Ateş, kurşun vesaire…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vesairesi yok ki yaşamın, var mı?

Yıllar önce duyduğum bir sözü hiç unutmamış olmama hayret ediyorum. Oysa, o an ve sonrasında, çok gereksiz görünmüştü gözüme. Söyleyen, neyse söyleyenin kim olduğuna dair bir bilgilendirme gereksiz sanırım. Yalnız soyadından çıkardığım kadarıyla, atalarının Cezayirli Korsanlar olması mümkün. Söyleyen işte, demişti ki: “Allah insanları birbirlerini sevsinler diye yarattı, insanlar birbirlerini bu zevkten mahrum etmek için yaşadılar.”

Şimdilerde, 40’a doğru hızla merdivenleri çıkarken, sıkça göğsümün ortasına kurşuni bir ağırlık çöküyor. Tıpkı, şehrimin kasvetli, bol karbon monoksitli kış akşamları gibi… Nefes alamıyorum… Çoğunlukla, birinin gördüğü bir düşten ibaret olduğumu telkin ediyorum kendime. Çünkü, ne tarafa baksam, aynı garabet hiçlik tepemden aşağı dökülüveriyor. Eskiden, çocukluğumda, etrafta nazara ve kötü enerjilere karşı, kurşun döken teyzeler vardı. Şimdi yok artık… Nereye gittiler? Bunu niye şimdi, bunları yazarken fark ettim? Hurafelerimi unuttum ondan mı? Yoksa, aslında hiç hurafem olmadı da, tüm bu kabz halinin sebebi bu mu? Kendini ateşle/ateşe salan kurşun, ne büyüleyici bir görüntü aslında. Bedenlerimiz ateşte niye kurşun gibi erimiyor?

En sevdiğim masal “Kurşun Askerle Balerin”di. Hani şu, arsız zengin çocuğuna doğum günü hediyesi olarak alınan, kurşun askerle balerinin aşkını anlatan masal. Hikayenin en çekici yanı, kurşun askerin tek bacağının olması ve balerinin bu eksikliğe rağmen onu sevmesiydi. Sonunda, kötü kalpli palyaço balerine sahip olabilmek için, askeri ateşe atıyordu. Kaderin cilvesi, açık pencereden içeri süzülen rüzgar, balerini de ateşe sürüklüyordu. Ertesi gün, evin hizmetçisi sönmüş ateşin külleri arasında kurşundan kırmızı bir kalp buluyordu. Ateşle hemhal olmuş iki pervane… Aslında onları seçen ateşti… Ateşle pişip, iç içe geçtiler ve ikisinin de altbireyleri oldukları üçüncü bir varlıkta yaşamaya devam ettiler. Bazen ya da aslında ölmek/bitmek/yanmak/yıkılmak sadece çözülmek galiba, biçim değiştirmek o kadar.

“Tüketim Dini”nin bir parçası olarak bizlere dayatılan aşk, sana inanmıyorum. Ben sevgiye iman edenlerdenim. Kiminle, ne ile olursa olsun, varoluşumun akışa karışmasını ketlemeyen sonsuz şefkat ilişkisine. Ne kadar çok duygu var gündeliğin içinde farkına bile varmadan yanından geçip gittiğimiz. Şefkat mesela, değerini yeni anladığım duygulardan. İnsan hemcinslerine ve aleme şefkatle eğilemiyorsa, düşünebilen bir ortam olmanın n’anlamı kalıyor?

Şüphesiz benciliz. Tarihin bize anlattığı ne? Anlatılan/aktarılan/kabullenilen ekonomi-politik hikayesi bencilliğimizin, açgözlülüğümüzün ve tamahkarlığımızın üzerine inşa edilmiyor mu? Ölüm korkumuz ve ucubeleştirilmiş yalnızlık duygumuz, neden şefkatle ve sevgiyle dünyayı bambaşka bir yere dönüştürmemize neden olmuyor da, aksine insanın yeryüzünün hastalığı olarak belirmesine ön ayak oluyor? Kolaycılık, evet kolaycılık… Herkes işine geldiği gibi davranıyor/yaşıyor. İçimizdeki şu müthiş şehveterk ağı, sonsuz ihtirasımız ve iştahımızdan beslenerek büyütüyor kendisini. İnsan, gövdesinin ortasındaki o kocaman boşluğu ki, çoğunluğun çoğu zaman farkında olmadığı, karşılaştığı her ne var ise, hazır ve nazır oracıkta daha daha daha fazla yiyip tüketerek, doldurmuyor, aksine sadece zihnini uyuşturarak uyutuyor.

Bir özne veya nesne olarak yokum. Sadece, boşlukta yer kaplayan, zihni ile zamandan ve mekandan azad olabilecek bir ortamım… Ve tüm dünyanın altın buzağıyı meşru bir amaç olarak kutsadığı bir dönemde, “sana” inanmak istiyorum. Geç de olsa anladım ki, “sen” olmadan, bir “ben”den de bahsedemem. “Sen”e şefkatle eğilmeden, ateşte fena bulamam, ateşte yok olmazsam da, beni sonsuzluğa çıkaracak kapı ardımdan sonsuz kapanır. Sesimi duy ve n’olur beni eşikte çok bekletme!

‘İbn-i Zerabi’

Not: Angus ve Julia Stone… Muhteşemler…Julia’nın sesi ve lirikleri, ilaç gibi geldi bünyeme. “Devil’s Tears” diye adlandırdıkları harika şarkıyı ve diğer şarkılarından bazılarını müzik kutumuzdan dinleyiniz..

Comments are closed.