Archive for the ‘Kitap’ Category

“dört duvarın varsa umut da vardır. sokaklardaysan umudunu bile yitirirsin…” – BUKOWSKI

bukowski-20

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Francine ondan yana döndü, Tony kolunu Francine’e doladı. Amerika’nın her bir yanındaki sabahın üçü sarhoşları nihayet pes etmiş olarak duvarları seyrediyorlardı. Acı çekmek için ayyaş olmak, bir kadın tarafından sıfırlanmak gerekmiyordu, ama acı çekip ayyaş olunabilirdi. Bir süre, gençlikte özellikle, talihin senden yana olduğunu sanabilirdin, bazen senden yanadır da gerçekten. Ama senin farkında bile olmadığın ve senin aleyhine işleyen bir takım ortalama hesaplar ve kanunlar vardır, her şeyin yolunda gittiğini sandığın zamanlarda bile. Bir gece, sıcak bir Salı gecesi o ayyaş sen oluverirsin, sensin o ucuz pansiyon odasında olan, ve daha önce o odalarda olmuş olmanın da bir yararı olmaz, daha da kötüdür hatta, çünkü bir daha bu duruma düşmemeye karar vermişliğin vardır. Bir sigara daha yakmaktan, bir içki daha içmekten, o sıvası dökük duvarlarda bir çift göz, bir çift dudak aramaktan başka bir şey de gelmez elden. Erkeklerle kadınların birbirlerine ettikleri insanın idrak gücünü aşıyordu…”

(ŞEHİRLERARASI SARHOŞ)

 

“Henry kendine bir içki koydu, sonra pencereye gidip Hollywood’un sıcak ve tenha sokaklarını seyre daldı. Mücadele içinde geçmişti hayatı ve sürüyordu mücadele. Ölüm vardı sırada, “ölüm hep vardı zaten.” Aptallık edip yeraltı gazetelerinden birini almıştı ve hâlâ Lenny Bruce’a tapıyorlardı. Lenny’nin bir fotoğrafını basmışlardı, ölü, kötü malı vurduktan hemen sonra çekilmiş. Kabul, zaman zaman güldürebilmişti Lenny: “Gelemiyorum!” – bir mizah başyapıtı olmuştu o bölüm. Ama çok da başarılı sayılmazdı Lenny. Zulüm görmüştü, kesinlikle, ruhen ve bedenen. Neyse, ölüm hepimiz içindi, basit aritmetik. Herkes bilir bunu. Sorun oturup ölümün gelmesini beklemekten kaynaklanıyordu…

… Henry sulu bir skoç hazırladı kendine. Elinde kadeh yatak odasına gitti, gömleğini, pantolonunu, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı. Elinde içki yatağa girdi. On ikiye çeyrek vardı, öğlen. Hırs yok, yetenek yok, fırsat yok. Talihi sayesinde yırtmıştı sefilhaneye düşmekten ve sonsuza dek süren bir şey değildi talih. Lu’nun onu terketmesi kötü olmuştu, ama anasının gözü birini arıyordu Lu. Bardağını dipleyip uzandı. Camus’nun ‘Resistance, Rebellion and Death’ kitabını aldı… Birkaç sayfa okudu. Acı çekmekten, dehşetten ve insanlığın içinde bulunduğu sefaletten söz ediyordu Camus, ama bunu öylesine rahat ve süslü bir dille yapıyordu ki olup bitenlerden insan olarak da, yazar olarak da etkilenmediği izlenimi uyandırıyordu okurda, başka bir deyişle, her şey güllük gülistanlıktı sanki. Koca bir biftek, salata ve kızarmış patatesi afiyetle yiyip, üstüne de bir şişe iyi Fransız şarabı içmiş biri gibi yazıyordu Camus. İnsanlık acı çekiyor olabilirdi, ama o çekmiyordu. Bilge biriydi muhtemelen, ama Henry yanarken haykıran birini yeğlerdi. Kitabı yere bırakıp uyumaya çalıştı. Uyku sorundu hep. 24 saatte üç saat uyuyabilmeye razıydı. Neyse ki duvarlar burada hâlâ, diye düşündü, dört duvarın varsa umut da vardır. Sokaklardaysan umudunu bile yitirirsin…”

(YANARKEN HAYKIR)

 

“SICAK SU MÜZİĞİ”, CHARLES BUKOWSKI, Çeviri : AVİ PARDO, PARANTEZ Yayınları, Eylül 2012,153 Sayfa…

BORÇLU ÖLECEĞİM HERKESE

Nerde okumuştum, bilmiyorum

kim söylemişti: ‘kimseye borcum

kimseden alacağım yok’ diye.

Tumturaklı bir cümleydi; tuhaftı da,

ekonomik terimlerle

dillendiriliyordu özgüven.

Gerçekten hayaletlerinden

kurtulmuş biri miydi bu?

Ne teşekkür, ne şükran;

alçakgönüllülük ve bağışlama;

yoksanmıştı hepsi. Sadece ürkütücü

bir kendini beğenmişlik.

 

Birebir alırsak sözcükleri

bilge Lao-Tzu’nun deyişi

uygun düşüyor bu övünmeye:

‘Önemli olan duvarları değil

odanın. Kapladığı boşluk.’

Yaşadım ve gördüm: aynasıyla

konuşanlar, yitip

gittiler aynalarıyla.

 

Kulüp 12’nin Amerikan-bar’ında

‘caz müziği dinliyorum’. Keşke

yanımda olsaydı Kâmuran Yüce de

diye geçirirken gözlerimi kapatıyor

biri. Usulca dönüyorum: Çirkin Kral;

kravatsız, beyaz ceketli. Kaç yılındayız

ne zaman geldik Ar Sineması’nın fuayesine?

Özlemle sarılırken, kolumda

hissediyorum kabzayı.

 

‘Sana’ diyorum ‘on lira borcum var,

Pasaj’da almıştım. Karlı

bir geceydi hiç unutmam’.

‘Boş ver’ diyor, yağmurun dindiği

göğe benzeyen bir gülümsemeyle.

Şaşmışımdır hep, niye öyle az

güldüğüne filmlerinde.

Seçtiği sürgünde öldü Yılmaz

hâlâ bir onluk borçluyum ona.

 

Sevgiyi iki kez ziyaret edebildim

Mamak Askeri Cezaevi’nde.

Bahardı ikincisinde, bahçedeydik;

görüşmeciler ürkek ve kederli,

ortalıkta yığınla inzibat.

‘Göğsüm acıyor ara sıra’

demişti. ‘Şuramda bir çiçek

büyüyor sanki.’ Hiç yazmadım

sürgündeyken Adana’ya.

 

Sığındım Ellilerin, Altmışların

kansız anılarına. Özdemir’le evliydi;

Sıhhiye’deki evde hazırlıyorduk

yeni sayısını Mavi’nin;

yazmaya başlamamıştı daha.

Ya da Kızılay’da Büyük Sinema’nın

önündeki kalabalığın arasındaydık.

Yayılıyordu sesi Aybar’ın

dalga dalga bulvara. Sanki birazdan

Kışlık Saray’a yürüyecektik.

Nasıl borçlanmamış olurum

O’nun erken açan kanserine?

 

Çok şükür borçlu öleceğim herkese.

Sürülecekse bu yüzden sürülecek

izim. Birkaç alacağım da

-bir fikir, bir dize, bir imge-

kalacak elbet birilerinde

ve belki onların peşine düşecek

başka birileri de.

 

AHMET OKTAY

(Hayalete Övgü, 2001)

 

‘POYRAZDA KIMILDAYAN SALINCAK’ , AHMET OKTAY, ALKIM Yayınevi, Aralık 2003, 104 Sayfa…

 

ahmet oktay - poyrazda

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“KULAKMİSAFİRİ” – ELIAS CANETTİ

YİTİRMECİ

‘Bu adam her şeyi yitirmeyi başarır. Küçük şeylerle işe başlar. Yitirecek pek çok şeyi vardır. İnsanın iyi bir yitirme işi gerçekleştirebileceği öyle çok yer vardır ki!

Adamın cepleri özel dikimdir. Sokaklarda peşinden koşan çocuklar “Bayım” diye bağırırlar, Bayım!” O hoşnutlukla gülümser, ve asla eğilmez. Herhangi bir şey bulmayı reddeder, öldürseniz ona bir şey bulduramazsınız. Arkasından kaç insan koşarsa koşsun eğilmez. Yitireceğini yitirmiştir, hem, neden sanki onu yanına almıştır ki? Ama nasıl oluyor da böylesine pek çok şey hâlâ onunla birliktedir? Neden kaçmıyorlar? Tükenmez mi bunlar? Sonsuz mu? Evet, tükenmezler, ama bunu kimse anlamıyor. Adamda korkunç büyüklükte bir ev dolusu ufak tefek nesne var, ve bunların hepsinden kurtulmak sanki olanaksız.

Belki de adam yitirme işine çıktığında ağzına kadar dolu otomobiller evinin arka kapısına dayanıp yüklerini boşaltıyorlar. Belki kendisi yokken neler olup bittiğini bilmiyor. Adam bunu dert etmiyor ama, onu ilgilendirmez bu durum; yitirecek hiçbir şey olmasa, adamcağız şaşkınlık içinde boş boş bakacak kuşkusuz. Ama hiç böyle bir durumda kalmadı şimdiye kadar, sürekli ve kesintisiz olarak yitiren bir adam o, mutlu bir insan.

Mutlu, çünkü yitirdiğini her zaman fark ediyor. İnsan adamın işin farkında olmadığını sanır, uykuda yürüyor da, yürüyüp yürüyüp yitirdiğini idrak etmiyor sanır. Bu iş kendiliğinden, kesintisiz, sürekli ve de her zaman böyle oluyor sanılır. Ama yok, adam uyurgezer değildir, öyle bir adam değildir, yaptığı işi gerçekten duyumsamak zorundadır, her bir küçük şeyi duyumsar, yoksa bu işin zevki çıkmaz ki. Ne yitirdiğini bilmek zorundadır, durmaksızın, sürekli bilmek zorundadır.’

ELIAS CANETTİ

 

 

elias canetti - kulakmisafiri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÇOKBİLMİŞ

Çokbilmiş aldığından fazlasını verir. Herkesten daha çok bilir ve herkesten daha fazla şeyi vardır. Soyguncunun çuvalını öyle bir doldurur ki, adam yükün altında çöker, yere yapışır. Bunun üzerine çokbilmiş yükünü aşağılara taşımasına yardım eder. Sonra kapıyı gösterir ve tehlikelere karşı onu uyarır.

Çokbilmiş, uzmanlarla kılı kırk yararak, büyük bir dikkat ve de özenle konuşur. Hepsine de önerilerde bulunur, akıl verir. Bilmediği bir şey var mıdır, o hepsinden daha fazla şey bilir. Okumaya nerden vakit bulur, kimse anlamaz, hem, günümüzde bir insan her şeyi okuyabilir mi? O, bunu yapabilir, yapamazsa da uykusundayken akar bilgiler, hafızası, hava sızdırmaz, hiçbir şey sızdırmaz bir torba gibidir. “Biliyorum,” demez, çünkü çok daha fazlasını biliyordur, ama anında, bildiği o fazla şeyi söyler, havadan sudan konuşuyormuşçasına, öylesine, ve de avantajlı ya da yararlı bir şekilde söyler, kibirli değildir, hatta, alçakgönüllüdür, ama aynı zamanda, aldığından fazlasını verir, gizemli bir şekilde inşa edilmiş bir satma makinası gibidir, deliğinden parayı atıp alacağınızı alırsınız.

Çokbilmiş, bütün çevrelere girer çıkar, aralarında hiçbir ayrım gözetmez. Züppe değildir ve kendini hiç kimseden mahrum bırakmaz. İyilikçibaşı olarak değerlendirilmek istiyor da değildir. Dış görünüşü herhangi bir merak uyandırmaz. Sıradan biri gibi görünür her zaman, pusuya yatmaz, tıpkı herhangi biri gibi yürür, ayağa dikilir, herkes gibi oturur ve döner. Bazıları onu zıp zıp ilerleyen bir kuş olarak görürler, öyle büyükçe bir kuş da değildir o bu insanlara göre. Bir şey alırken gülümser, ama verirken müthiş ciddidir. Kulakları sivridir ve hafiften öne eğiktir. Dilini güzelce gizler, ne söylerse, gizli bir dille söyler.

Çokbilmiş artık hiç kimseyle konuşmuyorsa, konuşmayı kesivermişse, insanlar onun uyumakta olduğunu bilmektedir. Bu durumda artık duymuyordur, bu durumda durmadan dinlenmeden vermektedir, bu durumda asla ve kat’a hiçbir şey almamaktadır, bu durumda mutludur.

ELIAS CANETTİ

 

“KULAKMİSAFİRİ, Elli Karakter”, ELIAS CANETTİ, Çeviri : ŞEMSA YEĞİN, PAYEL Yayınevi, Nisan 1994, 143 Sayfa.

“umut etmeyi bil!”

VURUP GİDİYORUM AKŞAMIN YOLLARINDA

 

Vurup gidiyorum akşamın yollarında

düş kurarak. Altın

tepeler, yeşil çamlar,

tozlu meşeler!..

Nereye çıkar ki bu yol?

 

Vurup gidiyorum bir türkü tutturup,

keçi yolu boyunca, gezgin…

-gün iniyor yavaşça-

“Bağrıma yüreğim çakılmıştı da

bir sevdanın dikeniyle;

bir gün çıkarıp attım ya,

ne gönül kaldı ne yürek bende.”

 

Ve birden bütün kır,

sessiz ve loş, dura kalıyor

düşünmek için. Irmağın

kavakları arasında inliyor rüzgâr.

 

Ama çökmekte akşam karanlığı;

dolana dolana gidiyor yol,

aklaşıyor hafiften,

gözden yitiyor bulanıp.

 

Yine başlıyor ağlamaya türküm:

“Sivri ve parlak diken,

ah ne olurdu çakılıp kalaydın

bağrımda yüreğimden.”

 

ANTONIO MACHADO

(‘SOLEDADES / YALNIZLIKLAR’dan, Çeviri : ERAY CANBERK)

 

 

machado-1

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BAŞKA BİR SEYAHAT

 

Artık söküyor şafak, Jaén’in

kırlarında. Fundalıkları,

toprak setleri, taşlı arazileri,

zeytinlikleri, çiftlik evlerini,

çayırları, gölgeli vadileri

ve dağları yutarak pırıltılı raylarda akıyor tren.

Belirsiz küçük pencereleri ardında

bırakarak geçiyor

baharın kırlarından.

İlk ışıkları parlıyor günün

üçüncü mevki vagonumda.

Çatlaklardan giriyor,

sabahın sisleri

kırmızı, altın renkli

beyaz bulutların arasından.

Bu uyumadan gördüğüm düş!

Bu uykusuz bir şafağın üşümesi!

Vınlayarak, soluyarak

gidiyor tren. Uçuyor kırlarda.

Pelerini üzerinde uyuyor

karşımda bir adam;

keşiş ve avcı.

Seyre dalıyorum yükümü,

eski deri valizimi;

ve hatırlıyorum Duero’ya doğru

bir seyahatimi.

Geçmişteki başka bir seyahati

Kastilla topraklarında

-Quintana ve Almazan arasında

çamlarda şafak sökerken-

şirketten bir seyahatin

keyfini!

Ama ölüm yok etti işte

o mutlu beraberliği!

Sıkıyor yüreğimi soğuk eller!

Tren gidiyor, ıslık çalarak, duman tüttürerek,

sürüklüyor

vagonlar ordusunu, yorgun

bavulları ve kalpleri.

Yalnızlık, yoksunluk…

O kadar zavallıyım ki kendimle kalınca

artık kendimle bile değilim

bilmiyorum, bir başıma gezerken

kendimle anlaşabilecek miyim?

 

ANTONIO MACHADO

(FEDERICO GARCIA LORCA’YA AĞIT’dan, Çeviri : VİLDAN BAŞARAN)

 

 

machado-2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖĞÜTLER

IV

 

Umut etmeyi bil, -kıyıdaki bir gemi-

uzaklaşırken, nedensiz endişelendirirse seni,

yolunu gözle kabaran suların.

Hep onun yolunu bekle, bil ki zafer onun;

çünkü uzundur yaşam ve bir oyuncaktır sanat.

Yok eğer kısaysa yaşam

ve yetişemiyorsa senin yelkenlin ona

yolunu gözle bıkmadan ve hep umut et,

unutma uzundur sanat, ayrıca, çok da önemli değil.

 

ANTONIO MACHADO

(FEDERICO GARCIA LORCA’YA AĞIT’dan, Çeviri : VİLDAN BAŞARAN)

 

‘SEÇME ŞİİRLER’, ANTONIO MACHADO, Çeviri : ERAY CANBERK, ADNAN ÖZER, VİLDAN BAŞARAN, YÖN Yayınları, Nisan 1994, 92 Sayfa.

 

antonio machado

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Gözlerim öyleydi. Her şeyi gördüler, her şeyi görmüşlerdi, hiçbir şey anlamadılar…’ – LAWRENCE FERLINGHETTI

lawrence-2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Elim ona ulaşmıyordu. Elime bir şey olmuştu. Çok kirliydi. Dünya kirliydi herhalde. Tırnaklarım uzamıştı. Kök rengindeydiler. Köktüler. Birisi beni ekmişti. Toprakta büyüyordum. İlk kez ayaklarımı gördüm. Ayakkabılarımın uçlarından  tırnaklarım fırlamıştı ve dışarı doğru büyüyorlardı, ve kök rengindeydiler. Tüm bedenim büyüyordu. Yüzüme dokundum. O da büyüyordu. Başka bir yüz halini alıyordu. Seine rıhtımı boyunca, Malaquais rıhtımı boyunca rüzgar beni soluk alıp veren patlamalarla, suya kadar süpürdü. Suyun terinde yüzümü tanıyabiliyordum. Bir sürü küçük, akıcı kırışıklıkla kaplıydı, her yönde küçük çatlaklar, gözlerin köşelerinden kulaklara, ağzın köşelerinden buruna, burnun köşelerinden yanaklara, yanakların altlarından çenemin altına kadar. Alın kırışıktı, çünkü birisi çok küçük bir sabanla toprağın yüzeyini sürüyordu, ve yüzümde başka çatlaklar vardı, düzenli yarıklar, camcıyla değiş tokuş ettiğim fena halde çatlamış aynadaki gibi. Sulara geri döndü, çatlaklar yüzeydeki kırıklar, kayıyor, değişiyor, her şey hala büyüyor. Gözlerime dokundum. Ya da aslında yuvalarına. Gözler artık hiç de yerlerindeymiş gibi değildiler. Hayır, oradaydılar, sadece gözbebekleri dağılmış, gözlerin  boş görünmesine yol açıyorlardı. Yalnızca çok net oldukları için boş görünüyorlardı. Küçük köylerde belediyeye ait heykellerin gözleri gibi, yosunların yeşil cüzamı sarıyordu onları. Gözlerim öyleydi. Her şeyi gördüler, her şeyi görmüşlerdi, hiçbir şey anlamadılar. Ama artık onlarla göremiyordum. Arada bir şey vardı. Ah, gözyaşlarıydı. Gözlerim ağlıyordu, akılsız yaratıklar. Suyun sel olmuş çığlığını duydum, nehir bahar yağmurlarıyla taştı, hızla aktı ve çalkalandı. Bir köprüdeydim, bir korkuluk duvarının üzerinde, suya doğru sarkmıştım, su gözlerimden boşalıyordu, her şeyi görebilen ve hiçbir şey anlamayan gözlerim ve şimdi su yüzünden göremiyordu. Ruhumdan gelen bir vücut kokusuna sahiptim, ve su beni aşağıya deniz seviyesinin altına sürüklemek için hızla aktı. İçinde soğuk görüntüler. Su denize ulaştı, her şey suda son buldu, deniz dünyayı sele boğdu, parçalandı ve altınkayalı sahillerde çığlığını savurdu, denizin çarptığı kuleler yıkıldı, tükenen sahiller bozuldu, ve deniz girebildiği her yere hızla doldu. Her şey ufalandı ama gözlerimde tekrar hayata döndüler. Bir kök filizlendi, bir gözümün ucundan bir kök filizlenmişti. Bir karganın eğri ayağına dönüştü ama uzadı, daha çok boynuza benzedi, dokunaçları çıktı, dalları, ve bir kök halini aldı. Bir karganın üzerindeki bir kök, bir karganın büyüyen. Karganın pençesi yeni kökler halinde gelişip yüzüme, boynumdan, bedenimden aşağıya yayılan diğer karga ayakları arasında, gözümün köşesine tutundu. Bedenimin merkezinden filizlenen büyük dev bir asma vardı, göğsümden büyüyen ikiz çalılar vardı, kasığımdan filizlenen tek köklü bir ağaç. Bedenimin ortasındaki dev asma göbeğimden çıkıyordu. Göbek bağı her şeye rağmen çözülmüştü. Birisi onu çözmüştü, ve o doğum öncesindeki gibi tekrar büyüyordu. Ne yapması gerektiğini açıkça bilen birisi. Her olasılığa karşı, Birisi’ni büyük B ile söylemek daha iyiydi. Asla bilemezdiniz. Birisi o asmayı tekrar çekiyordu. Başka birisine bağlanmıştı yine. İçinde olduğum dev bir beden. Hayır, henüz içinde değilim. Beni doğuracak olan kadın hala bakireydi. Hala bana gebe kalması gerekiyordu ama sonunda doğuracaktı beni. Gündoğumu süt gibi koyulaşıyordu. Bir bedende. Süt bir bedende oluşuyor, henüz gebe kalacak hamile bir bedenin göğüslerinde. Sütten bir ırmak hızla akıyor, köprülerin altından, sonsuz, sel gibi, bir bebek gibi ağlayarak. Daha büyük, daha ayrıntılı bir şey haline geliyordum. Yüzüm, başka bir yüz olurken, daha da şişmanlaşıyordu. Bir yüzün kalıbı gibi oldu, yontucuların bir yüzü oluşturmak için kullandıkları türden. Benim için yeni bir yüz biçimlendiriliyordu, ama şu ana kadar yalnızca kalıbı vardı ortada. Yüzümde küflenme başladı, Rodin Müzesi’nin bahçelerindeki bronz heykellere musallat olan yeşil cüzam gibi. Artık küflenme yüzümün tamamını kaplamıştı, ve tamamen kaplandığında, yüzde gözenekler oluşturmaya hazır hale geleceklerdi. Yo, yüz zaten gözeneklenmiş ve çiçek bozuğu olmuş ve çillenmişti. Onu dökmeye hazır olacaklardı aslında, oluşmakta olan yeni kalıba, bir düşünce kalıbı. Yeni beyin dökülmeden önce beynin tamamı için yeniden bir kalıp oluşturulmak zorundaydı…’

 

LAWRENCE FERLINGHETTI

(‘Onun’, Çeviri: OLCAY BOYNUDELİK, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, Nisan 1997…)   

 

lawrence-1

EYLÜLÜN GÖLGESİNDE BİR YAZDI – FERİT EDGÜ

feritedgü-8

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

XVI

Aşk diye gelirler, biri sever, öbürü sevmez, seven karşılığını almak ister, en sevdiğim büyü budur, AŞK büyüsü. Hep kadınlar gelir, aşık erkek olsa, aşığın kız kardeşi, anası, yengesi, halası, teyzesi, ne bileyim ben, ama hep kadınlar gelir. Tabii, kadınlar kendileri için de gelir. Ama daha çok muhabbet büyüsü için. Ah, bu iki büyüyü çok severim, inanarak yaparım ve büyü tutsun isterim. Tüm bilgimi koyarım saatlerce, hatta günlerce düşünürüm, geceleri düşlerimde görürüm, düşlerimde birbirlerini severler, sevişirler, onları dudak dudağa veririm, çırılçıplak kılarım, birbirleriyle sarmaş dolaş yaparım, geceleri, ya olsa bile ateş yakarım, aşk ateşi, büyümü bu ateşle, bu ateşte gerçekleştiririm, iyilik büyümü, aşk, muhabbet büyülerimi, sarı sırma saçlı kadınlar için, kara gözlü, kara kaşlı erkekler için, ak tenli, benli kadınlar için, erkekleri onları sevsin diye, ateşle, ateşte…

Ama bu kez bir erkek döşekte yatan, üstelik benim döşeğimde, hem de çıplak, çırılçıplak iken sevdiğini söyledi ve bana kalırsa kavuşamayacağını düşünüp ölmek istedi. Onu sevgilisine, bir kez olsun kavuşturacağımı söyledim. Bir kez, gerisine karışamam dedim. Çünkü bu insanların aşklarının sonu yoktur, yaşatmazlar onları; kötü ruhlar değil, insanlar.

Ona bu sözü verdim. Sonra, merakımı yenemeyip sordum: geçen gece bunun için mi çaldın kapımı?

Ah! anacım, dedi, niçin çaldığımı, hangi kapıyı çaldığımı biliyor muydum ki? Bildiği tek şey, gecenin içinde, tek ışığın senin kulübenden geldiğiydi. Böyle dedi. Hala tir tir titriyordu.

 

FERİT EDGÜ

 

(EYLÜLÜN GÖLGESİNDE BİR YAZDI, SEL Yayınları, Aralık 2012, Birinci Baskı : Ada Yayınları 1988…)

 

ferit edgü-1

BAŞLAMAK YENİDEN

her şeyi tanrıya bırakmak da

bir tür yabancılaşmadır

ve bir erdemdir ölmek

ölümün ayağına gelerek

celladı bir adım da olsa

gerilettiğini bilerek

 

ve bir erdem olmalı yaşamak

sıkıp da dişini

her şeye rağmen

güne yeniden

yeniden başlamak

 

İBRAHİM KARACA

(‘Ardından’ – BELGE Yayınları – 1991)

(büyük usta İBRAHİM KARACA’nın bu şiiri ilk olarak 20.12.2009 tarihinde ‘aylak adamız’da yayınlanmıştı. bazı dostların ‘tekrara düşmüşsünüz’ diye hemen atlamamaları için bu notu düştük.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Kaos’un Kutsal Kitabı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aile günün birinde aşılması gerekecek bir kurumdur, varlık nedeni yoktur : aile, çoğu durumda, kalabalıktır, evren aşırı kalabalıktır, dahası, en tartışmalı fikirlerimizin kaynağı ailedir ve doğruluğu korkutan eserler arasında yanlış fikirleri sürdürme lüksümüz olamaz.. yalnızca öjenik ailelere hoşgörü gösterilebilir, bunların da az sayıda olduğunu biliyoruz, diğerleri sonunda bize arzu edilmez gelecektir ve yoksulluğun tehdit ettiği bir dünyada her yoksul sefaleti arttırır, her yoksul aile varlığı nedeniyle zaten kriminaldir.. şuna ikna olalım ki merhamet bir saçmalıktır, merhamet gösterilen kişileri bozar, hayırsever ruhlara trapez olup merhametin kurbanı olmaktansa kendini yok etmek yeğdir.. muhtaç durumda olanların nasibi olan izdiham, hangi ülkede ve hangi çağda olunursa olunsun, dinsel ve ahlaki otoritelerin sessizliğine rağmen, iğrençliğin zirvesidir: oysa, elli yüzyıldır kimse bunu dert etmedi, çünkü düzen çare – kısırlık- bulmaktansa iğrençliği tercih eder.. düzen her zaman gayri insaniydi, ahlak düzeni tüm düzenlerin en gayri insanisidir..

 

dünyayı ahlaksızlık kurtaracak; dinlenme ve gevşeme, her türden fedakarlığın reddi ve militan erdemlerin terk edilmesi, saygın olarak nitelediğimiz her şeyin küçümsenmesi ve uçarılığa rıza göstermek kurtaracak, erkekliğin bizi götürdüğü ve asla geri dönülmeyecek kâbustan bizi dişilik kurtaracak, çünkü erkek ölümün eşidir ve ölüm erkeğin yoluna yordamına öncülük eder..’

 

ALBERT CARACO..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Kaos’un Kutsal Kitabı..’ , ALBERT CARACO, Çeviri : IŞIK ERGÜDEN, VERSUS Yayınları, Eylül 2007, 120 Sayfa..

üç kitap bir belgesel…

kıyısında durmuş, arkası dönük suya.. ellerinde çakıl taşları anakaraya atıyor onları birer birer.. her ayağına taş çarpan dönüp bakıyor, gülümsüyor bizimki hınzırca, durduğu yerden ayrılmadan devam ediyor iyi bildiği eylemi gerçekleştirmeye.. ayağına taş çarpmayanlar gururlu bakışlar atıyorlar etraftakilere, bizimki bunu sağladığından mutlu.. bir gün gelip biri durumu sual eder diye beklemesinin boşuna olduğunu bile bile devam ediyor ama eylemine… sonra kayıyor aklı bir meyhaneye, bostancı hatay meyhanesine, gidip otursa şimdi oraya, oracıkta hem az tarih önce cemal süreya’nın oturduğu sandalyeye, duvarda asılı duran çantasının altına.. sonra turgut gelse tomrisle birlikte, hemen ardından edip usta gelse, tomrisin yanına usulca oturuverse.. bizimki ilk söylenen rakıdan sonra avuçlarında sır gibi sakladığı çakıl taşlarını birer birer masadakilere dağıtsa ve tüm masa hınzırca gülümsese insanlığa, çakıl taşlarını ayağına çarpması gerekenlere usul usul atsalar hep beraber.. kimse gelip bir sual etmese, turgut geyikli geceden, edip tomrise olan platonik aşkından, cemal süreya üvercinka’dan bahsetse mesela.. dinlese bizimki, göğe bakarak dinlese.. gitse aklı burgaz’daki sait faik’in yanına.. sait faik tamda kiraz mevsimini anlatsa…

olmayacak… o kıyıda sırtını denize dönüp oturmuş deli’ye kimse gelip sol omzuna dokunup bir naif tebessümle bir sigara ikram etmeyecek, oturmayacak yanına.. biliyor bunu.. biliyor bilmesine de, umut da yasak değil ya işte.. bunu da biliyor.. acıdan acıya atlıyor, ne mut, ne sarih bir yalnızlık düşünmüyor, sadece acı.. tüm vücudunda hissettiği o lanet olası jilet acısı, bilek kesenler familyasının dead and lovely kabilesinden sayılıyor bizimki.. tüm acıları üç kitap bir belgeselde toplaşmış top yekün geliyorlar üzerine.. kaçmayacak, duracak yine o kıyıda, bunu da biliyor.. acılar biliyor mu acaba?

o dağ başında gönül yaylasında kendi yalnızlığına terk ettiği eski sevgili neredeydi, nerde kaldı hayatına erken kalmışlığı, üç kitap mı bilirdi yoksa bir belgesel mi bilirdi nerede olduğunu.. bunu düşünmek istiyor.. yaptığı tüm ölümcül manevralar hala hayatta tutuyorsa onu, daha büyük bir suç işlemiş demek ki.. cezası her daim hayatta kalmak olan bu suçu bilememesi çıldırtacak onu, bunu da biliyor.. ceza çok ağır hakim bey, müebbeti idama çevirsek hakim bey.. anadolu otobanında hafzalanızın almayacağı bir hıza mahkum edin beni hakim bey.. olmaz oğlum hikmet, suçunun müktesebatı seni geriye doğru okunamayacak bir tarihle aynı çıkmaz sokak da tantanalı bir bekleyişe mahkum etti.. ah albayım ah..

dünyadaki tüm meşe fıçıları içi dolu olmaları suretiyle yanı başımda istiyorum, şu balkonun köşesinde.. fıçılardan birinin üzerinde neyzen oturuversin, ney üflesin.. ikincisinde nilgün otursun anlatsın kırmızı kahverengi defteri.. üçüncüsünde en karanlık haliyle turgut usta otursun, yaksın bir içli sigara göğe bakmayı anlatsın.. üç kitap-bir belgesel.. ah sadri abi ah.. çıkın lan ortaya, tüm hayaletlerim birer birer çıksın ortaya, hepinizin kafasında kitap paralamak istiyorum!

eski bir şarkı çalıversin, zeki müren olsun,960’lı yıllardan bir kayıt olsun.. taş plak kaydı olsun da bu taşkafayı darmadağın etsin..

‘delirmek’

1980 başlarında bir yaz akşamı…

1980 başlarında bir yaz akşamı, Füsun Akatlı, Nimet Tuna ve Tomris Uyar, o dönemin gözde uğrağı Şadırvan’da buluşmuş, denizin tadını çıkarıyorlar. Konu bir ara aşka, sonra aşksızlığa, en sonunda da “aşık olunabilecek bir erkeğin özellikleri”ne geliyor ve bir oyuna dönüşüyor. Nesnel davranmakta kararlı olduklarından masalarına gelen Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın da görüşlerini alıyorlar. (Sonraları Ferit Edgü, Mürşit Balabanlılar, Aydın Emeç gibi “güvenilir” erkek dostlara da başvurulacak.)

Böyle önemli bir konunun koşul sıralamasında ilk maddeyi fiziksel görünüşün ya da zekanın değil giyimin tutması oldukça tuhaf ama ne yapalım?

1- Adam, (o dönemin gözde terliği) Tokyo giymeyecek. Belki de böylelikle onun evde pijamayla dolaşmaması güvenceye alınıyor. Şort yasak değilmiş. Yatarken çorap giymesinmiş.

2- Ama kes giyip jogginge çıkması, pazar günlerini doğa budalalığıyla geçirmesi -sizi de yürüyüşe zorluyorsa- yasak.

3- Pamuklu, keten, yün gibi doğal elyaf giyecek. Naylon ve parlak kumaşlar kesinlikle yasaktır. (Ferit Edgü’nün önemli katkısı: fanila giymeyebilir. Turgut Uyar’ınki: ama don giysin.)

4- Herkes adamın haftada en az bir kere yakınmasına razıyken Ferit, her gün yakınmasında diretiyor.

5- Kesinlikle uykucu biri olmasın ama uykusuzluğundan da yakınmasın. Uykusuz gecelerini paylaşılan bin şölene dönüştürebilsin.

6- Alkolik olabilir de sarhoş olmasın. (Ferit’in katkısı: düşebilir ama çelme takmasın.)

7- Uyuşturucu kullanmasına izin var mı? Mürşit’e göre, “ikinci kişiliği gündeme gelmiyorsa kullanabilir.” Turgut’a göre, “hem içki hem uyuşturucu olmaz!” galiba, izin pek yok.

8- TV’de “makul miktarda maç seyredebilir” ama yorum yapmadan, sessizce. Boks ve güreş sevmesin. Turgut “buz patenini” de eklemiş.

9- Tatil günlerini eşya onarmakla geçirmesin. Elektrik sigortası attığında, musluğun contası yenileneceğinde hemen işe sıvanmasın. Bir usta ayarlayacak kadar bilgili olsun (Ferit). Cereyana kapılmayacak ya da evi havuza çevirmeyecek kadar zeki olsun yeter (Turgut).

10- Ya yüzmeyi ya dansetmeyi bilsin ya da herhangi bir sporu iyi yapsın.

11- Haftada en az bir kitap okusun. Mürşit: Red Kit ile Asteriks’ten haberli olsun. Turgut: Pardayyanlar ile Arsen Lüpen’den de. Ferit: şu altı yazardan birini iyice okumuş olsun -Kafka, Shakespeare, Balzac, Sait Faik, Sartre ve F. S. Fitzgerald ya da Hemingway ama İhtiyar Adam ve Deniz sayılmaz. Edip: şiir de okusun.

12- Bir saz çalıyorsa çalsın ama dostlar toplantısında konser vermesin. Aynı şekilde isterse mavi yolculuğa çıksın ama dönüşünde dia gösterileri düzenlemesin.

13- Esprisi “humor”a dayalı olsun. Fıkra anlatmayı, “lazın biri,” diye başlamayı nükte sanmasın. Turgut: askerlik anılarını anlatmasın. Geçmişinden söz ederken, “Sene 1963…” diye girmesin söze. “1963’te filan. Ankara’dayken…” gibi başlasın.

14- Takside arka koltukta otururken de hesabı ödeyebilsin. Lokantada bahşişi yüzde ondan fazla bırakmasın. Garsonlarla bu koşullarda dostluk kurabilsin. Hesabı öderken cebinden tomarla para çıkarmasın. Diline dolamadığı sürece mali durumu önemsiz, yalnız arabası varsa, arabanın park yerine göre program düzenlemesin. Taksiye binebilsin. Çok istiyorsa yabancı sigara ve içki içebilir, tabi büyüklenmediği sürece. (O dönemde yabancı sigaralar kaçaktı.)

15- Edip Cansever’e göre, armağan almayı da vermeyi de bilsin. Her hesabı kendi ödemeye kalkışmasın.

16- Yemek masasında viski vb. İçmesin. Masaya gelen çerezlere saldırmasın.

17- Hayatında en fazla 6 kere doktora gitmiş olsun (ameliyat sayılmıyor). Antibiyotiklere düşkün olmasın.

18- İlk gördüğü insanlar hakkında acele ve değişmez yargılar verecek kadar gözükara bir psikoloji uzmanı kesilmesin.

19- Politik görüşü sola yakın bir aydın olsun. Ama dahi yerine daahi demeyecek kadar düzgün olsun Türkçesi. Parti sloganlarıyla konuşmasın.

20- Omlet, makarna ve biftek dışında yemek pişirmeyi becersin. Kendine yetsin. Kısaca, kişiliğini öne sürmeyecek kadar kişilikli olsun ama belli etmediğini de belli etmesin.

Giyiminden, zevklerinden, davranışlarına, günlük diline kadar her özelliğine karıştığımız (dikkat ederseniz, erkeklerin baskısı daha ağır!), bir yalnızlığa ittiğimiz bu adamcağızın fiziksel özellikleri pek önemli değil anlaşılan. Cinsellik konusunda ondan beklenen, “programlı olmaması, kendini bir şeylere zorunlu hissetmemesi, heteroseksüel olsa da homoseksüellerle dostluk kurabilmesi”.

Kaç yaşında bu zavallı acaba?

Nimet’e göre: 30, Füsun’a göre: 45, bana göre: 30.

Ferit’e göre: ideal olarak 25, Edip’e göre: 40, Turgut’a göre: 30-35, Mürşit’e göre: 35.

Son danışmanımız Aydın Emeç, “isteklerin oldukça ağır yine de mantıksız olmadığını” belirttikten sonra bir kahkaha atmıştı: “İyi ama bu adam zaten evlidir! Tutalım ki değil, kendini bunca eğitmek için bu toplumda nasıl hırpalandığını düşünürsek, sizin gibi vıdıvıdı kadınlar yerine güleç, uysal bir kadın seçmesi daha doğal değil mi?”

 

TOMRİS UYAR

YÜZLEŞMELER, CAN Yayınları, 168 Sayfa.