Dünün yanlışları… Affet ama unutma!

“Oi Va Voi”nın en sevdiğim şarkılarından, “Yesterday’s Mistakes”ten alıntı başlık. Affet ama unutma. Unutmak işte asıl gaflet olan o. Yoksa affetmenin ve yola devam etmenin kendisi, pasif bir eylem değil.  Affetmezsen, tam göğsünün ortasında, inceden bir çıngıraklı yılan beslemeye başlıyorsun. Muhtemelen, canın ilk yandığında ortaya çıkıyor yılanın. Sonra, her kastın ardından, sana kast eden özneyi ve intikam saatini belleğine kazıyarak, yılanına bir halka ekliyorsun. Zaman akıp gidiyor, kişiselleştirilmiş acıların beslediği yılan devasa bir çıngırağa dönüşüyor. İntikam almaya bile mecalin kalmıyor; çünkü yılanın hareket edecek yeri kalmadığından seni zehirleyerek kendisine dönüştürüyor. Yani, tüm o menfi, kalbi delik deşik eden duyguların ve ateşin kendisine.

Bu aralar hesabımda halkla ilişkiler var. Zaman zaman kilitlenip kalıyorum. BtŞ’yi oluşturan “ben”ler sırasıyla arzı endam eyliyorlar. Bir ben intikam ateşini yakarken, diğeri affetmemi telkin ediyor. Sonra biri çıkıp kibirle, “İnsanlar böyledir efem, onları oldukları gibi kabul etmek gerekir” diyerek, bana kent-soylu gurur ve acıma ile karışık bir bakış atıyor. Affetmeyi telkin eden benin kapı komşusu olan, akl-ı selim ben, mağarasından çıkıp, Musa’dan ödünç aldığı asasına dayanıyor ve: “Bekle çocuğum Zülkarneyn bilincinin göğünden senin için zuhur edecek” vaadinde bulunuyor. Ardından, en ham, en şeytani ben çıkıyor ve, “S….. et bu salakları! Zekanı, kısasa kısas hakkın için kullan. Bahçelerine gir, evlerini tarumar et. Hepsini yak ve onlar acı ile yanarken, sen  dumanlanıp seyret” diyerek, o keçi ayaklarıyla sırtımı tekmeliyor.

Wesselam bir hayli karışık işler… Ammawelakin, hayat işte orada! Sana yolda çarpan, seni tanımadan eleştiren, sahip olduğunu sandıklarına hasetle bakan, süreci değil sonucu gören, mutsuzluğuna mutlu/mutluluğuna mutsuz olan teyzede, arkadaşta, meslektaşta vs., kısaca karşılaştığın her toplumsal adacıkta. Hayat kaçınılmaz, ol sebepten halkla karşılaşma da kaçınılmaz. Halkla ilişkilerde ortaya çıkmasının risk olmayıp, kesin olduğu zarar ve belaları en aza indirmek ise imkansız değil. Evet zor, evet bir hayat boyu gel-git, iman-küfür, affediş-kin arasında salınımı gerektiriyor; ancak nasılsa hayat her türlü geçecek ve her türlü cehennemi olacağız birbirimizin.  Sadece zaaflarımızdan, hırslarımızdan ve tamahkarlığımızdan vurulabiliriz. Birinin kibirle canımı acıtması, bendeki egonun yüksekliğinden ya da diş telleriyle gezinen bir ergen olmasından kaynaklanmaz mı aslında? Benliğimin inşası/adam edilmesi, maddi araçlarla yapılıyorsa, yazık bana! Demek ki kaybettiğimde evi, arabayı, manitayı yerle bir olacak “kendim” dediğim her ne var ise. Yok eğer rahmimde, her gün çapalayıp, temizleyip, sulayıp yetiştirdiklerimse, aferim o zaman bana. Ben ölmeden, hiç kimse / hiçbir şey bir halt yapamaz bana; ancak Rabile döner/dönüşürüm.

Niye bu kadar uğraşıyorsun ki sen, olduğu gibi, geldiği gibi karşıla ve vur gitsin sana kastedene? Öyle de, o zaman ondan ne farkım kalacak? Egoların savaşı… Öf hocam öf, hayat kısa, emel uzun; akl-ı selim ben, bu emelin tasfiyesinde buldu gönlünün ferahını. O sebepten, eşiktekine söyle, cinlerle flört edip durmasın. Kalbindeki sonlu bağları koparsın ve özgürleşsin. Ha, o vakte kadar mı? Soğukkanlı ol, muhatabın kendi gerçekliğinden konuşuyor, ikinci tekil şahsa, kendi “habilitusu”nun ölçüleriyle bir elbise dikmeye çalışıyor. Kendi kıçının çıplaklığına ilişmesin, İtŞ’nin gözleri diye, ona kendisini çıplak hissettirerek başlatıyor yabancılaşma sürecini. Sonra, kutsalı, elalemi, genel kabulleri kullanarak, onu o elbiseyi giymeye ikna ediyor, yani yabancılaştırıyor.

Ol sebepten gaflete düşme, içinin farkında ol, karşındakini gör akıl, zeka ve kalbinle. Gör ve dikkatini kendisine yönelt: “Bak kıçın açık!” O dönüp kendi kıçını örtmeye çalışırken, sen ellerin ceplerinde, çınarların altında kendine şekerli bir kahve söyle.

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.