğum gününü benimle geçirmeyip daha nezih , elit ve neşe saçan saçan şahsiyetlerle geçirmeyi kendisi tercih eden ‘reis’ o gün ateş alıp kaçmıştı yanımızdan.. tercihler bizi bağlamaz ; kalplerimizin kıçı başı zamana , duruma , akara göre oynamaz.. ama sineye çekeriz her türlü tercihleri gözlerimizde yaşlarla.. ‘bitmesin dertler..’)    

neyse şarkı kısa , net ve yeterince anlamlı.. bulutların üstünden daha da yukarılara doğru çıkarıyor.. fakat sizler dinleyince çıkamıyorsunuz da ‘meursault’ size cevap versin : ‘farketmez..’  

‘..tükendim büyük korkulardan.. tükendim her gün ağlamaktan.. tükendim hep seni anmaktan.. durdum anıların yorgunluğunda..’

Crockett..

ŞAŞIRDIM..

şaaaşırdım
şaaaşırdım
seni kaybettiğim gün
şaaaşırdım

ismi-ismi-ismini unuttum..
bu hayat boş , nasıl söylesem..
artık düşünmekten çok yoruldum,
ismi-ismi-ismini..
sevgiler boş , nasıl söylesem..
artık yaşamaktan pek yoruldum

sıkıldım yalnız yaşamaktan
sıkıldım bitmeyen kavgadan
sıkıldım eskiyen dünyadan
durdum anıların yorgunluğunda

tükendim büyük korkulardan
tükendim her gün ağlamaktan
tükendim hep seni anmaktan
kaldım bunalımlar karanlığında

ismi.. ism.. sessiz.. bunalıml..
karanlığı.. geçmez.. mutlulu..
geçmez.. sonund.. geçmez..

şaaaşırdım..
ne çıkar, düşse yıldırımlar ?
ne çıkar , yağmasa yağmurlar ?
ne çıkar , olmasa sabahlar ?
ömrüm boyunca gülebilir miyim ?

‘yaşadım’ diyebilmeliyim
‘yaşadım’ diyebilmeliyim
‘yaşadım’ diyebilmeliyim
yıllar sonra
yıllar sonra
hep o mutluluklarla

şaaaşırdım..
şaaaşırdım..
..

KAYGISIZLAR..

‘..dışı kırmızı , içi beyaz bir turp gibiyim , doğurgan ; bütün ihtimallere ve imkanlara açık..’ – Subcomandante Marcos

subcomandante marcos’tan seçmeler..

‘çocukluktan.. ailemizde kelimelerin özel bir yeri vardı.. dünyaya kelimelerle yaklaştık.. daha erkenden , annem ve babam bize başka şeylerin sırlarını açığa çıkaran kitaplar verdiler.. bir şekilde , dilin sadece bir şeyleri iletmek değil , aynı zamanda bir şeyleri kurma aracı olma işlevinin farkına vardık.. bizim için bu bir görevden çok , bir haz gibiydi..’

subcomandante marcos.. 

 

‘.. önce latin amerika’nın yükseliş dönemi başladı.. gabrial garcia marquez , carlos fuentes , monsivais , vargas llosa sadece bir kaçıydı.. bize onları okuttular.. o zamanlar eyaletlerin nasıl olduğunu anlatmak için ‘yüzyıllık yalnızlığı’ okuttular.. artemio cruz’un ‘ölümü’nü , meksika devrimi’nde ne olduğunu anlatmak için okuttular.. dias de guardar’ı orta sınıflarda ne olduğunu anlatmak için okuttular.. la cuidad y los perros’a gelince bu , bizim portremiz gibiydi.. sadece biraz çıplak halimizle.. daha sonra shakespeare geldi.. sonra cervantes , sonra garcia lorca , sonra da şiir zamanı.. alfabeden edebiyata oradan teorik ve siyasi metinlere gittik , ta ki liseye gidene kadar..’ 

subcomandante marcos.. 

 

 

‘.. ben genç ve güzelken entelektüeller bir yayın organının etrafında gruplaşıp , kök salıp , oradan ölümlülerin cahil dünyalarına hakikati öğretmeye soyunuyorlardı.. o günlerde onlara elit entelektüeller deniliyordu ve onlardan etrafta çok vardı ; çünkü dergiler ve ideolojik eğilimler modaydı.. bu yayınlar sanki sadece yayınlayanlar tarafından okunmak için yayınlanıyordu.. ‘editöryel masturbasyon’ diyor ‘lucha’.. sen zavallı masum dünyalı , eğer onların sırça kulelerine dokunmak istersen bir diken tarlasından geçmek zorunda kalıyordun..’

 

subcomandante marcos.. 

 

 

‘..eski geleneksel disiplin içinde yer alan ‘ya bizimlesin ya da ölüsün’ düşüncesine çok fazla vurgu yapamazsınız.. kimsenin tırmanamayacağı kadar yüksek bir yere koymamalısın basamakları , herkesin kendi yetenekleri dahilinde katılabileceği kadar yer açabilmelisin ki , daima insanları birbirine bağlayan şeyin arayışı içerisinde olasın..’ 

subcomandante marcos.. 

‘..alkolizm oranını sıfıra düşürdük.. buradaki kadınlar , alkolün sadece erkeklerin karılarını ve çocuklarını dövmelerine yaradığından şikayetçiydiler.. böylelikle içmenin tamamen yasak olması için emir vermişlerdi.. bu yasaktan en fazla yararlananlar kadınlar ve çocuklardı ve bundan en fazla zarar görenler işadamları ve hükümetti..’

subcomandante marcos.. 

(‘Subcomandante Marcos’ – Nick Henck , Çeviri : Eylem Kaftan , Timsah Kitap , Kasım 2008..)

‘..dışı kırmızı , içi beyaz bir turp gibiyim , doğurgan ; bütün ihtimallere ve imkanlara açık..’ – Subcomandante Marcos

‘bağışlanmış özgürlük tutsaklıktır..’ – ALEKOS PANAGOULIS

‘bağışlanmış özgürlük tutsaklıktır..’ – ALEKOS PANAGOULIS

ALEKOS PANAGOULIS , ALEKO.. aklımdan hiç çıkmayan güzel insan.. insanlık onurunu her şeyin önünde tutan ve yunanistan’da darbe yapıp terör estiren albaylar cuntasının  liderine karşı suikast girişiminde bulunurken tutsak düşen ve tutsaklığı sırasında uğradığı insanlık dışı tüm işkencelere rağmen cuntacılara karşı nefretini hep haykıran ALEKOS PANAGOULIS yıllar süren tutsaklığından sonra ilerde hayat arkadaşı da olan ORIANA FALLACI’ya verdiği mülakattan bazı bölümleri aşağıda okuyabilirsiniz.. tamamını okumak ve bu eşsiz insanı daha yakından tanımak istiyorsanız kitabı bulmak zorundasınız.. daha önce de ALEKO’yla ilgili ufak bir yazı çıkmıştı ‘aylakadamız’da 31 Temmuz 2009’da.. onu da sayfalarımız arasında bulabilirsiniz.. ‘aylakadamız’ var olduğu sürece  ALEKOS PANAGOULIS devamlı burada ve hep bizimle olacak..

Crockett..

‘.. o gün yüzü on kez çarmıha gerilmiş bir isa yüzüydü ve gerçek yaşı olan otuz dördün üstünde görünüyordu.. solgun yanakları daha bu yaşta kırışıklıklarla dolmuştu.. kara saçlarının arasında ak tutamlar vardı.. gözleri bir çift melankoli oyuğuydu.. yoksa öfke mi ? güldüğü zaman bile güldüğüne inanmıyordunuz.. üstelik bu çok kısa süren zoraki bir gülüştü – bir tüfek patlaması gibi.. dudakları anında gene acı bir büzülmeyle kilitleniyordu..’

Oriana Fallaci  ,  ‘Alexandros Panagoulis’ için yazıyor..

(Tarihle Söyleşiler , Oriana Fallaci , Çeviri : Gökçin Taşkın , Can yayınları , 1987..)

‘..yıllar sonra dışarıya ilk çıkışım hiç olağanüstü değildi.. kör oluyor gibi oldum.. o beton mezardan dışarı çıkmayalı yıllar olmuştu.. güneşin ne olduğunu unutmuştum ve dışarıda kızgın bir güneş vardı.. güneşi duyumsayınca gözlerimi kapamak zorunda kaldım.. sonra yeniden biraz açtım , yalnızca biraz ve yarı kapalı gözlerle ilerledim.. biraz ilerleyince çevremdeki açık alanı fark ettim.. açıklığın ne olduğunu artık unutmuştum.. hücrem bir buçuğa üçtü ; ve içinde yalnızca iki buçuk adım atabiliyordum ; en fazla üç.. yeniden açıklığa çıkmak başımı döndürdü.. içimde fırıl fırıl dönen bir atlıkarınca var gibiydi; sendeledim ve az daha düşüyordum.. şimdi bile yüz metreden fazla yürürsem yoruluyorum, dengem bozuluyor..

dediğim gibi hayır olağanüstü olmadı.. bana inanamasan da umurumda değil ; ya da umurumda , aldırma, o güneşte o boşlukta ilerlemek için korkunç çaba harcadım.. ve birden bire o güneşte , o boşlukta bir leke gördüm.. sonra bu leke bir insan topluluğuna dönüştü.. o gruptan bir karartı ayrıldı.. ve bana doğru geldi ve yavaş yavaş o karartı annem oluverdi.. anneme sımsıkı sarıldım..’

Alexandros Panagoulis..

(Tarihle Söyleşiler , Oriana Fallaci , Çeviri : Gökçin Taşkın , Can yayınları , 1987..)

‘..bu benim duruşma sırasında söylediğim ve uluslararası kızılhaç’a da bildirdiğim bir olaydır.. bunu yapan , işkencecilerimden ‘babalis’tir.. beni çırılçıplak o demir karyolaya bağladıktan sonra erkeklik organımdan idrar yoluna ince bir tel soktu.. iğne gibi bir şey.. öbürleri açık saçık şeyler söyleyip bağrışırken , ‘babalis’ sarkan telin ucunu çakmağıyla ısıtıp kızdırdı.. korkunçtu.. bana hiç değilse elektrik şokları uygulamadılar diyebilirsin.. hayır , çünkü onu nasıl yapacaklarını bilmiyorlardı.. ama sana bu anlattığım şeyi yaptılar ve işkenceden söz ederken hangisinin en kötüsü olduğuna nasıl karar verebilirsin ? on ay eli kelepçeli kalmak , on ay diyorum , gece gündüz , bu da bir işkence değil midir.. on ay gece gündüz.. yalnızca dokuzuncu ayın başında bileklerimi birkaç saat için çözdüler.. cezaevi doktorunun ısrarı üzerine sabahları iki üç saat.. ellerim şişmişti , bileklerim kanıyordu ve yer yer irinli yaralar açılmıştı..’

Alexandros Panagoulis..

(Tarihle Söyleşiler , Oriana Fallaci , Çeviri : Gökçin Taşkın , Can yayınları , 1987..)