zeki müren ve bülent ersoy’a iyi niyetli ‘mersiye’..

zeki müren’den bülent ersoy’a müziğimizde bir şeyler oluyor.. müzikle ilgilenenler, bu iki sanatçımızın, belki de hormonal yapılarının kazandırdığı bir üstünlükle, ‘surdine’ bir ses rengine sahip olduklarını söylerler; ayrıca, özellikle zeki müren’in tenor ve bas’ın yanı sıra kadın seslerinden alto’dan da ses alanı ‘çalabildiği’ ileri sürülür.. ‘surdine’ ses ise çaykovski’nin canzonetta’sında kemanlara takılıveren küçük bir aparatla elde elden hüzünlü seslerde olduğu gibi romantizm’in ilk zamanlardaki hırçınlığından usanıp sığındığı yumuşak başlı ama ‘dünyadan’ artık hafifçe uzaklaşmaya başlamış kendi ‘iç mekanının’ sesidir..

cumhuriyet döneminden önce istanbul’un orta sınıf kesimlerinin oturduğu güngörmüş –ama artık düşüş içine giren semtlerindeki evlerin sokağa bakan dar cephelerinin ardına çekilmiş arka bahçelerinde hekimler, katipler, memurlar toplanır; kanun cümbüş, ud ve kemanla meşkederlerdi.. bu  musikide uslu, terbiyeli, nezaketli bir hüznün yaşandığını ve bu iç mekanın sesinin ‘arandığını’ biliyoruz.. ‘zeki müren’ ise, 1950’lerden itibaren kentlerimizdeki yeni insanların ‘arandığı’ bu içmekanın sesini getirdi bize.. altıyol’un kuşdili çayırı’nda, kurbağalıdere’ye çıkan sokakların, her biri kendi ‘uzletinin’ sessizliğine çekilmiş eski evlerindeki musiki alemlerinin tersine, ‘zeki müren’, kentlerde kalabalıklara dönüşen yeni insanlarımızın hem gürültülü hem de biraz ‘işveli’ içmekanının sesini sundu bize..

alıştığı mekanlarını, yakınlarını, coğrafyasını yitirip kentlerin yeni oluşan hayatına karışan insanlarımız çoğalıyordu.. onların bu geleneksizleştirici kalabalıklaşma içinde sığındıkları uzleti dile getirmek için, tane tane, her kelimesi ilk kez duyulduğunda da bu geleneksiz kalmış insanların bile hemen anlayıvereceği bir müzik dili oluşturdu ‘zeki müren..’ yeni uzletin bu ilk ortak dillerinden birini oluşturduktan sonra, çoğumuzun hayatta hiç görmediğimiz ’manolyalardan’ söz ederken, kentin ‘hiçleştirici’ hayatında artık idealize ettiğimiz, erişilmezleştirdiğimiz aşklarımıza sunacağımız çiçekleri de soyutlamamızı öğretti bize.. sevgililerimizi ‘madonnalar’ olarak yaşamaya başladığımız bu ilk yıllardan sonra biz de ‘zeki müren’ de değiştik.. kentlerimiz , kentlerimizin dışındaki hayat alanlarımız hırçın bir hüzne bürünmeye başladı.. ‘ahmet hamdi tanpınar’ın deyişiyle, kendi kültür tarihinde dram geleneği oluşturamamış bir toplumken, 1950’lerde melodramlara merak sardık.. sonraları, bizi yitirmekte olduğumuz geleneksel dünyamıza bağlayan ‘türkan şoray’ların ‘gözlerinden’ de koparak, ‘vamp kadınlara’ oradan da, ‘soyunan’ ve ‘horlanırcasına hemen yere yatırılan’ kadınlarla dolu porno filmlere yöneldik..

1950’lerin başlarında bile ‘okuyanın adam olacağına’ ve ‘çalışanın zengin olacağına’ inanılan bir dünyamız varken.. 1960’ların sonlarında, okumakla çalışmakla değil, fırsatlardan yararlanmayı bilmekle, güçlülerin önünde fırsatlar kollamakla ‘adam’ olabileceğimizi düşünmeye başladık..

1970’lerin sonlarına doğru ise toplumumuz  her gün yeni ‘şoklar’ yaşamaya başladı.. bu yeni hayatımızda insanca yeni gelenekler oluşturamadık; ‘kural’ diye toplumumuzun önüne konulanlar, her yönü ile her gün değişen bir toplumsal gerçeklik karşısında, mitlerinden yoksunlaşmış bütün ritüeller gibi, içimizi ısıtmayan, bizi inandırmayan şeylerdi.. toplumun baskı ve denetimi altındaki hayat alanlarımızda uyar gibi gözüksek de, kendi içmekanımıza çekildiğimizde, içimizde bulanık bir isyan ve eziklik vardı.. okumuşumuz, okumamışımız, birbirimizden ayrı düşüp, işimiz, ekmeğimiz, ilk kez duyabildiğimiz beklentilerimiz uğruna çok şeylere ses çıkarmadan katlanmaya çalıştık..

şimdi, işte bunun içindir ki, bize ‘zeki müren’ de yetmez oldu! 1950’lerin altın çerçeveli gözlükler takmış, pırıl pırıl yüzlü, saçları sıkı sıkıya taranmış, hakkında ‘duyduklarımızı’ yüksek sesle söyleyemediğimiz bir ses sanatçısı olan ‘zeki müren’in ardından, birdenbire ortaya çıkan / çıkarılıveren ‘bülent ersoy’a ‘merak sardık..’ ‘bülent ersoy’, kendisine ‘sanat güneşimiz’ dememizi bile istemiyordu.. ‘zeki müren’ gibi, ilk ün kazandığı günlerde, toplumun geniş kesimlerindeki yaygın etiğin dışında bir özel hayat sürdürmenin zahmetini bile çekmiyordu.. gazino endüstrisine ve bu endüstrinin ‘meşrulaştırıp’ toplumsal hayatımızın ‘açık’ (overt) davranışlar alanına ‘bulaştırılan’ yeni etiğine teslim olmuş; kazanılması mümkün bir ünün, zenginliğin, ‘kalabalıktan’ sıyrılıp ‘bireyleşmenin’ simgesiydi..

bizi de bu tür ‘yolların ağzına’ getirip bırakan bir hayatın içinden çıkmamızın güçleştiğini gördükçe, onu bu yeni kimliğini ortaya koymakta aşırılıklara iterek, onunla bizim aramızdaki ‘mesafenin’ varlığını sürdürmeye çalıştık.. bu süreçte, ruhsal durumumuzun çelişkili yapısnı sezinleyen boyalı basın, magazinler ve ‘komedi’ geleneğinden yoksunlaşmış mizah dergileri, bülent ersoy’u, içimizdeki bulantıyı dışa vurmakta kullanacağımız bir ‘husumet nesnesi’ ya da ‘günah keçisi’ olarak da önümüze koydu, zaman zaman.. ‘bu ne kadın, ne erkek..’ dediler.. kimliğini netleştirmek için ameliyat olmasını ‘önerdiler..’ ‘ham’ bir endüstrinin elinde olduğu için, bir yanlışlık oldu bu.. biz, ‘bülent ersoy’un kimliğinde böyle bir netlik aramadık.. bizim adımıza da edindiği eski bulanık kimliği, belirli bir ölçüde, belki de toplumumuzun birçok kesiminde başlayan ‘kimlik bulanıklığının’ çok daha ileri, çok daha yoğun bir biçimi olduğu için bize daha ilginç ve anlamlı geliyordu..

sabahları evden çıkıp ‘işe giderken’ günün ilk sigarasını aldığımız gazete bayii büfelerinin önünden geçerken gözümüze iliştiğinde, ‘bülent ersoy’un da, bütün ‘saltanatına’ rağmen ve bütün ‘iticiliğine’ rağmen yalnızca ‘aynaya düşürülmüş bir görüntü’ olduğunu kavramamız gerekiyor..

‘bülent ersoy’a gösterdiğimiz ‘hastalıklı ilgiden’ onun ‘örselenmiş insan’ kimliğini hor görmemizin nedeni olan kaba ergilciliğimizden ‘aşksızlığımızın’ ürünü olan ve kelimeleri bile üçü-beşi geçmeyen güftelerin tekrarlandığı müziklerden, içimizin ezikliğini bile ölgünleştiren’ bu soğuk ve ‘acımasız’ yaşama üslubumuzdan da kurtulamaz, ‘aynanın’ dışındaki dünyamıza bakmamızı bekliyor..

‘zeki müren’i, ‘bülent ersoy’u ‘rahat bırakmamız’ hiç de sandığımız kadar zor değildir, aslında !

 

ÜNSAL OSKAY

Cumhuriyet, 3 Mart 1982

 

‘YIKANMAK İSTEMEYEN ÇOCUKLAR’ OLALIM.. , ÜNSAL OSKAY, YKY Yayınları, Haziran 1998, 372 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.