‘linç en aşikâr medeniyet kaybıdır.. linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infial uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir..’ – TANIL BORA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“linç güruhu..

öncelikle sözü ettiğimiz örgütlü grupların, yaygın ve medya tarafından daha da yaygınlaştırılan toplumsal öfkeyi fanatik bir saldırganlık diline ve linççi bir seferberliğe kanalize etmeye çalıştıklarını görüyoruz.. ‘durumu’ belirli sloganlarla lânetlemeyi, tayin edilmiş andları tekrarlamayı, ‘bizden’ sayılmayanın mükellefiyeti gibi dayatıyorlar.. yeteri kin coşkusuyla katılım göstermeyenlere ‘bakınan’ bir tehditkârlıkla yapıyorlar protestolarını -.. bizzat kınama ve protesto gösterileri, insanları ‘hain değil bizden’ sayılmak için iştirake zorlayan bir sembolik linçe dönüşüyor..

sembolik linçin fiili linç biçimini alabildiğini de biliyoruz.. zaten bu geçiş çok zor değildir.. bu linçin öngörülmüş, standart mecraları zaten var.. ‘kürt’ kimliğiyle özdeşleştirilmiş kuruluşlar, mahalleler hatta tek tek insanların evleri, dükkanları yanında, birçok yerde solcu partiler, dernekler fırsattan istifade hedef alındılar.. örgütlü grupların provoke ettiği bu saldırılar yanında, aralarına kuşkusuz fırsatçıların, yağmacıların da karıştığı ‘kendiliğinden’ patlamalar vuku da bulabiliyor – vuku bulması her zaman an meselesidir..

malum : ‘kitle psikolojisi’ denen ‘şey’.. öfkeli sloganlarla ajite olmuş vaziyette akan bir kitle, çokluk/çoğunluk olmanın verdiği güç duygusuyla, hele ‘sabrımız taştı’ haklılığıyla hukuki ya da başka ‘sosyal’ kontrollerden azâde olduğunu hisseder hale gelmişse, korkutucu bir kolaylıkla bir linç güruhuna dönüşebilir.. kendine kurban bakınır hale gelebilir.. küçük bir yanlış anlama, bir işaret, kimden geldiği bilinmeyen bir emir – ve vururlar ‘abalı’ya.. zaten faşizmin ‘kitle’yle buluşmasını sağlayan bir ilkel güdüdür bu : günah keçisi aramak.. beşeri sorunları karmaşıktır, baş etmesi zor hatta kısa zamanda halledilemeyecek yanları da vardır, en önemlisi kendimizle ilgili yanları vardır; oysa günah keçisi, bütün sorumluluğun üzerine yıkılabileceği bir hedeftir.. günahı ona yükleyerek, onu ortadan kaldırarak, her şeyi halledebileceğinizi sanırsınız..

‘milli refleks’ ve onun zımnındaki linç tehdidinin bir siyaset etme yöntemi olarak kullanılması, politikanın inkarıdır.. bizzat ‘devlet olma’nın inkarıdır.. asıl önemlisi, toplum olmanın inkarıdır.. toplum olmak (‘millet olmak’ da diyenler olabilir), kendini ortak değerlerle, ama ‘biz iyiyiz, biz üstünüz’le değil evrensel, insani, ahlâki değerlerle tanımlamak ve bu temelde kendini birbirinden sorumlu hissetmek demektir.. tek ortak bağı kendi ‘biz’liğinin üzerine kapanıp aidiyet yemini törenleri yapmak haline gelen, intikam peşinde bir linç güruhuna dönüşen bir toplumun, her şeyden önce toplum olma vasfı (‘millet’ de diyenler olabilir) tahrip olur.. bu tahribat, o toplumun insanlarının kendilerine sahici bir güven duymasına da manidir..

linç rutinimiz..

türkiye’de linç girişimleri, kendine göre bir rutine oturmuş durumda.. en çok kürtleri, zaman zaman solcuları, bir de eşcinselleri ve ‘sapkın’ sayılan başka cinsiyet gruplarını hedef alıyor.. (ideolojik bir maksada hamledilemeyecek, özel alanda cereyan eden teşebbüsler, cabası..) emniyet güçlerinin de linç durumlarında aşağı yukarı oturmuş bir tatbikatı var.. linççi gruba anlayışla davranılıyor; birçok durumda, aşağı yukarı öldürme kasıtlı darp eşiğine kadar, fiziki şiddete de müdahale edilmiyor.. linç güruhları, kendilerini anladıklarını anladıkları ancak resmi sıfatları veya formel hukuk icapları nedeniyle elleri kolları bağlı olduğunu düşündükleri emniyet görevlilerine, ‘onları bize verin’ diye yükleniyorlar.. linç tehdidi altındakilere hitabene, ‘dua edin polise’ sloganı atıyorlar.. dualık polis, linç saldırısına uğrayanları ‘koruma’ amaçlı olarak ‘alıp’ işaretliyor.. bazı örneklerde sonradan mağdurlar aleyhinde dava da açılıyor.. çünkü linçe maruz kalanlar, neredeyse bir doğal hukuk varsayımıyla, ‘tahrikçi’ kabul ediliyorlar.. linç, bu gibilerin esasında hak ettiği, ancak ‘hoş (şık) olmayan’ veya ‘ülkemizi dünya kamuoyunda (ab ve abd komiserleri karşısında) zor durumda bırakacak’ bir milli refleks ifadesi olarak örülüyor.. linç teşebbüslerinin, devletin şiddet tekelinin altını oyduğu ve ‘devlet otoritesini zaafa uğrattığı’ ise anlaşılan pek o kadar düşünülmüyor, pek fazla dert edilmiyor..

şiddetin tekinsizliği..

şimdi biraz kabullerimizi sorgulayalım : şiddetin teşhiri ve pornografikleştirilmesi, gerçekten şiddeti körükler, özendirir mi.. yoksa şiddet içerikli dizilerin yaptığı toplumda ‘zaten olanı’ yansıtmaktan mı ibarettir.. hatta şiddet potansiyelini oyalayıcı, massedici bir işlev gördükleri dahi söylenebilir mi..

uzun yıllardır savaş, terör ve asıl olarak şiddet üzerine antropolojik bir dikkatle çalışan sosyolog ‘wolfgang sofsky’, şiddetin dinamiği ile onun âmili sayılan sebepler arasında araçsal ve otomatik bir ilişki kurma alışkanlığına karşı uyarıyor.. kan revan içindeki filmlere tutkun olan, milliyetçi-ırkçı propagandadan etkilenen herkesin cinayete ve ‘darpa’ tevessül etmediğini; şiddete başvurmanın, bu saiklerden özerk bir tercih, bir seçiş, bir edim olduğunu hatırlatıyor..

saik olarak görülen birçok etkenin, aslında şiddet eylemini akabinde açıklamaktan veya meşrulaştırmaktan; en fazlası, ona vesile sunmaktan öte bir işlev görmediğini düşünüyor.. şiddetin ‘kendine özgü’ bir dinamiği olduğunu vurguluyor, kısacası..

şiddetin ‘kendine özgü dinamiğini’, yine şiddetin görselleştirilmesi üzerinden filmlerden takip edelim.. ‘kurtlar vadisi’ne kısılmayalım; ‘kill bill’i hatırlayalım mesela.. ‘kill bill’ler ya da genel olarak ‘quentin tarantino’nun filmleri, ‘şiddetin estetiği’ ile tanımlanıyor.. itinalı bir koreografiyle çekilen şiddet sahnelerinde, bale kıvamında dövüşlerle kafalar gözler yarılıyor, omuz üstünde baş konmuyor.. ‘kill bill’deki ‘yüksek’ estetiğin ve fantastik ortamı, güncel arka planın ve ‘ertürk yöndem’ belgeselciliğinin uç verdiği ‘kurtlar vadisi’nden farkının şiddeti soyutlamak olduğu söylenebilir sanırım.. onun kurduğu evren, patlayan dalağı ‘güçlü bir imge’, akan kanı etkili bir kırmızı patlaması olarak soyutlayarak tahayyül etmeye elverebiliyor.. ‘süblimasyon’ da diyebiliriz (‘yücelme’ değil de, ‘uçunma’, ‘soyutlanarak evrilme’ sözcükleriyle karşılayalım süblimasyonu).. malûm, şiddetin –ehlileşmesi değil- süblimasyonu, sanatın ve yaratıcı insan faaliyetinin kaynağındaki enerjiyi üretmiyor mu zaten..

‘tarantino’nun bilhassa eski filmlerinde baskın olan, – ve kuşkusuz onun sinemasına has olmayan-, ‘sebepsiz şiddet’ motifi de önemli.. büsbütün sebepsiz olmayan ama onu tetikleyen sebeple ‘patlayan’ şiddet arasındaki ilişkinin fevkalâde oransız olduğu durumlar.. ‘max aub’un ‘örnek suçlar’ı misali : ‘sakızını ağzında çevirip durması sinirime dokunduğu için öldürdüm onu..’ yine büsbütün sebepsiz olmayan, bir yerlerde kaynayıp fokurdayan ama olmadık yerde fışkıran, olmadık birilerini hedef alan şiddet.. anlık bir tepkiyle ‘açığa çıkan’ bir kez ucu görününce de arkası alınamayan, çığ gibi büyüyen şiddet.. sarhoşluk gibi.. cezbeye kapılmak gibi.. ‘insanlıktan çıkma’ durumu değil de, bir başka boyuta geçme’, bir ‘aşma’ hali olarak şiddet..”

TANIL BORA..

‘TÜRKİYE’NİN LİNÇ REJİMİ..’ – TANIL BORA, BİRİKİM Yayınları, 2008, 72 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.