Sevgili Mikhael..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili Mikhael,

 Melekler âleminde iyi bir yerin varmış, âlemde “baş melek” olarak biliniyormuşsun. Tüm bu tabiat olaylarından ve maddenin hareketinden sen sorumluymuşsun. Aslında seni okumuştum, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi kitaplarından, o nasıl bir ders ise? Hem ismi hem de içeriği, sorma gitsin, fena halde afallatıcı. Hani mesela, hatırlarım o derste kopya çeksen, içine şeytan girmiş oluyordu. Oysa ki, o hep oradaydı, bir yere girdiği ya da çıktığı yoktu. Neyse, şeytanım ve ben senin ismini ve görev tanımını o derste bellemiştik; ancak o kadardı.

 Şimdi, nereden düştüm aklına diye sorabilirsin, sor da hakkındır. Senin yaptığın işlerin büyük işler olduğunu düşünüyorum. Tamam, sonuçta bunun için yaratıldın; ancak farkında olunmak ve anımsanmak hakkındır diye düşünüyorum. Kıtlık, tufan, kasırga, deprem, doğanın dirilmesi-ölümü ve bilhassa maddenin hareketi… Bu ne muazzam bir durum değil mi Mikhael? Yani, hareketinden sorumlu olduğun madde arasında bir fert, bir birey olarak mesela ben de var mıyım? Ve eğer varsam, bu sadece cismimin hareketi mi yoksa ruhum da buna dâhil mi? Yoksa, aslında ikisi bir bütün mü, birbiriyle iç içe geçmiş, sarmaş dolaş olmuş? Bir de mesela, şimdi bir seçim yarışıdır gidiyor meydanda. Birileri yönetmeye aday, çoğunluk da yönetecek olanı seçmeye. Ben mesela, bunu bir problem olarak görmüyorum. Yani, benim yönetilmek gibi bir talebim veya böyle bir sorunum yok. Bu onların meselesi, onlar yönetmek istiyorlar, ama ben yönetilmek istemiyorum. İlla şart ise, ben oyumu senden yana kullansam ve mesela İncik Hanım Teyze’nin bahçesindeki çam ağacının dibine gömsem olur mu? Ve sen de mesela, eğer Rabbinden izin alabilirsen, âlemin sırlarından bir kuple, rüzgârla beraber kulağıma fısıldar mısın? Neyse, ekonomi-politik bir ilişkimiz olsun istemem, o sebepten kesiyorum bunu burada.

 Sevgili Mikhael, seninle konuşmak istediğim aslında şu “El-âlem” bahsi. Sosyal-psikolojinin kurucusu olarak kabul edilen, George Herbert Mead tarafından tanıtılan kavram ile “Generalized other” (Genelleştirilmiş öteki). Mead’de bu kavram, bireyin içine doğduğu toplumu ve bir parçası olduğu sosyal grupları merkeze alıyor. Birey, içinde bulunduğu toplumun veya sosyal grupların beklenti ve kabulleriyle uyumlu olarak davranış ve düşüncelerini şekillendiriyor ya da zamanla uygun bir kıvama getiriliyor. Genelleştirilmiş ötekinin ya da bizim deyişimizle, “el-âlemin” kabul ve beklentilerinin, bireyin davranış ve düşüncelerinde ne düzeyde etkili olduğu, çoklu genelleştirilmiş ötekilerin meydan savaşı vs., ciddi bir sosyo-psikolojik araştırma gerektiren, çok değişkenli bir denklem. Buna burada girmeyelim ve örnekle devam edelim.

 Örneğin, Halime Hanım’ı ele alalım. Hadi daha samimi olsun, Halime Teyze diyelim. Halime Teyze, yaşadığı mahallede yıllardır ya da kısa bir süredir oturmaktadır. Evinin bulunduğu mahalle de halen, sosyal ilişkilerin, geleneksel kalıplarla yürütüldüğü bir semttedir. Halime Teyze diyelim ki, çocukluğundan beri, insanlarla içli dışlı olmayı sevmeyen, kendi adasında hür ve özgür yaşamayı seven bir teyzemizdir. Komşular gelmek isteyince mazeret bulup kabul etmese, haber vermeden belirdiklerinde evde yokmuş gibi yapıp kapıyı açmasa, sokağa çıktığında canı istediğinde selam verip, istemediğinde vermese, fazla sürmez kısa bir süre sonra, mahalleli kadınlar oybirliğiyle Halime Teyze’yi, “Dengesiz, soğuk nevale, deli…vs.” ifadelerle yaftalarlar. Oysa mahallede oturanların hayata bakış açılarıyla, Halime Teyze’ninki tutmadığından, Halime Teyze boşa vakit harcamak istemiyor ve kendi kendine yeterek yalnızlığıyla bol güneşli günler geçiriyordur.

 “Cehennem başkalarıdır” der Sartre, doğru da söyler. “Sahi sen kimsin?” diye sorduğunda, ne kadarı senin, bizzat kendinin kendine dair öz-fikrin/kabulün? Yabancılaştırma ve yabancılaşma. El-âlem buna yarar işte, gelir kendini burnuna dayar, sana sormadan, belirli bir zamanda, belirli bir toplumsal ilişkiler ağında doğmuş olman yeterlidir. Gelir, dayar, ırzına geçer ve tohumlarını bırakır. Ondan sonra, ya uyumlusundur ya da bağımlı tutum. Almamak mümkün müdür, en başından “el-âlemin” emir ve yasaklarını? Ya da farkına vardığında, Musa gelip, Kızıldeniz’i yarar mı asası ile senin için? Ya da senden hem Musa hem İsrailoğlu hem de Fir’avun çıkar mı?

 İşte Mikhael böyle yani, Althusser’i bilir misin? Demişti ki sevgili Althusser, devletin ideolojik aygıtları. İşte bunlar vasıtasıyla, egemen ideoloji kendini yayar, nüfuz ettirir ve devam ettirirmiş. Bak şimdi mesela el-âlemin yanında, okul, medya vs. adı anılır mı? Egemen ideoloji, her daim sürekliliğini korumak istiyorsa, el-âlemin bilincini kontrol etsin. Haaaa tamam, zaten el-âlem bu yapılardan beslenerek oluşturmuyor mu her daim işleyen suni beklenti ve kabullerini? Her zaman değil ya da teknolojinin ve hayatımıza soktuğu bebelerinin bu kadar yaygın olduğu zamanlarda değildi en azından. O sebepten kültür enkazdır, kimse masal anlatmasın bu saatten sonra. Geleneksel vs. modern kültür, ikisine de eşit uzaklıktan bakmak. İkisi de yutulacak birer zoka son kertede.

 Tüm bu saydıklarımdan ötürü Mikhael, biliyorum ki BtŞ, el-âlemi pek umursamıyor. Ancak bu kim ne derse desin, kayıtsız kalıyor da demek değil. Bilakis, uzun kas yaparak, el-âleme doğrulduğu yerden indiriyor gövdesiyle. Çatışıyor, afallatıyor ve el-âlemin ablak suratında, yabancılaşmış/donmuş bir ifade oluşmasına neden oluyor. Bozguncu bitki, olacak o kadar.  BtŞ, öz-âlemine ayarlı… Yani, senin idaren altında her ne var ise, dağ, ağaç, dere, toprak…vs. O sebepten canım Mikhael, BtŞ’ye anlık bir ileti yolla. Örneğin, sırtında çekirdek kabuğu, yuvasına dönen karınca gelsin kulağına fısıldasın ya da sırtını dayadığı çınar ağacı, dallarını uzatarak sımsıkı sarılsın. Ne güzel, ne güzel…

 ‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.