ÖLÜ KELEBEKLERİN DANSI.. – Hüsnü Arkan

..Bazen bir şeyin , bir kimsenin yokluğunu duyunca bir acı saplanır ya böğrünüze , dün kitaplara dalmışken aynı şeyi hissettim birden.. Hüsnü Arkan’ın Metis’ten çıkmış ve şu anda baskısı olmayan ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ kitabını aradı gözlerim odalara yığılmış kitapların , kitaplıkların arasında.. Ama yok yok yok.. Savaşta kolunu , bacağını kaybetmiş bir hiç gibiydim adeta.. Baskısı olmayan bu kitabı hangi ‘salaklığımla’ vermiştim onu düşünmeye çalıştım.. Hatırladım , ‘bir arkadaşın arkadaşı’ kitap hakkında çok bahsettiği kız arkadaşına kitabı okutmak istiyordu.. Ben de boş bulunu , o anda hangi kafayı yaşıyorsam vermişim kitabı.. Kitap gidiş o gidiş , bir daha geri gelmedi.. Hüsnü Arkan’ı her dinlediğimde kitabı hatırlıyordum ; acısı , yokluğu çöküyordu üzerime.. Kitabı verdiğim arkadaşın arkadaşını da , arkadaşı da bir daha hiç görmedim.. Görmek de istemem , görürsem acılarımı , hissettiklerimi suratlarına haykıracağım..

Baskısı olmayan kitaplarınızı kimseye vermeyin arkadaşlar , okumak isteyenlere de yanınızda okutun kitapları ne derlerse desinler.. Kitaplar , kitabı sahiplenme , bir kitaplık oluşturma bilincini herkes bilmiyor , anlamıyor , hissetmiyor ama buna sahip olanlara saygı duyun lütfen..

Güzel insan Hüsnü Arkan’ı herkes Ezginin Günlüğü’nden bilir muhakkak.. Ama çoğu kişi onun yazar kimliğini bilmez.. Romanları ve şiirleriyle benim vazgeçemeyeceğim yazarlardandır kendisi.. ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ (1998-Metis) , ‘Menekşeler Atlar ve Oburlar’ ( 2001) , ‘Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer’ (2005) adlı üç romanı , ‘Hiçe doğru’ (2005) şiir kitabı var Hüsnü Arkan’ın..

‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ gördüğünüz her kitapçıda (kitapçılarda bulursanız ben kendim size ekstra üç kitap hediye edeceğim , müracaat : aylakadamiz , crockett ) ve sahafta vakit geçirilmeden kapılacak kitaplardandır.. Kaçırmayın , gördüğünüz yerde üzerine atlayın ve parasını öderken okumaya başlayın.. ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’nın yeni baskısını kim ve ne zaman yapacak bilmiyorum ama yapacak olan yayınevi büyük övgü alacak okurlara tekrar bu fırsatı sağladığı için fakat benim bildiğim Metis tekrar basıksını yapar bu kitabın. He ya yapar yeni baskıyı Metis , ben şahsımda 100 adet satışına kefilim , kendim yaparım 100 adet satışını , garanti veriyorum.. Zaten günümüzde kitap baskıları 1.000-2.000 arası dolaşıyor maalesef..

‘Ölü Kelebeklerin Dansı’nı gördüğünüz yerde kaçırmayın okuyun , edinebiliyorsanız da hemen alın aylakadamiz ahalisi..

 

Crockett , aylakadamiz..

(Müzik kutusundan Hüsnü Arkan’ın ‘Bir Yalnızlık Ezgisi’ albümünden  ‘Turnalar Nereye Uçar’ı dinleyebilirsiniz , tabi REİS şarkıyı eklemişse..) 

Kitap Künye :

 

Ölü Kelebeklerin Dansı – Hüsnü Arkan , Metis Kitap

144 sayfa..

Kapak Fotoğrafı : Chriss Moore

Kapak Tasarım : Semih Sökmen

İlk Basım (Tek Basım) : Ekim 1998

 Kitaptan Tadımlık : 

       ‘Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim?
       Ölümden sonra da bir hayat var mı? Binlerce yıldır tüm dinler ve felsefi sistemler bu soruya cevap arıyor. Ama daha dehşet verici bir soru sormak mümkün: Ya ölümden sonra bir hayat varsa ve tıpkı bu hayata benziyorsa, aynı sıkıntıları, aynı anlamsızlık duygusunu, aynı çaresizlikleri tekrar tekrar yaşıyorsak?
       Ya ceza ve ödül yoksa?
       Ya bize kalacak olan puslu bir belirsizlikse yalnızca?
       ‘Düşünde kendini bir kelebek olarak gören biri bir kez uyandıktan sonra, bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz.’
 

“On Altıncı Gün”,

‘İnsan ölünce sesi ateşe, soluğu rüzgâra, aklı aya, özü etere, saçı otlara karışır. Peki insanın kendisi nerde? Elini ver dostum, bu sırrı ancak sana açıklayabilirim.’
– Upanişadlar

 

‘Rab kendi kavminden razıdır.
Hor görülenleri kurtuluşla güzelleştirir.
İnananlar izzet içinde sevinçle coşsunlar
Yataklarında sevinçle mırıldansınlar
Rabbin tekbirleri ağızlarında
Ve ellerinde iki ağızlı kılıçları
Milletlerden öç alsınlar
Ve ümmetleri tedip etsinler
Krallarını zincirlerle bağlasınlar
İleri gelenlerini demir bukağılarla
Ta ki, yazılmış olan hükmü
Onlara karşı yürütsünler.’
– Mezmur

 

Bugün ölümümün on altıncı günü. 26 Nisan 2018…
       Ölümümün on altıncı gününde anılarımı yazmaya karar verdim ben.
       Öldükten sonra karşılaştığım insanlar, anılar evinde gezinmenin bir ölüye hiçbir yarar sağlamayacağını söyledilerse de onlara inanmadım.
       Önce Doktor Sematyen gördü beni. Elimde bir defterle bir kalem vardı, yazacaklarıma başlamak üzere odama gidiyordum.
       “Nereye böyle?” dedi.
       “Hiç,” dedim, “yaşadıklarımı yazmaya gidiyorum.”
       Meğer, bir ölünün anılarını yazması görülmemiş bir şeymiş, hatta saçmalıkmış.
       Bugün öğleden sonra, Doktor Sematyen’le birlikte kaldığımız eve, yani Doktor Sematyen’in evine, genç bir papaz geldi. Söylememe gerek yok, o da bir ölü… Anılarımı yazacağımı duyunca heyecanlandı ve şöyle dedi:
       “Bu konuda Tanrı’nın kesin bir yasak koymuş olduğunu sanıyorum.”
       Bu yasağın hem kesin hem de sanılabilir bir şey oluşunu anlayamadığımı söyledim ona. O zaman Doktor Sematyen araya girdi.
       “Din adamları kutsal kitapların diliyle konuşmaya bayılır,” diyerek durumu açıklamaya çalıştı.
       Aslında ikisinin de kötü niyetli olmadıklarını biliyorum. Acı çekmemi istemiyorlar, hepsi bu. Ölmüş olduğumu hâlâ kabullenemediğimi düşünüyorlar, belki de depresyona girmemden korkuyorlar.
       Oysa yanılıyorlar. Ben anılarımı yazmaya, ölmüş olduğumu, kesin olmasa da şöyle ya da böyle kabul etme noktasına geldiğim bir anda karar verdim. Bu nedenle, yazacaklarım herhalde bir tür kabul bildirgesi olacak. Ya da hiçbir şey olmayacak, ne bileyim? Hayatıma ve ölümüme ait her şeyi anladığım gün yırtıp atacağım belki onları..
       Doktor Sematyen’le daha önce de konuştuk bu konuyu. Yazmamam gerektiğini daha önce de söyledi bana. Bugüne dek onun öğütlerine uydum. Başka türlü de davranamazdım zaten! Benden daha eski bir ölü o. Daha yaşlı, daha deneyimli… Ölülere nelerin acı verdiğini, ruhsal çöküntünün bir ölü için ne anlam taşıdığını biliyor. Onun, ölü töreleriyle gözümü korkutmaya çalışmasını anlayışla karşılıyorum. Fakat öte yandan, kendi yaşamımı, yani kendi ölümümü kendi kararlarımla yönlendirmek istiyorum. Genç bir adamım ben. Serseri ruhlu biri olduğumu kimse söyleyemez ama biraz çaba gösterirsem düşlerimin peşinde koşmayı pekâlâ göze alabilirim.
       Henüz hiçbir şeyden emin değilim; öldüğümden, yaşadığımdan, yaşamış olduğumdan… Tıpkı Sematyen’in sözünü ettiği, çok eski çağlarda yaşamış şairin dediği gibi;
       “Düşünde kendini bir kelebek olarak gören biri bir kez uyandıktan sonra, bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz.

       Bu sabah uyandığımda, kendimde bir farklılık hissettim. Farkın ne olduğunu tam olarak anlatamayacağımı biliyorum, çünkü tam olarak ben de anlamış değilim.
       Birden uyandım bu sabah. Yataktaydım. Kendimi tuhaf düşünceler içinde kıvranırken yakaladım o anda. Şöyle mırıldanıyordum; bir ölüysem ve hep böyle kalacaksam, bir süre sonra düşüncelerim ve davranışlarım birtakım yeni alışkanlıklarla belirlenecektir. Evet, hayat gibi ölüm de bir alışkanlıktır. Bu yüzden, anılarımı yazmak istiyorsam hemen yapmalıyım bunu, çünkü yarın çok geç olabilir…
       Bir daha karşılaşırsam Sematyen’in papaz dostunun sözlerini de ciddiye almayacağım.
       Aslına bakılırsa, Tanrı ve onun yasaklarıyla ilgili sözleri hiç etkileyici değildi. O, eninde sonunda bir papaz, bu gerçeği Tanrı’ nın kendisi bile değiştiremez. Bulunması gereken yerde o. Olması gereken tarafta. Nasıl düşünmesi uygun görülmüşse öyle düşünüyor. Tanrı’yla öldükten sonra bile hiç karşılaşmamış olmasına rağmen, onun varlığına inanmaktan duyduğu hoşnutluk, kendisine yalnızca aptalca bir gülümseme değil sonsuz bir iç rahatlığı da kazandırmış.
       Deli doktoru Sematyen’e gelince… Şu on altı gün içinde onu yeterince tanıdığımı söyleyebilirim. Herkes bilir ki, aynı evi bir başkasıyla üç gün paylaşan biri, dördüncü gün o bir başkasının dışa vurulmayan iç çekişlerini de duymaya başlar; hatta denebilir ki, bu iki kişinin iç çekişleri günden güne birbirlerininkine benzer.
       Doktor’un içler acısı halinin anlaşılmayacak bir yanı yok aslında. Gördüğüm kadarıyla, bir ateist olarak Tanrı’nın yokluğundan hiç hoşnut değil. Ayrıca, bugüne dek bunu açıkça kimseye söylememiş olması, bunalımını daha da ağırlaştırıyor. Papaz’ın sözlerinin benden çok onu etkilemesi başka nasıl açıklanır?
       “Bazen kutsal kitaplar da doğru söyler,” dedi Papaz gittikten sonra.
       Sanırım bağışlanmayı hazmedemiyor Doktor. Belki de bu yüzden hata yapmadan yaşadığını sanıyor.
       Bir sabah uyandığında inanıvermeye başlayacak sanki. Dini bütün bir adam olacak o gün. Kendinde, hata yapma yeteneğine sahip yeni bir Sematyen keşfedecek, her hatasında Tanrı’ya sığınacak ve sonunda günahkâr ya da işin gerçeği ahlaksız biri olacak; işte bundan korkuyor.
       Bana kalırsa aptalca bir takıntı bu. İlle de bir şeye inanmam gerekiyorsa Tanrı’nın bağışlayıcılığına inanırım ben! Ayrıca inanıyorum da buna. Böylece huzurlu oluyorum. Bir çocuk kadar huzurlu, bir ermiş kadar huzurlu, hatta bir inek kadar huzurlu… Eğer Tanrı’ya inanmış olsaydım, bu inanç herhalde ancak bu kadar huzur verebilirdi bana.
       Sematyen, kendi boşluklarını dolduracak, bazen de kendi kişiliğinin yerine koyabileceği sihirli bir şey arıyor aslında. Hayata bakışı, protez eşya satan bir dükkânın önünde duran kolsuz bir adamın vitrini seyredişine benziyor. Yalnızca hayata değil, ölüme ve Tanrı’ya bakışı da öyle. Onun sorunu Tanrı’nın olup olmaması da değil bence. Tanrı’yı nereye koyacak? İşte bunu bilemiyor. Umutlarının yerine mi, umutsuzluklarının yerine mi?
       Beni, anılarımı yazmaktan vazgeçirebilmek için söylediği şu son sözler, onun bütün bu iç karışıklığıyla nasıl başedebildiğini göstermesi açısından ilginçtir.
       “Bizim durumumuz bir mektubun içeriğine benziyor,” dedi. “Yalnızca ilgilileri ilgilendirdiği için zarfın içinde kalmalı ve hiç açılmamalı. Sen dağıttığın mektupları açıyor muydun?”
       Sırası gelmişken belirteyim, sağlığımda posta dağıtım memuruydum ben. Arada bir, can sıkıntısından başkalarının mektuplarını açıp okuduğum olurdu.
       “Bazen,” diye yanıtladım Doktor’u, “ama her zaman değil.”
       Bu durumda boyun eğmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. O da öyle yaptı.
       “Sen ahlaksızsın,” dedi bana.
       Tanrısal huzuru başka şeylerde arayan ateistler için en güvenli yoldur bu; bir şeye boyun eğmen gerekiyorsa kendi ilkelerine göre boyun eğ!
       Yazdıklarımdan, Tanrı’yla aramda sorun olduğu gibi bir sonuç çıkarılmasını istemem. Ondan, böyle gelişigüzel ve ısrarla söz etmemin tek nedeni, acılarımın anlayışla karşılanmasını umut ediyor olmamdır. Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim?..’

Büyük usta TURHAN SELÇUK’u kaybettik..

Büyük usta TURHAN SELÇUK’u kaybettik.. Ailesinin , İlhan Selçuk’un , Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarının ve tüm sevenlerinin başı sağolsun.. Yaprak dökümü sürüyor , bir dönem kapanıyor , edebiyat ve sanat dünyamızın ustalarını teker teker sonsuzluğa uğurluyoruz ve yerlerini dolduracak değil ortalıkta , ufukta bile kimseler görünmüyor.. Ne acı.. 

aylakadamız.. 

‘Turhan Selçuk’u kaybettik’

‘Cumhuriyet Gazetesi çizerlerinden Turhan Selçuk, dün gece karındaki aort damarının genişlemesi (abdominal aort anevrizması) teşhisi ile tedavi gördüğü Maslak Acıbadem Hastanesi’nde yaşamını yitirdi.

Cumhuriyet’te “Söz Çizginin” köşesinde okurlarıyla buluşan ‘Abdülcanbaz’ karakterini yaratıcısı, çizerlerin duayeni Turhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk’un ağabeyiydi.

Turhan Selçuk kimdir?

Türk mizahının önde gelen isimlerinden, duayen karikatürist Turhan Selçuk 1922’de Milas’ta doğdu. İlk karikatürleri Adana’daki ortaöğrenimi sırasında aynı yerde çıkan Türk Sözü gazetesi ile İstanbul’da Kırmızı Beyaz ve Şut spor dergilerinde yayımlandı (1941). 1943’te Akbaba’nın kadrosuna girdi, 1948’de Tasvir’de karikatürcü ve ressam olarak çalıştı; Refik Halit Karay’ın çıkardığı Aydede’nin baş çizeri oldu. Kardeşi İlhan Selçuk’la birlikte 41 Buçuk (1952), Dolmuş (1956) mizah dergilerini çıkardı. 1949’da, dünyada Steinberg’in öncülüğüyle başlayan modern karikatür anlayışına yöneldi. Yeni İstanbul gazetesindeki yazılarında “grafik mizah”ın karikatürün evrensel anlatımı olduğunu savundu; çalışmalarını bu yönde sürdürmeye başladı.

Yeni İstanbul, Yeni Gazete, Akşam, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde ve Akis, Yön, Devrim, Toplum, vb. dergilerde çizdi. 1957’de Milliyet’te çizmeye başladığı Abdülcanbaz dizisi büyük ilgi gördü. Tiyatroya ve sinemaya uyarlanan bu çizgi romanın bir deseni 1991’de PTT tarafından pul olarak basıldı. 1969’da iki arkadaşıyla Karikatürcüler Derneği’ni kuran Turhan Selçuk 1973’te Sanatçılar Birliği tarafından “Halkın Sanatçısı”, 1983’te Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Karikatürcüsü” seçildi. 1997 yılında da ”Cumhurbaşkanlığı Büyük Sanat Ödülü”nü alan Selçuk’un, 1992 yılında Dışişleri Bakanlığı’nın önerisi üzerine hazırladığı ”İnsan Hakları” konulu sergisi Avrupa Konseyinin önerisiyle ilk kez Strasbourg’da açıldı ve 1997’ye kadar Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ve Güney Afrika’da izlenime sunuldu.

1997’ye kadar Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ve Güney Afrika’da dolaştı. “Barış ve Kitap” konulu karikatürü 1992’de Avrupa Konseyi’nin başlattığı kitap okuma kampanyası boyunca bütün afiş ve dokümanlarda logo olarak kullanıldı. Sanatçı, çalışmalarını Turhan Selçuk Karikatür Albümü (1954), 140 Karikatür (1959), Turhan 62 (1962), Hiyeroglif (1964), Hal ve Gidiş Sıfır (1969), Söz Çizginin (1979) adlı albümlerinde topladı. Türkiye ve Avrupa’da bir çok müzede karikatürleri sergilendi.

Milliyet gazetesinin ardından Cumhuriyet gazetesinde çizen Turhan Selçuk 88 yaşındaydı.’

(Alıntı : Cumhuriyet Gazetesi Portalı , www.cumhuriyet.com.tr , 11.03.2010)

YORUMSUZ..

Cuntacı , cunta sever , darbeci , darbe sever mi arıyordunuz aaaaaa durun yahu , fazla uzağa gitmeyin yahu her gün ekranlarda , gazetelerde boy gösteren şimdinin ‘böyyük demokratlarından , demokrasi havarilerinden’ 12 Eylül Darbesine ve cuntacılarına methiyelerinden , incilerinden seçmeleri bir okuyun aşağıda ve ‘kendilerine demokratları’ , ‘şimdinin açılım severlerini’ ve ‘demokrasi oyununu ve  yalanını’ bir daha görün ‘NETEKİM’..

YORUMSUZ..

NAZLI ILICAK’tan inciler :

‘Kızıl ahtapotun kolları ülkemizi yavaş yavaş sarıyor.. ve hala at gözlüğü takanlar , faşizmin tırmanışından söz ediyor.. Türün’ü faşistlikle mi suçluyorsun , Mit’e kontrgerilla damgasını mı vuruyorsun , devlet teröründen mi bahsediyorsun , işkence iddiaları ile yeri göğü inletiyor musun , faşizm geliyor diye yaygarayı mı basıyorsun.. geç kardeşim uzatma o eli bana , çünkü o el kızıl ahtapotu boğmak yerine onu besliyor.. ben o kirli eli sıkmam..’ (27 Temmuz 1980)

‘Türkiye’de demokrasi , demagojiye ve anarşiye dönüşmüştür. Otorite ve hürriyet arasındaki denge , birincisi aleyhine bozulmuş , bir otorite boşluğu doğmuştu.. Türk Silahlı Kuvvetleri bu boşluğu doldurdular.. (14 Eylül 1980)

’12 Eylül bir darbe değildir diyen Orgeneral Kenan Evren’e tamamıyla katılıyoruz.. 12 Eylül ne darbedir ne de bir ihtilal.. zira ‘darbede beğenilmeyen yönetim devrildikten sonra , şahsen iktidara geçip hükümet etme hırsı galiptir ve kalıcı olma vasfı ağır basmaktadır.. halbuki 12 Eylül’de geriye dönük bir genel tasvib mevcuttur..’ (18 Eylül 1980)

‘Birkaç gündür 12 eylül harekatı ile 27 mayıs mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor.. biz bu konuda tarafsız olamayız.. çünkü 27 mayıs mensup olduğumuz demokrat parti camiasına karşıydı.. halbuki 12 eylül’de açıklanan hedeflerle yıllardır bizim yazdıklarımız arasında geniş bir mutabakat mevcuttur.. ümidimiz memleketimizin birlik ve beraberliğimizin son şansı olan Türk Silahlı Kuvvetleri harekatının başarısı ile neticelenmesidir..’ (16 Eylül 1980)

’12 eylül’ün gerekçesi haklıdır.. 12 eylül terörden bezen halkın meşru müdafaaya geçtiği gündür..’ (17 Ekim 1980)

TERCÜMAN gazetesinden inciler :

‘13 ilde sıkıyönetim yürürlüğe girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor : merhaba asker !’ (27 aralık 1978)

‘Huzur , 1 yaşında ..’ (12 eylül 1981)

‘Allah Yardımcıları Olsun !’ (Tercüman gazetesinde başyazı olarak yayınlanmış.. 13 Eylül 1980’de darbenin hemen ertesi günü..)

‘ Böyle bir durumda bizim cuntayı , evet 12 eylülü desteklemekten başka bir şeyimiz söz konusu olamaz , destekledik.. bütün basın da destekledi.. bu bir vakıadır , istisnalar çok azdır mutlaka.. ancak aşırı soldan gelen birkaç itiraz söz konusu olmuştur..’ (Ahmet Kabaklı – Tercüman)

MEHMET BARLAS’tan inciler :

‘Cumhurbaşkanı Evren 10 Kasım’da Anıtkabir Defterine duygularını yazarken : ‘demokratik parlamenter sisteme geçiş sınavını başardık’ müjdesini vermektedir Atamıza.. Bir insan yürekten bunun sevincini duymasa , böyle bir ifadeyi seslendirir mi ?’ (14 Kasım 1983)

‘Yediden yetmişe , Edirne’den Ardahan’a bütünüyle Türk Milleti , bu kutsal görevinde Türk Ordusunun yanındadır.. 12 eylül harekatının bir amacı da yozlaşan , çöken , kan denizinde batmakta olan demokrasiye yeniden sağlam bir yapı kazandırmaktadır..’ (12 Eylül 1981)

GÜLMEYİN YETERRRRRRRRRRRR NETEKİM !

ACI AMA GERÇEK.. İŞTE GAZETE ARŞİVLERİ , KÜTÜPHANELER ‘DEMOKRASİ’ YALANI İCAT EDİLDİĞİNDEN BERİ OYNANAN OYUNLARIN METHİYELERİYLE , ENTRİKALARIYLA DOLU..

RAHAT !  HAZIR OL ! TAMAM GÜLÜN NETEKİM !

GÜLMEYELİM DE NE YAPALIM ŞU YAZILANLARA.. BÜYÜK USTALAR AZİZ NESİN , MUZAFFER İZGÜ YAZAMAZ BÖYLE EĞLENCELİ YAZILARI.. GÜLÜNNNNNNNNNNN..

İŞİNİZE GELİNCE , ORTAM RAHATKEN , BİRİLERİNE , BİR YERLERE GÜVENEREK DEĞİL DE YÜREĞİNİZ YETİYORSA HER ZAMAN POSTAL KARŞITI OLUN DA , NETEKİM BİZ DE SİZE İNANALIM O ZAMAN ‘BÖYYÜK DEMOKRATLAR’..

Hayal Kırıklıkları Kitabı.. – MARGIT SCHREINER

Hayal Kırıklıkları Kitabı.. – MARGIT SCHREINER

‘..her şeyin eskisi gibi olabileceğini düşünürüz hep.. ama bu doğru değildir.. hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.. hiçbir şey.. kırışıklıklar hiçbir zaman düzleşmeyecektir.. ne duruş bozukluklarımız ne görme , işitme duyularımızdaki zayıflıklar ne de eklemlerimizdeki hasarlar giderilebilir cinstendir.. bir bacak kırığı, her şeyi değiştirir ; tıpkı her burkulma , her deneyim , her aşk ve her sitem gibi.. her şey ardında izini bırakır.. özellikle de hayat..’

MARGIT SCHREINER – Hayal Kırıklıkları Kitabı

Çeviri : Ogün Duman , Metis Yayınları , Nisan 2008 , 115 sayfa.. 

AKSAK RİTİM.. – Gaye Boralıoğlu

AKSAK RİTİM.. GAYE BORALIOĞLU

Bir başyapıt olan ‘MEÇHUL’ün yazarı Gaye Boralıoğlu’ndan yeni bir roman : ‘AKSAK RİTİM’.. 

‘Güldane’nin hüzünlü , yorgun gözleri ağır aksak kırmızı kurdeleden Halil’e doğru kaydı o sıra. ‘Niye gelmedin?’dedi.

Halil irkildi. Bakışlarını koyacak yer bulamadı. Acemice odanın o köşesinden bu köşesine taşıdı. ‘Bilmiyordum ki,’ dedi , ‘beni beklediğini bilmiyordum ki.’

‘Söyledim ya,’ dedi Güldane. ‘Sordum sana. Benimle gelir misin dedim.’

Halil kıpırdandı yerinde. Onunla birlikte kalbi ruhu hafızası da kıpırdandı ağır ağır. Hep sormak istediği sorunun vakti gelmişti işte :

‘O gerçek miydi?’

Güldane gülümsedi. ‘Gerçekti ya,’ dedi. Hem de en hakikisinden.’

Halil de gülümsedi o zaman. Sonra bir hüzün çöktü omuzlarına. ‘Ben’ dedi ‘Bilemedim ki. Hiç. Var mısın. Yok musun.’

Güldane o zaman elini uzattı, Halil’in avucunun içine koydu. Halil’in avucu bir yangın yerine döndü o an; hem de en felaketinden.

Güldane gözlerini Halil’e dikti: ‘Ya şimdi,’ dedi ‘var mıyım yok muyum?’

Halil de dimdik , cesaretle , inançla ona baktı. Ne var ki görüntü bulutlanıyordu. Ağlayacak mıydı ne  ? Ama sesi dümdüz , sahici, şüphesiz çıktı.’

‘Varsın!’dedi..’

AKSAK RİTİM– Gaye Boralıoğlu

İletişim Yayınları , 236 sayfa , Ekim 2009

Günün repliği : Angel-A.. – LUC BESSON (2005)..

Angel-A (2005) – Luc Besson

(Kafedeki ‘melek’ polemiği..) 

Angel-A : Ben bir meleğim.. Hoşuna giderse..

ANDRE : Melek mi..

Angel-A : Evet gerçek bir melek.. Gökyüzünden gelen şu kocaman beyaz kanatlı falan olanlardan..

ANDRE : Ah öyle mi ? Peki nerede o büyük beyaz kanatların ?

Angel-A : Onları kafenin ortasında açmamı beklemiyorsun ya..

ANDRE : Sigara tiryakisi bir melek mi ?

Angel-A : Sigara içiyorsam ne olmuş ki ? Ben ölümsüzüm..

ANDRE : Peki o zaman sen bir meleksin.. Ben açık görüşlü biriyimdir.. Sen bir meleksin tamam mı ?

Angel-A : Güzel şu varsayımla başla.. Acıtmaz..

ANDRE : Anladık pekala yukarıda işler nasıl gidiyor ?

Angel-A : Özel bir şey yok.. İş güç işte..

ANDRE : Anlat bana orada işlerin nasıl yürüdüğünü bilmek isterdim..

Angel-A : Bana inanmıyorsun değil mi ?

ANDRE : Angel-a.. Kabul etmelisin ki , bu boyda , sarışın , sigara tiryakisi birisi melek profiline pek uymuyor.. Ve bana kanatlarını göstermek bile istemiyorsun.. Sana nasıl inanayım ki ?

Angel-A : Çok sıkıcısın.. Sana onları açamayacağımı söyledim.. İlk olarak çok büyükler ve onları ancak giderken açabilirim.. Görevim bittiğinde.. Ama o kadar aptalsın ki görevin biteceği filan yok.. O kadar yavaşsın ki , hiçbir şeyi düzene koyamıyorsun.. Uzunca bir süre buradayım daha..

ANDRE : Ne görevi..

Angel-A : Sana yardım etmeye geldim..

ANDRE : Şu ana kadar her şeyi daha kötüye çevirdin..

Angel-A : İşleri kötüye çeviren sensin.. Herkese sürekli yalan söylüyorsun.. Özellikle de kendine.. Öyle ufak tefek yalanlar da değil.. Kendine , kendine bile çok büyük yalanlar söylüyorsun.. Ve korkuyorsun kendinden , her şeyden her zaman.. Hava geçirmez bir şeysin.. Denizden korkan bir istiridye gibisin..

ANDRE : İstiridye mi ? Yukarıdan bana bir istiridye olduğumu söylemeye mi geldin ?

Angel-A : Evet burada neler olup bittiğini anlamana yardıma geldim.. Kim olduğunu fark etmene yardıma geldim.. Böylece kabul edebilirsin..

ANDRE : Hepsi bu mu ?

Angel-A : Bu kadarı yeterince iyi..

ANDRE : Ve bunun bir psikanalizden farkı ne ?

Angel-A : Sana 100 euroya mal olmayacağım..

ANDRE : Tamam diyelim ki sen bir meleksin.. Nasıl oldu bu ? Bulutların üzerindeydin ve seni göreve mi çağırdılar ? 

Angel-A : Basit olarak böyle..

ANDRE : Şöyle mi diyorlar ? Angel-a 12.737 numaralı vakayla ilgilenebilir misin ?

Angel-A : Hayır , görevi seçme şansın yok.. Görev sana veriliyor.. Aslında bu iyi bir şey.. Çünkü her melek kendi seçmeye kalksa , planlama departmanı altından kalkamazdı..

ANDRE : Ah evet planlama departmanı.. Planlama önemlidir doğru , peki sonra..

Angel-A : Şey.. Görev verildikten sonra.. Soyunma odasına gidiyorsun.. En sevdiğim kısım bu..

ANDRE : Ve sen hangi rolü seçtin ?

Angel-A : Orospu..

ANDRE : Orospuluk sana çok uyuyor..

Angel-A : Çok teşekkürler.. Diğer tüm rolleri denedim.. Daha garip bir şey denemenin daha eğlenceli olacağını fark ettim..

ANDRE : Bu işi uzun zamandır yapıyor musun ?

Angel-A : 300 yıldır yaklaşık olarak.. Hala gencim.. Neden gülüyorsun..

ANDRE : Bu hikaye harika.. Böylesine geniş bir hayal gücü olan bir kız hiç görmemiştim.. Kitap ya da ansiklopedi yazmalısın.. çok iyi para kazanabiliriz..

Angel-A : Bana hala inanmıyorsun değil mi ?

ANDRE : Hayır !

Angel-A : Bir melek için arkadaşı tarafından reddedilmek ve bir görevi bitiremeden geri dönmek kadar kötü bir şey yoktur !

ANDRE : Lütfen böyle ağlama.. Anla beni ! Ben kaybettim.. Başım belada ve gökten bir orospu mu gönderiliyor bana yardım için ?

Angel-A : Evet sorun ne ?

ANDRE : Sorun şu ki , burada , dünyada bizler görmediğimiz şeylere inanmakta zorluk çekeriz.. Son seyahatin ne zamandı , bilmiyorum ama bu dünya çok materyalist oldu.. Ve ve ve artık uydular var , bilim , televizyon.. insanlar mucizelere inanmıyor.. Kanıta ihtiyaçları var.. Anlıyor musun ? Ufak bir kanıtın bile yok mu ?

Angel-A : Siz erkekler hep aynısınız.. Her zaman kanıta ihtiyacınız var.. Her zaman emin olmanız gerek..

ANDRE : Bu beni suçlayıp durduğun şey : kendime güvenimin azlığı.. En azından sana güvenebileceğimi göster.. Böylece kendime de güvenebilirim belki..

Angel-A : Kimseye söyleme.. Senin yüzünden kovulmak istemem..

ANDRE : Yemin ederim kimseye söylemem..

Angel-A : Şişt !

ANDRE : Söz veriyorum..

(Kül tablası sigaraya doğru masadan yukarıya havalanır..)

Angel-A :  Tatmin oldun mu ?

ANDRE : Bu numarayı nasıl yaptın ?

Angel-A : Si….r.. Şaka yapıyor olmalısın.. Kanıt istedin ben de verdim.. Hala bana inanmıyorsun..

ANDRE : Bunu nasıl yaptın ?!

Angel-A : Sen gerçekten de taş kafalısın.. Zihnini açmak için bir mucizeden çok bir matkaba ihtiyaç var..

İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA.. – FURUĞ FERRUHZAD

İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA
ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü
 
zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
dört kez çaldı
bugün aralık ayının yirmi biridir
ben mevsimlerin gizini biliyorum
ve anların sözlerini anlıyorum
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak,
dinginliğe bir belirtidir.
 
zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı
 
sokakta rüzgâr esiyor
sokakta rüzgâr esiyor
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
cılız, kansız saplarıyla goncaları,
ve bu veremli yorgun zamanı
ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından
yukarı süzülmüştür
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorlar
-selam
-selam
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
 
soğuk bir mevsimin eşiğinde
aynaların ağıtı topluluğunda
ve uçuk renkli deneyimlerin yaslı toplantısında
ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında
 
gitmekte olan o kimseye böyle
dayançlı
ağır
başıboş
nasıl dur emri verilebilir.
o adama nasıl diri olmadığı söylenebilir, hiçbir
zaman diri olmadığı.
 
sokakta rüzgâr esiyor
inzivanın tekil kargaları
sıkıntının yaşlı bahçelerinde dönüyorlar
ve merdivenin boyu
ne kadar kısa
 
onlar bir yüreğin tüm saflığını
kendileriyle masallar sarayına götürdüler
ve şimdi artık
nasıl birisi dansa kalkacak
ve çocukluk saçlarını
akan sulara dökecek
ve sonunda koparıp kokladığı elmayı
ayakları altında ezecek?
 
sevgili, ey biricik sevgili
ne de çok kara bulut var güneşin konukluğunu 
bekleyen.
uçuş düşlediğin bir yolda bir gün
o kuş belirdi
sanki yeşil hayal çizgilerindendi
esintinin şehvetinde soluyan taze yapraklar
sanki
pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz
lambanın masum düşüncesinden başka bir şey 
değildi.
 
sokakta rüzgâr esiyor
bu yıkımın başlangıcıdır
senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu
sevgili yıldızlar
kartondan yapılı sevgili yıldızlar
gökyüzünde, yalan esmeye başlayınca
artık yenik peygamberlerin surelerine nasıl
sığınılabilir?
biz binlerce bin yıllık ölüler gibi birbirimize
varırız ve o zaman
güneş cesetlerimizin boşa gitmişliğini yargılayacak.
 
ben üşüyorum
ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım
sevgili, ey biricik sevgili, "o şarap meğer kaç 
yıllıkmış?"
bak burada
zaman nasıl da ağır
ve balıklar nasıl da benim etlerimi kemiriyorlar
neden beni hep deniz diplerinde tutuyorsun?
 
ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum
ben üşüyorum ve biliyorum
yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamlarından
birkaç damla kandan başka
hiçbir şey arda kalmayacak.
çizgileri bırakacağım
sayı saymasını da bırakacağım
ve sınırlı geometrik biçimler arasından
enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağım
ben çıplağım, çıplağım, çıplak
sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak
ve aşktandır tüm yaralarım benim
aşktan, aşktan, aşktan.
ben bu başıboş adayı
okyanusun devriminden geçirmişim
ve dağ patlamasından.
ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi
en değersiz zerresinden güneş doğdu.
 
selam ey masum gece!
 
selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini
inanın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren!
ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları
baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar
ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık
dünyasından geliyorum
ve bu dünya yılan yuvasına benziyor
ve bu dünya
öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.
 
selam ey masum gece!
 
pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var.
 
niçin bakmadım?
bir adam ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki
gibi...
 
niçin bakmadım?
annem o gece ağlamıştı sanırım
benim acıya ulaştığımı ve dölün biçimlendiği gece
benim akasya başaklarına gelin olduğum gece
İsfahan'ın mavi çini tınlamasıyla dolduğu gece
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün
içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydınlıktı
ve ansızın çağırdı beni
ve ben akasya başaklarının gelini oldum.
annem o gece ağlamıştı sanırım.
 
bu tıkalı küçük pencereye nasıl da boş bir aydınlık
uğradı
niçin bakmadım?
tüm mutluluk anları biliyorlardı
senin ellerinin yıkılacağını
ve ben bakmadım
ta ki saatin penceresi
açıldı ve o özgün kanarya dört kez öttü
dört kez öttü
ve ben o küçük kadınla karşılaştım
gözleri, simurgların boş yuvaları gibiydi
baldırlarının kımıltısında giderken sanki
benim görkemli düşümün kızlığını
kendisiyle götürüyordu gecenin yatağına.
 
acaba saçlarımı yeniden
rüzgârda tarayacak mıyım?
acaba bahçelere menekşe ekecek miyim
ve sardunyaları
pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım?
dans edecek miyim yeniden bardaklar üstünde?
kapı zili acaba beni
yeniden sesin bekleyişine doğru götürecek mi?
 
"bitti artık" dedim anneme
"hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim
 
boş insan
güvenle dolu, boş insan
bak dişleri nasıl
çiğnerken marş söylüyor
ve gözleri nasıl
yırtıyor dikizlerken
ve o nasıl ıslak ağaçların yanından geçiyor
dayançlı,
ağır,
başı boş.
 
saat dörtte,
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi iki yanından boynunun
yukarı süzülmüş oldukları an
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorken
-selam
-selam
sen asla o dört su lalesini
kokladın mı hiç?...
 
zaman geçti
zaman geçti ve gece akasyanın çıplak dallarına düştü
gece pencere camlarının ardında kayıyor
ve soğuk diliyle
geçmiş günün artıklarını içine çekiyor.
 
ben nereden geliyorum?
ben nereden geliyorum?
böyle bulaşmışım gecenin kokusuna?
mezarımın toprağı tazedir hâlâ
o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum...
 
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların göz kapaklarını kapatırken
ve avizeleri
tel saplarından koparırken
ve acımasız karanlıkta beni aşk ovalarına götürürken
ta ki susuzluk yangınının uzantısı olan o şaşkın
buğu uyku çimenliğine oturdu
ve o karton yıldızlar
sonsuzun çevresinde dönerlerdi.
sözü neden sesli söylediler?
bakışı neden görüşmenin evinde konuk ettiler
neden okşayışı
kızoğlankız saçlarına götürdüler?
bak burada nasıl
sözle konuşanın
bakışla okşayanın
ve okşayışla ürkmekten dinginleşen canı
sanı direklerinde
çarmıha gerilmiştir.
ve gerçeğin beş harfi olan
senin beş parmağının dalı
onun yanaklarında nasıl iz bırakmıştır!
 
suskunluk nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili?
suskunluk nedir söylenmemiş sözlerden başka
ben susuyorum fakat serçelerin dili
doğa şöleninin akan sözcüklerinin yaşam dilidir
serçelerin dili yani; bahar. yaprak. bahar.
serçelerin dili yani; meltem. koku. meltem.
serçelerin dili fabrikada ölüyor.
 
bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde
birlik anına doğru yürüyen
ve her zamanki saatini
matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla
kuran
bu kimdir bu, horozların ötüşünü
gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyen
kahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen
kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan
ve gelinlik giysileri içinde çürüyen.
 
demek sonunda güneş
aynı zamanda
umutsuz kutuplarının ikisine birden ışımadı.
sen mavi çini tınlamasından boşaldın.
 
ve ben öyle doluyum ki sesimin üzerinde namaz
kılıyorlar...
 
mutlu cenazeler
üzgün cenazeler
suskun düşünür cenazeler
güleryüzlü, güzel giysili, obur cenazeler
belirli saatlerin duraklarında
ve geçici ışıkların kuşkulu zemininde
ve boşunalığın çürük meyvalarını satın alma
şehvetinde...
ah,
kavşaklarda ne insanlar var olayları merak ediyorlar
ve bu, dur düdüklerinin sesi
zamanın dişlisi altında bir adamın ezilmesi
gerektiği, gerektiği, gerektiği bir anda
ıslak ağaçların yanından geçen adam...
 
ben nereden geliyorum.
 
"bitti artık" dedim anneme,
"hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim
 
selam sana ey yalnızlığın garipliği,
odayı sana bırakıyorum
kara bulutlar her zaman çünkü
arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir
ve bir mumun tanıklığında
apaydın bir giz var onu
o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor
 
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor.
 
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdıklarında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler,
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili
 
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.
FURUĞ FERRUHZAD

Çeviri: Haşim Hüsrevşahi

 

Elazığ Depremi..

ADIN YIKILSIN DEPREM..

Dün Elazığ’daydı deprem.. Yine ‘sıra nerede’  demeden , bir süre ağlayıp sonra unutmadan , deprem gerçeğine hazırlıklı olalım.. Yönetenler hep unutturdu ; a , b , c partisi farketmiyor ; acil şifalar , başsağlıkları dileyip , devletimiz ve milletimiz güçlüdür dedikten sonra unutuyorlar unutturuyorlar..

Sırada olduğu bilinen İstanbul dışında şimdi bas bas bağırıyorlar deprem uzmanları Balıkesir , Bursa , Bingöl ve Hatay her an olabilir diyorlar ve ayrıca yanıbaşımızda Girit adasında Türkiye’yi de hem deprem hem tsunami açısından etkileyecek bir deprem her an olabilir diyorlar..

Benim naçizane bir felaket öngörüm vardı , tekrarlıyorum : İstanbul gibi bir yerde beklenen deprem olduğunda enkaz altından kimseyi çıkarmayacaklar , çıkar-A-mayacaklar ; her enkazın üstüne beton döküp , bir mezartaşı dikecekler ‘bu binada şunlar yaşıyordu’ yazacaklar.. En kötü kabustan beter değil mi ama malesef geçmişte yaşananlar bunu öngörmeme sebep oluyor.. İzmit Gölcük ve Bolu depremleri sonrası yaşananlar ortada , unutmayanların hafızasında.. Yukarıdaki acı öngörüm bu yüzden.. Baksanıza şimdiden ölülerimizi , yaralılarımızı sayıyorlar otuz bin elli bin altmış bin diye.. ‘Kimse ölmeyecek , izin vermeyeceğiz engelleyeceğiz’ demiyorlar , diyemiyorlar.. Uzaktaki veya yakındaki felaketi bekliyorlar , bence felaket değil göz göre göre gelen cinayetler bunlar.. ‘Allah korusun , Allahın takdiri’ gibi bilinen repliklerle hazırlanıyorlar büyük felaketlere..   

Deprem gerçeğini unutmayalım unutturmayalım ,  hazırlıklı olalım.. Şu cümleyi birbirimize hep hatırlatalım : ‘Deprem değil yıkılan binalar öldürüyor..’   

EVLER TOPRAKTI TOPRAK OLDU.. 

Gelişmişlik göstergeleri hazırlanırken belli verilere dayanılır..
Aşağı yukarı bütün dünyada böyledir..
Çünkü ben kalkındım demekle olmuyor.. 40’tan fazla göstergeden iyi not almak gerekiyor.. Birkaçını sıralayalım..
*  *  *
Bebek ölüm hızı..
Nüfus artış hızı..
Kişi başına milli gelir..
İşsizlik oranı..
Ortalama günlük bir doların altında olan nüfus oranı..
İşgücüne katılma oranı..
Yetişkinlerde okuryazarlık oranı..
İlköğretimde okullaşma oranı..
Eğitime harcanan pay..
Sağlığa harcanan pay..
Kadın milletvekili oranı..
Yıllık enerji tüketimi..
Daha bir sürü kriter var.. Önerim şu.. Bundan sonra şu kriteri de koysunlar..
Hem de ilk sıraya..
Depremin büyüklüğü ve yer yüzüne yakınlığı ile yerle bir olan yapı oranı..
Depremin şiddetinin ölü ve yaralı sayısına oranı..
*  *  *
En önemli ölçü bu olmalı..
Dün tanık olduk.. Deprem bir şey yapmadı, salladı, geçti gitti.. Gördük ki topraktan olan evler toprak olmuş, insanları yutmuş..
Kerpiç ev dedikleri ne?
Samanlı balçık..
Pişirilmemiş tuğla..
*  *  *
Diyorlar ki, kerpiç evler yörenin mimari özelliği..
Değil.. Yoksulluğun simgesi!..
*  *  *
Şunu da diyorlar: Kerpiç evlerde yaşamak sağlıklıdır.. Olabilir..
Ama fayın üzerinde değil..

MEHMET TEZKAN (Milliyet- 09.03.2010) 

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ..

9 Eylül 2009’da İstanbul İkitelli-Halkalı sapağında tabut gibi servis aracı içinde sel sularında boğularak katledilen 8 kadın tekstil işçisi Nebahat Salkım, Nuriye Can, Bircan Karataş, Özlem Ünal, Güldane Çiftçi, Altun Yüksek , Fikriye Öztürk ve Naciye Karadeniz ile Rosa Luxemburg’un , Emma Goldman’ın , Jean Seberg’in ve Rachel Corrie’nin şahsında TÜM DÜNYA KADINLARININ ‘8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ’nü KUTLUYORUZ..

Günün repliği : The Boondock Saints – II..

‘.. – bu dünyada iki çeşit insan vardır.. birisi konuşur , diğeri yapar.. çoğu insan sadece konuşur.. başka işe yaramazlar.. ama konuşulacak bir şey kalmadığında  yapanlar dünyayı değiştirir.. ve bunu yaparken bizi de değiştirirler.. bu yüzden  onları asla unutmayız.. sen hangisisin , sadece konuşuyor musun , yoksa yerinden kalkıp bir şey yapıyor musun ? çünkü  inan bana , geri kalan her şey saçmalıktan ibarettir..’

(The Boondock Saints – II ,  All Saints Day / Yönetmen : Troy Duffy..)