‘YABANIN TUZLU EKMEĞİ..’ – ERICH AUERBACH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘böylelikle fransa’da gündelik olanın ciddiyetle taklidini mümkün kılan , bunun oluşmasını ve gelişmesini sağlayan değişimin ne tür bir değişim olduğunu görmüş olduk.. gerçekçiliğin eski türünün , 18. yüzyılın günlük hayat tablosunun , geçerliliğini yitirmesine , türler arasındaki ayrımın aşılmasına ve gündelikliğin tarih-içi , sorunsal doğasına yönelik içgüdüsel bir kavrayışın oluşmasını sağlayan , toplumsal katmanların 1789-1848 yılları arasındaki altüst oluşuydu.. gündeliklik , bu temel üzerinde sanatçılar için ciddiyetle taklit edilecek bir nesne ve giderek de bu taklidi mükemmelliğe ulaştıran eleştirel bilgi haline geldi.. flaubert hiç şüphesiz bir doruk noktasıdır.. ondan sonra gelen fransız yazarları toplumsal gerçekliğin taklidi işini aynı saflık , hassaslık ve derinlikle ele almaz oldular ; daha da sonra gerçekçilik , gerçekçi sanatçıların en önde gelenlerinin şekillendirecek olan gerçekliği artık bizim dışımızda verili bir şey olarak görememeleri sonucu yeni bir çehre edindi..

tür ayrımının ortadan kalkışı , gündelikliğin ciddiyetle tarihsel bir yapı olarak görülmesi ve böylece hepimizin , insan olmamız ve insani bir kaderi yaşamamız nedeniyle , ciddiyetle taklit edilmeye değer görünmesi , insanın kendine bakışının tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır.. hayatımızın kapsamı ve zenginliği biçimlendirmeye açılır ; yaygın dal ve budaklarıyla art arda ya da yan yana gerçekleşen eylemler olarak değil süreklilik , eşzamanlılık ve çok yönlü birlik olarak önem kazanır.. birliğin gerçekleşmesi için zamansal ve mekansal kısıtlamalara gerek yoktur artık.. yüksek sanat dilinin de kendini sözcük seçiminin inceliğiyle göstermesi gereksizdir , insani durumumuzun ortak ciddiyeti , taklide hizmet ettiğini kanıtlamış her sözcüğe onurunu bahşeder.. ancak fransa’da falubert’e kadarki gelişime bakıldığında tarihsel-toplumsal ilişkiler bağlamında özgürlüğün tehlikeye girdiği ve gerçekliğin taklitçi biçimlendirilişinin ciddiyeti ve nesnelliği ne ölçüde arttıysa insani olanın özgürleşmesinin ve katharsisinin de o ölçüde imkansız görünmeye başladığı fark edilir..

gündelik olanın ciddi taklidi  avrupa’nın diğer ülkelerinde de aynı dönemde başladı.. bu ülkelerde tür ayrımı fransa’daki kadar köklü değildi ve toplumsal tabakaların altüst oluşu da oradaki kadar şiddet içermedi.. bu yüzden taklitçi sanatın örneğin almanya’daki görünümü başlarda tümüyle farklıdır.. burada mizacın ve mizahın gücü  felsefi bir ironi , geleneksel olana dindarca bir kökten bağlılık , verili gerçekliğe , onun biricikliğine ve geçiciliğine duyulan derin sevgi gündelik olanı aydınlatır.. ancak avrupa’nın her köşesinde toplumsal ve ekonomik koşulların birbirlerine benzerliğinin artması , modern hayat tarzının belirginleşmesi ve aynılaşması ölçüsünde gündeliklikle kurulan bu dinsel ilişki de zayıflamaya ve hakikilikten uzaklaşmaya başladı..

bunun gibi gerçekçiliği inceleyen bir yazı dahi gösteriyor ki , 1800’lerde avrupa’nın eski düzenini sarsan altüst oluşun aniden ortaya çıkan gücü , insanları kendi hayatlarını daha derin bir bilinçle kavramaya çağırdıysa da onları hayatlarını bu yeni bilinç doğrultusunda düzenleyebilecekleri bir duruma getirmemişti..’

‘edebiyatta gerçekçiliğin ne olduğunu herkes bilir , fakat zannedersem onu açıklamakta , hatta tarif etmekte herkes zorlanır.. buna şaşırmamalı.. bireycilik , sembolizm , romantizm gibi genel anlamı olup , bir düşünme tarzı veya bir sanata yönelik sözcükler tam ve sınırlı anlamlarını ne kadar çok kimseye kabul ettirmişlerse , genel anlamlarını o oranda yitirirler.. çok kullanılan sözcüklerin anlamı tanınmayacak hale gelir , tıpkı elden ele dolaşmaktan yazıları ve köşeleri aşınan paralar gibi..

gerçi ben gerçekçilik hakkında düşündüklerimi anlatmakla başlamayacağım.. gerçekçilik konusu konferansımın başlangıcından çok hedefidir.. gerçekçiliğin 19. yüzyılda ne olduğunu olabildiğince esaslı biçimde bilmek ve bunu kavramak için , 19. yüzyıl roman türünü çözümleyeceğiz ve ortaya çıkış hallerini somut örneklerle tartışacağız.. ondokuzuncu yüzyılda herkes roman okurdu ve herkes hala roman okuyor , bizim devrimiz babalarımızın ve atalarımızın devri kadar okumaya düşkün olmadığı halde sinema ve radyo , dış dünyadan alacağımız bilgi ve sanat tecrübelerine erişme biçimlerini çok değiştirmiş olsa da , roman daima önemli bir yer taşımaktadır..19. yüzyılda , bir iktisatçının diyeceği gibi en çok tüketiciye ulaşarak üretimi büyük miktarda işgal eden edebi tür romandı.. ve bu romanların çoğunu gerçekçi romanlar oluşturuyordu..

bunun ne demek olduğunu kabaca söyleyelim.. bunlar çağdaş konulardan söz eden romanlardır , okur ile aynı zamanda yaşayan ve onun çevresinden çok uzakta olmayan birisinin  hikayesini anlatırlar.. öreğin bir öğretmen , bir köylü , doktor , fabrikatör , asilzade bir sanatkarın öyküsü.. çok defa romanda kahramanın yaşamı izlenerek toplumun birçok kesiminden söz edilirdi ; konu çağdaş olmak kaydıyla sıradan olabilirdi.. bu ‘çağdaş’ ve ‘sıradan’ terimlerini açıklamak gerekecek..

çağdaş , yalnız maddi olarak hemzamanlık anlamına gelmez.. bir konunun gerçekçi anlamda çağdaş olabilmesi için şimdi söylemiş olduğum gibi güncel olması ve okurun dünyasından çok uzak olmaması lazımdır..

bizim çoktan beri aşmış olduğumuz medeniyet seviyesinde hala yaşayan Afrikalı Habeşler veya avustralyalılar gibi çağdaşlarımız gerçekçi romanın konusu olmazlar , ancak egzotik romanın konusu olabilirlerdi.. aslında bu fark çok belirsizdir ve orantısal bir yönü vardır.. 1835’te yaşayan bir Fransız için merimée tarafından betimlenen İspanyolların ve Korsika adalarında oturanların örf ve adeti kendilerinden o kadar farklıydı ki , kolombo veya karmen onlara gerçekçi olmaktan ziyade egzotik geliyordu.. halbuki bugün Parisli bir doktor san fransisco’lu bir işçinin yaşamını çağdaş bir öykü olarak algılayabilir : perla buck’ın harikulade çin romanlarını haklı olarak gerçekçi roman diye kabul ediyoruz..

insanların yeryüzündeki yaşamı gitgide , benzerlikte değilse bile , bireyi ilgilendiren bir olayın derhal bir başka bireye etki etmesiyle bir ortaklığa işaret eder.. öyle ki bugünün çağdaş romanı , yapısı gereği gerçekçidir.. egzotik olabilecek bir roman yazmak gitgide güçleşmektedir..

demek ki gerçekçi roman çağdaş olmalıdır , öyle ki okur kendi deneyimlerinin , ortak hayatın bir kısmı olduğunu anlasın ; bütün insanların ortak hayatı olmaya başlayan modern hayat , 19. yüzyılda yalnız avrupa’nın , yahut avrupa’nın bir kısmının modern hayatıdır..

gerçekçi romanın konusu çağdaş olması kaydıyla , sıradan olabileceğini söylemiştik.. sıradan kelimesini de açıklamak gerekir , zira burada özel bir anlamda kullanılmıştır.. gerçekçi romandan karakterler sıradan olabilirler değil , olmalıdırlar.. sıradan bir fırıncı , gemici , devlet adamı veya yazar ünlü olmayıp , yazar tarafından yaratılmış olmak şartıyla , gerçekçi romanın birincil karakterlerinden biri olabilir.. zira Atatürk , Roosevelt , Einstein hatta örneğin önemli bir davaya karışmış olması sebebiyle herkes tarafından bilinen bir fırıncı , tarihte rol oynamış bir insan roman kahramanı seçilirse , o eser bir gerçekçi roman sayılamaz.. daha çok romanlaştırılmış bir hayat olarak kabul edilir.. bunlar çağdaş da olsalar gerçekçilikten çok tarihi roman diye kategorize ediyoruz..

sıradan terimin kapsamı daha geniştir ; geçmiş zamanların özellikle Fransız klasisizmi zamanının tragedya eserlerinde sıradan bir konudan söz edilmezdi.. seçkin bir konu seçilmesi gerekirdi ; bir eserin kahramanlarının gündelik ve sıradan hayatın dışında kimseler olması gerekliydi ; krallar , prensler , zamparalar veya aşık çobanlar.. her günkü hayat yüksek şiire giremezdi.. şimdi bir yüzyıldan beri bunun tam tersi hakimdir : modern gerçekçilikte seçkin kesim yoktur , sıradan kesimleri tercih etmek bir zorunluluk haline gelmiştir..’

‘insanın kullandığı ifade araçlarının en önemlisi ve en kapsamlısı sözdür.. diğerleri , örneğin jestler ve hareketler sözün yerini tutmaktan çok ona eşlik eder , onu güçlendirirler.. insan hayat başlarken , etrafındaki dünya zihnine ilk öğrendiği dil aracılığı ile yerleşir.. dünya ile ilişkisini dil sağlar.. öğrendiğimiz her şey anadilinin kalıbına girer.. o kadar ki , sözcükler mi dış dünyadan , yoksa dış dünya mı sözcüklerden doğmuştur diye düşünebiliriz.. sonra etrafımızla ilişki kurmakta büyük kolaylık kazanınca , söz , kişiliğimizin en mahrem duygularını , arzularımızı , hayallerimizi , anı ve fikrilerimizi ifade edebilir.. müzik ve plastik sanatlar , bazen ruhumuza kendini daha iyi ifade etme olanağını verir belki.. fakat bu sanatların genel ve ortak bir dil olarak kullanılmasına olanak yoktur.. sözün kapsama alanı çok daha geniştir.. söz , bireyin günlük hayatında olduğu kadar büyük siyasi fikirlerde , ilimlerde olduğu kadar hislerinin ifadesinde de kullandığı tek araçtır.. bütün hayat sözün , yani her işe yarayan bu kıvrak aletin içinden geçer.. hatta ona bir alet , bir araç demek bile belki doğru olmaz.. bütün manevi varlığımız söze karışmıyor mu.. onun içinde adeta somut bir hale gelmiyor mu..’

‘YABANIN TUZLU EKMEĞİ..’ , ERICH AUERBACH , Hazırlayan ve Sunan : MARTIN VIALON , Çeviri : SEZGİ DURGUN , HALUK BARIŞCAN , CEVDET PERİN , FİKRET ELPE , METİS Yayınları , Ekim 2010..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.