Archive for the ‘Tadımlık’ Category

“RÜZGÂRLA YOLDAŞ..” – ABBAS KIAROSTAMI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“adım atıyorum

sarı ve kızıl dalgaların üstünde

sonbahar günbatımında

 

gecenin ve günün

sonuna inandığım kadar

hiçbir şeye

inancım yok

 

şimdi nerede ?

ne yapıyor ?

unutmuş olduğum kişi.

 

rüzgâra yoldaş gelmişim

yazın ilk gününde

kendiyle beraber götürecek beni

sonbaharın son günü

 

geliyorum bir başıma

içiyorum bir başıma

gülüyorum bir başıma

ağlıyorum bir başıma

gidiyorum bir başıma

 

doğu değil

batı değil

kuzey değil

güney değil

durduğum yer, yalnız burası

 

bağırıyorum

derin vadinin tepesinden

yankıyı beklerken

 

gözyaşımı durduramıyorum

ağlamanın yeri olmadığı

zaman

 

her zaman biriyle

buluşmayı bekliyorum

ki gelmeyecek..

ismi hatırımda değil

 

yıllardır

saman çöpü gibi

mevsimlerin arasında

avare olmuşum..”

ABBAS KIAROSTAMI..

“RÜZGÂRLA YOLDAŞ, HAMRAH BA BAD..” , ABBAS KIAROSTAMI, Türkçesi : Farsçadan çeviren : UĞUR YILDIRIM, PAN Yayınları, Kasım 2011, 152 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Torino Atı’ filminden..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“hiç ‘palinkam’ kalmadı da.. bir şişe verebilir misiniz.. fırtına her tarafı darmaduman etti.. mahvoldu diyorum.. çünkü her şey yıkık dökük hale getirildi.. her şey bozulmuş durumda.. ama her şeyin yıkık dökük ve bozulmuş hale getirildiğini söyleyebilirim.. çünkü bu sözde ‘masum insan yardımı’ denilen şeyden meydana gelen alelade bir afet değil.. tam aksine tüm bunlar insanın kendi hükmünü kendi benliğinden önde tutması ile alakalı.. tabii bu işte tanrının da bir parmağı yok değil.. biraz cüretkar olmak gerekirse bu işte bizzat yer alıyor ve bizzat rol aldığı şeyse hayal edebileceğin en korkunç oluşumlardan birisi..

çünkü anlayacağın dünyanın çivisi çıkmış durumda.. bu sebeple söylediklerimin pek de ehemmiyeti yok çünkü her şeyin yozlaşması onların bunları elde etmesi ile alakalı..

her şeyi sinsice ve gizli kapaklı bir mücadele neticesinde elde ettiklerinden  her şeyin ayarını bozmuş durumdalar..

çünkü neye dokunurlarsa, ki her şeye dokunuyorlar, anında kurutuyorlar..

son zafere kadar işler bu şekildeydi.. muzaffer bitişe kadar..

elde etme, yozlaştırma.. yozlaştırma, ele geçirme..

ya da eğer istersen farklı bir şekilde ifade edebilirim : dokunma, yozlaştırma ve akabinde de ele geçirme ya da dokunma, elde etme ve neticesinde de yozlaştırma..

asırlardır bu şekilde devam ediyor..

sürer, sürer ve sürer..

sadece bu, bazen gizli gizli, bazen kaba bir şekilde, arada sırada usul usul, arada da vahşice.. tek değişmeyen şey bunun durmadan devam ettiği..

lakin sadece tek bir şekilde pusuda bekleyip saldıran bir sıçan gibi çünkü bu mükemmel zafer için önemli olan başka bir şey de diğer tarafın  her şey mükemmel, yer yer harika ve soyluca olsa da başka türden bir kavga içine bulaşmaması.. başka türden bir mücadele olmamalı.. bir tarafın aniden ortadan kaybolması yani o mükemmelliğin, harikalığın ve soyluluğun ortadan kaybolması..

böylece şimdiye dek hep pusu kurarak saldıran bu kazananlar dünyaya hükmeder.. ve insanların onlardan saklayabilecekleri şeyler için en ufak köşe bucak kalmaz.. çünkü ellerini uzattıkları şeyi bir şekilde elde ederler.. ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile –ama ulaşırlar- en sonunda onların olur.. çünkü gökyüzü ve tüm hayallerimiz zaten halihazırda onlarındır.. o kısır döngü, doğa, bitmez sessizlik, ölümsüzlük bile onların elinde anlıyor musun..  her şey ama her şey sonsuza dek uçup gitmiş durumda.. o birçok soylu, harika ve mükemmel şey sadece durdular tabii böyle açıklamak doğruysa.. bu noktada duruverdiler.. ve tanrı ya da tanrılar olmadığını anlamak ve kabul etmek durumunda kaldılar.. bu mükemmel, harika ve soylu kişiler bu doğruyu daha en başından anlayıp kabul etmek durumunda kaldılar.. tabii bunu anlama yönünde yetersiz kaldılar.. buna inandılar, kabul ettiler ama hiç anlamadılar..

öylece şaşkın şaşkın ama bıkmadan durdular ta ki beyinden kopup gelen bir kıvılcım onları en sonunda aydınlatana kadar.. böylece birden bire tanrı ya da tanrılar olmadığının farkına vardılar.. birden bire iyi ya da kötü diye bir şey olmadığının farkına vardılar..

neticesinde de durum böyleyse kendilerinin de aslında var olmadıklarını görüp anladılar.. sanırım bu anın onların sönüp yok oldukları anlamına geldiğini söyleyebiliriz..

sönüp yok oldular aynı çayırlık bir alanda için için yanan bir alev gibi..

bir tanesi daimi kaybeden diğeri de daimi kazanandı..

yenilgi, zafer..

yenilgi zafer..

ve bir gün – bu civarda- yanıldığımı anlamak zorunda kaldım ve bunu yaptım..  bu dünyada herhangi bir türden bir değişim olmadığını, bir değişim olmadığını ve olmayacağını düşünürken tamamıyla yanılıyordum.. çünkü inan bana bu değişimin artık gerçekten meydan geldiğini artık biliyorum..” 

‘The Turin Horse – Torino Atı..’ , BÉLA TARR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(bu filmi izleyip eleştiren, festivallerde filmi izlerken sıkılıp filmi terk eden, hatta ‘kumpir esprisi’ yapan tanıdık, tanımadık herkese yuhlar olsun diyorum.. nasıl filmler istiyorsunuz bilmiyorum fakat zorla izletmiyorlar sizlere bu filmleri.. sabun köpüğü filmler bolca var piyasada, onlara özgürce takılabilirsiniz ‘özgür ve demokratik’ ülkemizde.. bu filmleri biz izleriz merak etmeyin.. ‘béla tarr’a ve filmde emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.. yakında bir béla tarr yazısı şart oldu.. gerçek sinemayla ve gerçek hayatla kalın.. Crockett..)

 

“HOBO, Bir Serserinin Yol Notları..”

“bir hobo çalışır ve dolanır, bir avare hayal eder ve dolanır, ve bir aylak içer ve dolanır.”

“aylak vakit öldürür ve oturur.. avare vakit öldürür ve yürür.. ama bir hobo hareket eder ve çalışır, ve temizdir..”irwin godfrey’in ‘american tramp and underworld slang’ kitabından ‘deneyimli bir hobo’nun sözleri..

“eğer bir adam hobo olduğunu söylerse –ona inanmayın..

eğer bir adam avare olduğunu söylerse –ona inanın çünkü her adam bir avaredir..”

..

“o trendeki on saatten sonra, yamuk rayların takırtısı ve gevşeklik hareketinin gürültüsü o kadar yoğunlaşmıştı ki düşünemiyordum.. lanet batı güneşi göz bebeklerime batıyordu ve iş için satın aldığım pantolon gübre gibi kokmaya başlamıştı –bildiğin çiftlik ineği boku.. şapkamın siperinin altında büzüldüm ve gölgemin yavaşça tahıllığın duvarından sürünmesini izledim.. tekerleklerin tam yukarısında oturuyorduk.. frenler onları kenetlediğinde, fren yastıkları tam üstten sanki çelik yırtıyordu – metalik pullar güneşte parıldıyordu.. pançomun içinde büzüştüm, vagonun zeminine uzandım ve paslı boya pullarının köşede dans etmesini izledim.. kaygısız amerika’nın hayalini kurdum : kumar oynanan kahveleri, motellerin beyaz nevresimlerinde sikişmek, sabunlu duşlar, ve tahta kiremitli damlar.. biliyordum ki dağ etekleri güneşi yediğinde, vagonumuz yine kaskatı donacaktı, ve bunun için yapabileceğim bir şey yoktu..

yük vagonunda yolculuk yapmak, iki yüz uzun camel içerken ve serin el luke gibi elli çok pişmiş yumurta yerken meksika’da yıkama tahtası gibi bir toprak yolda bir kamyonetin arkasında yolculuk yapmaya benzer.. en çok da taş karanlığı bir zindanda altınıza işeyinceye kadar dövülmüşsünüz gibi hissettirir..” 

..

 

“trenden büyük bir gürültü geldi.. kalkacağını biliyordum ve kaçırmak istemiyordum, bu yüzden dikenlerin altından ellerim ve dizlerim üstünde emekleyerek ilerledim.. raylara vardığımda tren yavaşça hareket halindeydi, ben de elim bir tahıllığın merdivenini bulana kadar koşabildiğim kadar hızlı koştum ve merdiveni tuttum; beni yerden yukarı savurdu.. tren benden daha güçlüydü, ama ben yine de tutmaya devam ettim ve bacağımı yukarı attım ve kendimi yukarı platforma doğru çektim.. tahıllığın üstüne giden merdiveni tırmandım.. tren iyice hızlanıyordu, o yüzden, şehir kömüre karışıp gökyüzü berraklaşıncaya kadar ayağa kalkmadım.. wyoming’deki ilk akşamlarımdaki gibi bütün yıldızlar ortadaydı.. yalnızdım ve bu iyi hissettiriyordu çünkü hala bana eşlik edecek o meltem vardı ve bir hobonun ağır konuşması şeklinde düşünmeye başlıyordum.. içime çektiğim havadan başka hiçbir şey umurumda değildi ve tüm karanlık düşüncelerim üzerimden geçip gitti – kimsesiz kara kargalar gibi..”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“yağmurda bir palyaço

güzel bir eve sahip olmayı düşünür

onu koruyacak olan kötü

havadan

fakat bilir bunun onu parçalayacağını-

çalışmanın dik durmaya ve doğru hissetmeye

düzgün uçmaya, düzgün düşünmeye yamuk bir dünyada

daha kolaydır soğuğa yakalanıp bir treni yakalamak

özgür kalmak

yağmurda bir palyaço gibi..”

 

EDDY JOE COTTON 

“HOBO, Bir Serserinin Yol Notları..” , EDDY JOE COTTON, Çeviri : BİLGESU ŞİŞMAN, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, Ağustos 2011, 365 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“MANGA, Bir Kültürel Direniş Aracı..”

“manga, japonca’da sıklıkla çizgi roman anlamında kullanılan bir kelimedir; japon kültüründe zaman zaman çizgi romanlara komikku da denilebilmektedir.. manga kelimesinin tam açılımı, ‘oyunbaz, haşarı, uçarı resimler’dir.. güncel kullanımında, genellikle ikinci dünya savaşı sonrasından günümüze dek üretilen japon çizgi romanlarının tamamı hedeflense de aslında manganın etimolojik kökeni çok daha erken dönemlere dayanır..

‘manga’ kelimesi, 18. yüzyılda santö kyöden’in 1798 tarihli shii no yukikai adlı resimli kitabıyla birlikte yaygın olarak kullanılmaya başlanmış, 19. yüzyılda aikawa minwa’nın manga hyakujo ve ünlü ukio-e sanatçısı hokusai’nin eskizlerini ve vinyetlerini kapsayan hokusai manga ile birlikte kullanımını iyice pekiştirmiştir.. ancak ‘manga’ kelimesinin modern anlamıyla ilk kullanımı rakuten kitazawa’ya aittir..

‘rakuten kitazawa’, bir manga ve nihonga sanatçısı olan kitazwa yasuji’nin kullandığı mahlastır.. 1876 doğumlu kitazawa, 1955 yılında hayata gözlerini yummuştur.. birçok kaynakta çağdaş manganın babası olarak kabul edilen kitazawa, meiji dönemi sonu ve showa dönemi başı boyunca sayısız basın illüstrasyonuna ve çizgi-banta imza atmştır..

‘manga’ kelimesinin bilinen ilk kullanımı 1770’li yıllara dayanmaktadır.. 19. yüzyıl boyunca ‘manga’ kelimesi özel olarak, üzerinde karikatürler bulunan tahta bloklarını (hyakumenso), özellikle de hkusai katsushika’nın (1760-1849) 1819’da yayımlanmış olan ve öğrencilerinin kullanması için çizdiği taslak, çizim ve karakterlerini adlandırmakta kullanılmıştır.. hokusai çizdiği eskizleri iki çince ideogramın (rastgele, gelişigüzel, uçarı anlamına gelen man ve resim, karalama anlamına gelen ga) birleşiminden oluşan manga kelimesiyle tanımlamıştır..”

..

“sıkı ve acımasız bir üretim sistemi içerisinde bu denli zengin bir yaratıcı  özgürlüğe sahip olabilmek, ideolojik misyonlar doğrultusunda iş üretmenin ötesinde, göz alıcı bir kariyer zaferidir.. bu noktada toplumsallığın ve didaktikliğin manga ve anime yaratıcıları için bir amaç mı yoksa bir araç mı olduğu tartışma götürür.. manga düzene mi hizmet eder, yoksa yeni trendler ve akımların eşliğinde düzene ayak mı uydurur, yoksa alternatif mi sunar.. manga janrı içinde çalışan pek çok sanatçı, altmış yıllık modern manga endüstrisi boyunca bunların hepsinden biraz yapmıştır.. ancak manga, dünyanın diğer yerlerindeki emsalleri gibi, kendi öz kültürü için alternatif bir alt kültür değeri-olgusu değildir.. çizgi roman ve sunduğu bütün fantazyalar, japonya’da herkes içindir; kız çocuklar, erkek çocuklar, gay ve lezbiyenler, gençler, genç yetişkinler, sporcular, iş adamları, polisiye severler, korku müptelaları, bilim kurgucular, avukatlar, tarih dram meraklıları, romantikler, hemen herkese ve her zevke özel bir manga vardır.. japonya’da çizgi roman, ‘halk’ demektir..”

..

“manga, japonya’ya özgü bir anlatım biçimi olsa da sadece japonya’ya has konularla uğraşmaz.. tüm dünyaya japonların nasıl baktıkları ve nerede kendilerini konumlandırdıklarına ilişkin doneler sunar.. bu doneler, türün takipçisi olan ve diğer milletlerden gelen okuyucular için ister istemez yaşama biçimi önerilerine dönüşür.. görsel estetik, grafik yetkinlik, anlatım yöntemlerini seçerken,  tasarlarken gösterilen özen, dünya çapında kalite standartlarını belirleyecek niteliktedir..”

..

“manga, kendi okuyucu kitlesini yaratmaya ve sonradan da onları dönüştürmeye başlar.. manganın grafik estetiği ve dili, japon kültürüne özgü değerlere sahiptir.. çizerlerin ayırt edici kişisel üslupları görünür olsa da mangada üzerinde fikir birliğine varılmış yazılı olmayan kurallar varmış gibi görünür; karakter stilizasyonlarında, insan figürünün kuruluşu için uygulanacak sistem bellidir, hız ve hareketi tanımlarken kullanılan yöntemler ortaktır, formülleştirilmiş çizgi roman sayfası, lay-out tasarımları mevcuttur.. böylece çizer, sıfırdan yeni tasarımlar kurgulamak için uğraşmaz; var olan şablonlardan yola çıkarak, kombinasyonlar hazırlar, tiplerin yüz hatları aynı olsa da saç, kıyafet, sakal, yara izi gibi karakteristik detaylar eklenerek ayrıcalıklar yaratılır..”     

“MANGA, Bir Kültürel Direniş Aracı..” , MEHMET KORKUT ÖZTEKİN, İLETİŞİM Yayınları, 270 Sayfa, 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ME-Tİ..’ – Bertolt Brecht

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“hiçbir ülkede farklı bir ahlâka gereksinim duyulmamalıdır..”

ekmek ve süt pahalıdır, işten elde edilen kazanç ise azdır ya da yoktur.. o zaman yoksulların ahlâkı çok sağlam olmalı ve bu insanlar hırsızlığa kalkışmamalıdır.. böyle durumlarda zenginlerin ahlâktan yana oldukları, hırsızlığa karşı çıktıkları, dahası kendi aralarından açıkça hırsızlık yapmış olanların peşine düştükleri duyulur.. o halde.. bu tutum içerisinde olanlar, ahlâklı sayılmazlar mı. bu kişilerin ahlâktan yana oldukları söylenmemelidir.. çünkü her durumun kendine özgü ahlâk kuraları vardır; bu kurallara ne olursa olsun uyulmalıdır ve uyulmamalarını engelleyebilecek başka her türlü kural da yürürlükten kaldırılmalıdır.. ve bizim yukarıda sözünü ettiğimiz durumda, gıda maddelerinin fiyatlarının normal sınırlar içerisinde kalması için çaba harcayan kişi ahlâktan yana olduğunu söyleyebilir; böylece de farklı bir ahlâka gerek duyulmaz..

genel kural şu olmalıdır : farklı bir ahlâka gerek duyulan her ülke kötü yönetiliyor demektir..

 

“adaletin erdemi..”

adaletin çok fazla övüldüğü devletler vardır.. böyle devletlerde, tahmin edilebileceği gibi, adaleti yerine getirmek zordur.. bir kez, pek çok kişi adaleti yerine getirebilecek, adil olabilecek durumda değildir; bunlar ya aşırı yoksudurlar ya adil olamayacak denli zarar görmüşlerdir ya da adaletten kendi yararlarına hizmet etmeyi anlarlar.. kişinin kendi kendisi için istediği adalete ise çok az değer verilir.. ezilen bu kişilerin adalet yanlısı olarak övüldükleri çok enderdir, özgeci olabilmekten uzaktır bu insanlar.. özgeci olmaları da olanaksızdır, çünkü kendileri yokluk içinde ve sürekli ezilmektedirler.. başkalarının adaletine ise kuşkulu gözlerle bakılır; çünkü bu kişiler belki o an için durumlarından memnundurlar ve gelecek haftalarının ya da yıllarının güvencesini sağlamanın hazırlığı içindedirler.. kimileri de kendilerine sürekli doygunluğu garanti eden durumlardan ürkerler, haksızlıklarla karşılaşanların başkaldırısından korkarlar.. sömürmek istediklerinin hakkını savunanlara da rastlanır..

iyi yönetilen ülkelerde adaletin özellikle vurgulanmasına gerek yoktur.. o ülkelerde, acı çeken acıdan ne denli nefret ederse, haktanır kişiler de adaletsizlikten o denli tiksinirler.. o ülkelerde adaletten anlaşılan, yaratıcı, verimli, çeşitli kişilerin çıkarlarını eşit biçimde gözeten bir tutumdur..

adaletin dikkati çeken bir yanı vardır.. pahalıdır.. suçluya ya da suçlular takımına pahalıya patlar adalet..”

BERTOLT BRECHT..

‘ME-Tİ..’ BERTOLT BRECHT, Türkçesi : AHMET CEMAL, KALDIRAÇ Yayınları, 2011, 214 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘düşlerinizin kentine dadandım, rüzgarda bir çalı yangını gibi görünmeden ve hep inatla..’ – SAINT JOHN PERSE (anabasis’ten..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DUVAR

 

senin düş çemberini engellemek içindir karşıda uzanan duvar.

fakat çığlıklanır imge.

yağlı koltuğun bir kanadına dayalı başın.

yoklarsın dişlerini dilinle:yağın ve salçanın tadı

çürütürken diş etlerini.

ve düşünü kurarsın adanın üzerindeki ak bulutların,

yeşil bir gün ışırken bağrında giz dolu suların.

 

sürgündeki özün teridir bu, tohumları uzun kılıflı

bitkilerin acı sızıntısı gibi, olgun mangrovların sinsi acılığı,

ve tohum kılıflarındaki kara nesnenin buruk sevinci gibi.

bu ölü ağaç kovuklarındaki karıncaların yaban balıdır,

yeşil bir meyvanın buruk tadıdır gün doğuşunda içtiğin;

havadır, sütlü ve tuzlu alizelerin tadınca..

sevinç! ey gökyüzünün yücelerine salınmış sevinç! ak ketenler

ışıyor, otlar ve yapraklarla örtülü görünmez avlular ve uzun

bir günün yüzyılında boyanmış toprağın yeşil nimetleri…

 

SAINT JOHN PERSE

Türkçesi : Mazhar Candan

‘Dağlayacaksa yüreğini – Güneş dağlasın bırak !’ – H. M. ENZENSBERGER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B.O.K.

 

herkesin ağzında

sanki tüm kabahat onda Bak

hele kaba kaba ettiklerimizin arasında

nasıl da sessiz yumuşak Zavallı

B.o.k. atmanın anlamı var mı

nereden çıktı emperya, kapita, cia

a.b.d.’est başkanı takmak adını

 

ağdalıdır, ne sabırdır

yapıştıkça yapışır mübarek

gönüllü verir koyusu

koyverir alçaktan

ağzımıza dolamışız bir kez yoksa

sömürür mü !

sıka sıka çıkarırken

öfkemiz de mi çıktı bu türlü ?

rahatladık mı ?

usuldan zorlamadan insanı

öz-gürleten en kodaman şok

kim bilir daha ne kadar b.o.k.laşacaksın ?

 

HANS MAGNUS ENZENSBERGER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİSİFOS’a  ÖĞÜTLER

 

Ne etsen yaranamazsın

Ümit tüketmek seninkisi

Anladın artık

Yanaşma pazarlığa.

Vurmuşlar taşı sırtına bir kez, mahkûmsun,

Ne övgü ne yardım beklemek boşuna

Çetelen tutulmuş, koymuşlar kafalarına

Bir rahmetlik ömrümüz var şurasında şunun

Geleceği varsa göreceği de var ölümün. Sevinme !

Vakit genç !

Çıkar yol değil umudu kemirmek

Çıkmayan yolda işimiz ne ?

Ya it ya da iblisler sevişir

Kendi kaderiyle

Bırak kayaları kopsun yerinden

Dağlayacaksa yüreğini

Güneş dağlasın bırak !

Düştüğün sarhoşluğu övme

Gazabına gazap kat dünyanın, öfkeye öfke !

Geleceği kahkahalar

Dağları hınçla deviren

Sessizce yürüyen ümitsize doğru

Ümidi dişleriyle koparırcasına söken :

İnsanlar  gerek.

 

HANS MAGNUS ENZENSBERGER

 

‘ANTİ-FAŞİST ŞİİR VE FAŞİZM, H. HEINE, B. BRECHT, H. M. ENZENSBERGER, W. ALFF..’ , M. YILMAZ ÖNER.. , BELGE Yayınları, Ekim 2007, 160 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayat Sana Teşekkür Ederim

‘Kitaplar hayatın farklılıklarını bize gösteriyor, bize sığınak oluyor, el feneri oluyor, dost oluyor…  Farklılıklar da hayatı güzelleştiriyor. Yaş aldıkça, sevdiklerinizi diğer hayata yolcu ettikçe, bir tarafımız oradayken, burayı farklı algılıyoruz artık. O zaman da HAYATA TEŞEKKÜR ETMEK düşüyor, sevgili Sezen Aksu’muz gibi.

Yine bir gün rastgele gezdiğim kitap raflarında, Sezen Aksu’nun EKSİK ŞİİR’i elime geçti, ilk şiir buydu, çok hoşuma gitti. Bir tarafımız eksik kalsa da hayata teşekkür ederiz.

Şiirinizle kalın…’

‘SKYCELL’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAYAT SANA TEŞEKKÜR EDERİM

Oyuncak bebekleri sevmedim çok
Evcilik oynamayı
Alkışı sevdim
Bıçak sırtlarında dolaşmayı
Tehlikeli sularda seyredip
Pupa yelken
Geçici emniyetlere ulaşmayı

Kadınları, erkekleri, romanları
Hele başkaldıranları

Acılarım oldu herkes gibi elbet
Herkese kısmet olmayan sevinçlerim
Unutulmayı da göze aldım evet
Hayat sana teşekkür ederim

Sezen Aksu 

EKSİK ŞİİR, SEZEN AKSU, METİS Yayınları, 2006, 224 Sayfa…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘SOKAK MOBİLYALARI..’ – OKTAY GÜZELOĞLU

‘bazı kitaplar vardır yıllar geçse de ayrılamazsınız onlardan.. yanınızda taşırsınız devamlı.. uzun yolculuklara değil kısa yollara gittiğinizde bile çantanızda olurlar.. eski sevgililer, eski yaralar gibidirler.. tam unuttuğunuz anda size kendilerini hatırlatırlar.. ya bir gülümseme yayılır yüzünüze ya da bir hüzün çöker göğsünüze.. hemen onları açar okursunuz, belki derin bir nefes alır belki de kalp atışlarınız hızlanır heyecanlanırsınız.. çünkü o kitaplar hiçbir zaman güncelliklerini yitirmeyecek, hayatın içinden gelen, kanlı canlı, yaşayan, nefes alan kitaplardır..

benim de işte öyle hayatın içinden gelen kitaplarım vardır.. yıllar geçtikçe bir iki derken çoğalıp beni kuşatmaya başladılar.. yanımda taşıyamaz hale geldim hepsini.. aralarında tercihler yapmak ise ne kadar zor oluyor bilemezsiniz.. çok uzun sürecek yolculuklarda çoğunu almaya çalışırım yanıma..

bu tür kitaplarla ilgili mutlaka yapılması gerektiğini düşündüğüm bir önerim de var.. hani çocuklara, gençlere hiçbir şey vermeyen eğitim sistemimizin meşhur 100 temel eser midir nedir tam ismini bilmediğim bir listesi var ya işte o listeye bu kitaplar mutlaka yazılmalı ve eğitim gören gençlere ve çocuklara hayatın içinden gelen bu kitaplar mutlaka okutulmalı..

listeye eklenmesi gereken kitapların başında (az çok beni tanıyan herkes bilir) ‘gaye boralıoğlu’nun ‘meçhul’ü gelir.. güncelliğini sonsuza dek yitirmeyecek bir hayat hikayesi.. kurmaca da olsa bence yüzde yüz hayatın içinden gerçek bir hikaye.. ‘manuel çıtak’ın yine hayatın içinden gelen fotoğrafları kitabın gücünü daha da arttırmıştır.. sanırım bir iki kere ‘aylak adamız’da bu kitabı tanıtmış ve alıntılar yapmıştık.. iletişim yayınlarından çıkan bu kitabı şu aralar sanırım bulmak mucize gibi bir şey.. hâlâ okumadıysanız çok şey kaybetmişsiniz bilesiniz.. bulun ve okuyun mutlaka..

hayatın içinden gelen kitaplarımdan birisi de ‘taner ay’ın yıllar önce ‘çalıntı’ yayınlarından çıkmış olan ‘yeşilçam sokağı fotoğrafları’ kitabı gelir.. o da hayatın bir başka alanına çevirir kalemini, ülkemizin sinema emekçilerinin hayatlarından kesitler sunar.. kitapta ‘yadigar ejder’den zerrin doğan’a, sadri alışık’tan ahmet tarık tekçe’ye, cevat kurtuluş’tan hayati hamzaoğlu’na, neriman köksal’dan aliye rona’ya, yılmaz güney‘den kazım kartal’a toplam 31 sinema emekçisinin hayatlarından hikayeler vardır.. bulununca derhal alınması hemen de okunması gereken kitaplardan bir tanesidir bu.. özellikle sinema eğitimi alan ya da sinemaya meraklı olanların elinin altında mutlaka olması gereken kitaplardandır..

ve sırada bir kitap var ki aylardır çantamdan çıkmıyor, her gün elime alıp değişik yerlerini tekrar tekrar okuyorum : ‘sokak mobilyaları..’

‘oktay güzeloğlu’nun bu muhteşem kitabında beyoğlu’nun arka sokaklarında, tophane’de, tarlabaşın’da, dolapdere’de, kasımpaşa sokaklarında yaşayan kimimizin meczup, evsiz, düşkün, kaldırım mühendisi ve birçok olumsuz kelimeyle nitelendireceğimiz, hayatın sillesini bir şekilde yiyen, ışığın çok uzağında ama yine de umutları olan 28 insanla yapılan röportajlar, hayat hikayeleri var..

çoğu her gün yanından geçtiğimiz, beraber otobüse bindiğimiz, iskele verilmeden beraber vapurdan atladığımız insanlar.. kimisi önümüzü kesip bir şarap parası için sinyal çeken, kimisi ağzımızdaki sigaradan bir fırt isteyen kişiler..

kimler yok ki kitapta.. mesela ‘recep bülbülses..’ kim tanımaz ki onu.. abuk sabuk televizyon programlarında, bir şekilde haber bültenlerinde hep boy göstermiştir kendisi.. bahsedilmesinin nedeni müziğe olan aşkı, sesi değil de onun yarattığı iddia edilen olaylardır.. halbuki recep’in derdi sadece ekmeğini kazanmaktır.. aslı mardin’den gelmedir ama kendisi fatih’te doğmuştur.. ses sanatçılığı yanında birçok filmde figüran olarak ya da küçük rollerde oynamıştır.. kendine müzik aşkını bizzat ‘zeki müren’imizin aşıladığını anlatıyor kitapta.. recep ayrıca cinsel tercihi nedeniyle yaşadıklarını da anlatıyor fakat cinsel özgürlükler konusundaki tutucu yaklaşımını insan aklı almıyor..

başka kimler mi var : 45 sene sinyalcilikle yaşadığını söyleyen çanakkale doğumlu ‘kafa sami’ abimiz var.. ‘kafa sami’ abimiz sinyalcilikle yaşadığını hem de 45 senedir böyle yaşadığını iddia ediyor fakat gönlünün tok olduğunu fazla para, zenginlik filan hiç düşünmediğini söylemekle kalmıyor ‘iki şişe güzel marmarayı, otel parasını buldum mu vehbi koç benim, anadın mı’ diyor.. ‘sen hiç aşık oldun mu.. aşka inanır mısın kafa sami abi..’ diye sorulunca da verdiği cevap ‘bukowski’ ustanın kitaplarından fırlamış gibi suratınızda patlıyor : ‘ben bir şeye inanmam, yoluma bakarım, iki güzel marmara, sigara, otel parasını buldum mu, hani bir yerde kral benim anadın mı..’

tiner ve soba boyası çeken burhan’dan, türkücü hasan’a, dönülmez akşamın ufkundaki şarkıcılar hüseyin, kamil, ahmet adlı arkadaşlardan, lotaryacı şengül’e, akrobat selo’dan pavyoncu rezzan abla’ya, pala dayı’dan doberman mehmet’e, birçok albüm yapan ve dolandırılan ampul ibo’dan avare abdullah’ına kadar niceleri geçit yapıyor bu muhteşem kitapta..

‘doberman mehmet’in tanıklık yaptığı ölü sevicilerin kan donduran hikayelerinden, bir zamanlar paraya para demeyen beyoğlu’nun en güzel kadınlarından birisi olan ‘vivi’nin önlenemez düşüşünün acı hikayesine kadar yüzlerce gerçek hayatın içinden olaylar anlatılıyor kitapta..

kitaptaki en ilginç karakterlerden birisi de  bir dönemin meşhur dolandırıcısı ‘selçuk parsadan’ı yetiştirdiğini söyleyen hem yazar, şair olan hem de ‘aloculuk’ tabir edilen dolandırıcılık işinin de ustalarından olan : ‘kubilay günay..’ anlattıkları bir zamanların türkiye’sine de ışık tutuyor..

yine 1934 istanbul tophane doğumlu ‘sabo ablamız’da kitaptaki önemli şahsiyetlerden birisi.. röportajı okuyup geriye dönüp röportajın başındaki siyah beyaz fotoğrafındaki güzelliğine  tekrar baktığınızda gözleriniz doluyor.. bir zamanların istanbul’unun tanınan sanatçılarından birisi ‘sabriye erkuş..’ tanınmış ses sanatçılığından şimdilerde dizilerde, filmlerde, kliplerde küçük roller, figüranlıklar kaparak ekmek arasını çıkarmaya çalışan bir hayat hikayesi.. düşüşe geçtiği sıralarda 8-10 seneye yakın meyhane işletmeciliği de var ‘sabo abla’nın.. anlattıkları bir derya.. ve düşüşünün nedenlerinden bahsederken bir nedenden de şöyle bahsediyor : ‘gel sabo abla, gel sabo abla.. yedir, içir, ver, avanta, lavanta hepsi bu.. hararete buz mu dayanır..’

işte bazılarımızın gördüğünde kafasını çevirip görmezden gelerek yanından geçip gittiği insanların hikayeleri var bu kitapta.. halbuki her an hayatın bizlere de benzer tokatları atıp aynı durumlara düşebileceğimiz yaşamlar bunlar..

sevdiklerine ‘ben geçmişimi yaktım, sen de geleceğini yak’ diyecek kadar da cesur ve sevgi dolu güzel insanların hikayeleri..

birçok sinema kitabını da bizlere kazandıran‘+1 kitap’ yayınlarından çıkmış ‘oktay güzeloğlu’nun bu kitabı..

kitabındaki röportajlarında filmi yapılacak, romanı yazılacak sayısız hikaye var..

bir yerde bu kitap önünüze çıkarsa şansınıza teşekkür edin ve kitabı edinerek hemen bir köşede bir solukta okuyun.. bir solukta okuyacaksınız çünkü ‘oktay güzeloğlu’nun bu kalın kitabı elinize yapışacak ve bitirene kadar bırakamayacaksınız..

kitabın yazarı ‘oktay güzeloğlu’na, kitabın eşsiz kahramanlarına buradan bir kez daha sonsuz teşekkürlerimi, sevgilerimi sunuyorum..

bu üç kitabın olmadığı kitaplık eksik bir kitaplıktır.. ve son olarak yanlış anlaşılabileceğimi düşünsem de şunu yazacağım : bu üç kitabın üçünü de okumayan bir insan eksik kalmış şansız bir insandır..

kitapla kalın..’

Crockett..

‘SOKAK MOBİLYALARI..’ , OKTAY GÜZELOĞLU , ‘+1 KİTAP’ Yayınları, 384 Sayfa, Şubat 2007..

 

BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA..

01 Ocak 2010, Cuma

‘yeni yıla girdik.. bugün öğleden sonra normalde pek yapmadığım şekilde, adeta yılların yorgunluğuyla, yatağa uzandım.. öylece elbiselerimle birkaç saat uyuyakalmışım.. gözlerimi açtığımda çok tuhaf hissettim.. deyim yerindeyse, yeni bir algılama biçimine uyanmışım gibi geldi.. öyle güzeldi ki.. sessizliğin içinde gözümün önünde flu bir şekilde hareketsiz duran odamın nesneleri beni sonsuz bir şefkatle kuşatıyor gibiydi.. beynimde farklı bir algılama düzeyinin kapıları aralanmış gibiydi.. bir saat kadar daha orada öylece gözlerim açık olarak yattım.. gözlerim flu kitapların üzerinde öylece dolanırken kitaplardan biri usul usul netleşti.. ne zaman aldığımı ya da oraya nasıl geldiğini bile hatırlamadığım bir kitap adeta bir vahiy gibi varlığını bana gösterdi.. yalçın koç’un yazmış olduğu ‘anadolu mayası’.. yalçın koç yanlış hatırlamıyorsam boğaziçi üniversitesi’nde okurken kendisinden bir iki ders almış olduğum biri.. kitabı öylesine okumaya başladım.. 20 sayfa kadar su gibi okudum.. algılarım o kadar açıktı ki.. bu açıklık hayattan öyle derin bir haz almamı sağlıyordu ki.. yaşadığımız hayat ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, onu algıladığımız oranda onu yaşadığımız gerçeğini derinden duyumsadım.. hayat, kendi irademiz dışında bile değişecek olsa algılama şeklimizin de ona bir şekilde ayak uyduracağını kabul etmek lazım.. hayatın bir şekilde yavaşlaması algılama gücümüzü nasıl da arttırıyor.. çok hızlı yaşadığımız için yaşadığım hiçbir şeyin hazzının layıkıyla duyumsanmaması değil, aynı zamanda acı vermesi gereken bir durumun da daha doğru dürüst varlığını hissettirmeden başka bir olay tarafından unutturulması söz konusu oluyor.. algılarımızın keskinliğini arttırmak için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar.. neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de buralarda yatıyor zaten.. bugün uyandığımda varlığını hissettiren ruh hali, ancak nazlı bir yavaşlık temposu içinde ortaya çıkabilir çünkü..’

NURİ BİLGE CEYLAN

 

‘BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA, KURGU GÜNLÜĞÜ..’, NURİ BİLGE CEYLAN, ALTYAZI Aylık Sinema Dergisi Yayını, Ekim 2011, 40 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(büyük usta nuri bilge ceylan’ın ‘bir zamanlar anadolu’da filmine sinemada hâlâ gitmeyenler için son günler olabilir çünkü yavaş yavaş gösterildiği sinemalarda gösterimden kalkmaya başladı mesela istanbul’da şu anda sanırım sadece iki sinemada oynuyor.. sinemada izleyin 14 oyuncunun 14’üne birden hayran kalın derim, kaçırmayın.. crockett..)