‘belki de hatırlamaya çok fazla değer verilirken düşünmeye yeteri kadar değer verilmiyor..’

“bu kitap geçmişle ve son on yılların belleğiyle ilgili.. burada dile getirilen itiraz tanıklıkların yasal ve etik kullanımına değil, çeşitli kamusal kullanımlarına yönelik.. kitabın bundan sonraki bölümlerinde tanıklıkların bir hakikat ikonuna ya da geçmişin yeninden inşasında en önemli kaynağa dönüştürülmesi inceleniyor; ayrıcalıklı bir anlatım biçimi olarak birinci tekil şahıs tanıklığı, bu tanıklığın olmadığı ya da yerinden edildiği durumlarla karşılaştırılıyor.. sesin ve bedenin dolaysızlığına duyulan güven tanıklıklara yardımcı olur.. amacım bu güvenin nedenlerini incelemek..

askeri diktatörlük döneminde kimi sorunlar üzerinde derinlemesine kafa yorulmuyordu; ya çekinerek ele alınıyordu ya da siyasi koşulların değişmesi beklenerek bir kenara bırakılıyordu.. toplum açıkça dostlar ve düşmanlar olarak ikiye ayrılıyordu ve diktatörlük ortamında bu ayrımın kesin olduğunu bilmek önemliydi.. örneğin, militanlar katledilirken silahlı mücadeleyi eleştirmek kişiye trajik bir paradoks gibi geliyordu.. her halükârda, diktatörlük yıllarında, arjantin’de olsun sürgünde olsun bu konu üzerinde çokça düşünülüyordu, ama manevi şantajlar olmaksızın açık açık tartışabilmek ancak ve yine sayısız zorluklarla demokrasiye geçiş döneminde başlayabildi.. aradan yirmi yıl geçti, bu yüzden sonuçları ne olursa olsun olaylar üzerinde düşünmeyi reddetmek saçmalık.. entelektüel özgürlük ortamı en iyi niyetler karşısında bile kendini savunur..

askeri diktatörlük sonrası arjantin’de ve diğer birçok latin amerika ülkesinde, hatırlamak bir görev olmuştu.. tanıklıklar devlet terörünün mahkûm edilmesine olanak verdi; ‘bir daha asla’ dediğimiz zaman neyin bir daha olmamasını istediğimizi biliyoruz.. hukuki bir araç olarak ve geçmişi yeniden inşa edebilmek için, diğer kaynaklar sorumlularca yok edildiği zaman, anı tutanakları, kimi zaman devlet desteğiyle, her zaman da toplumsal örgütlerin desteğiyle demokrasiye geçişte merkezi bir rol oynadı.. tanıklar ve kurbanların anlatılarından elde edilen anı tutanakları olmasaydı hiçbir mahkûmiyet gerçekleşemezdi..

görüldüğü gibi bellek alanı devlet suçlarını unutmamakta ısrar edenlerle tarihimizin korkunç bir sayfasını kapatıp yeni bir döneme geçmeyi savunanlar arasında bir anlaşmazlık alanıdır.. ama aynı zamanda devlet terörizminin esas olarak hukuksal açıdan açık tutulması gereken bir sayfa olduğunu savunanlarımız ile askeri diktatörlük sırasında olanların okullarda öğretilip yayılması, tartışılması gerektiğini savunanlar arasında da bir anlaşmazlık alanıdır.. ‘bir daha asla’nın geçmişi geride bırakan bir slogan olmayıp olayların tekrarlanmaması için hatırda tutulması gerektiğini savunanlarımız için de bir anlaşmazlık ortamıdır.. bundan sonra ileri süreceğim tezlerin doğru okunabilmesi için bu nokta açıklığa kavuşsun isterim..

güçlü bir öznellik dönemi yaşıyoruz, bu anlamda tanıklıklara tanınan ayrıcalık ‘kişisel’in sadece mahremiyetin değil kamusal tezahürün de alanı olarak görünürlük kazanmasıyla destekleniyor.. bu sadece mağdurlar için geçerli değil, aynı zamanda ve özellikle simgesel hegemonyaya sahip görsel medya alanında da geçerli.. otuz kırk yıl öncesinde ‘ben’ şüphe uyandırıyorduysa, bugün ona ayrıcalık tanınıyor.. bu ayrıcalıkları araştırmak ilginç olacaktır.. söz konusu olan da bu zaten, yoksa birinci tekil şahıs tanıklığın hukuksal bir araç olarak, tarih yazımı türü olarak ya da tarihin kaynağı olarak geçerliliğini sorgulamak değil.. bu tanıklıklar pek çok durumda elimizdeki tek kaynak, bununla birlikte her türden anıt gibi onlara da eleştirel yaklaşılması gereğinin nasıl çözüleceği henüz bilinmiyor..

tartışmam, birinci tekil şahıs tanıklığıyla ve elimizdeki tek kaynak bu tanıklık olduğunda (başka kaynaklar olmadığı ya da tanıklığın öteki kaynaklardan daha güvenilir olduğu durumda) ortaya nasıl geçmiş biçimleriyle çıktığıyla ilgili.. önemli olan sadece söylemin biçimi değil, nasıl üretildiği ve onu inanılır kılan sosyal ve politik koşullar.. birçok kez dile getirildi : anılar döneminde yaşıyoruz ve ‘belleği yitirme’ korkusu ya da tehdidi hatırlanması gereken bir şeyin gerçekten akıllardan silinmesinden çok, özellikle şiddet, savaş ya da diktatörlükler yaşanan ülkelerde, ‘kültürel konuların’ politikayla karışmasından kaynaklanıyor..

geçmiş sorunu birçok açıdan ele alınabilir, tümüyle hatırlama ile tümüyle unutmanın karşılaştırılması tek yol değildir.. bana kalırsa eleştirel bir bakışla daha ileri gitmek gerekir.. bugünün hatırlama süreçleri araştırılırken istenmeyen unutmalar gerçekleşebilir yolundaki tehditler doğru değildir ve dikkate alınmamalıdır..

susan sontag şöyle diyor : ‘belki de hatırlamaya çok fazla değer verilirken düşünmeye yeteri kadar değer verilmiyor..’ bu cümle gereğinden fazla hatırlamanın (sırplara, irlandalılara atıfta bulunarak) yeniden savaşa götürebileceğine dikkat çekiyor.. elinizdeki kitap bu tür savaşçı ulusal anıları araştırmıyor; başka bir yönde ilerliyor, geçmiş üzerine kimi söylemlerin dokunulmazlığını inceliyor.. sontag’ın dediğinden yola çıkıyor : anlamak hatırlamaktan daha önemlidir, her ne kadar anlamak için mutlaka hatırlamak gerekse de..”

 

BEATRIZ SARLO..

 

‘GEÇMİŞ ZAMAN.. Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma..’ , BEATRIZ SARLO, Çeviri : PERAL BAYAZ CHARUM, DENİZ EKİNCİ, METİS Yayınları, Ocak 2012, 105 Sayfa..  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.